İlyas zeki Kutlu
Bu başlık altında belki birkaç makale içine sıkıştırarak (konu üzerine ciltler dolusu kitaplar yazılabilecekken) çok özet olarak düşüncelerimi aktarmaya çalışacağım.
Konu hakkında tüm boyutları ile (sosyolojik, tarihsel, istatiksel vs ) araştırma ve analizler yapmış bir uzman değilim. Ben burada aktaracağım düşüncelerimi kendi pratik gözlemlerime dayanarak dünyayı algılayış felsefemin süzgecinden geçirerek yazmaya çalışıyorum.
Ve elbette yazılarımın öznesi de Avrupa’da Türkiyeli Devrimciler olacak.
İlgilenen herkesin bildiği gibi özellikle ağırlık olarak (ki; elbette öncesinde de vardı ama yoğunluk ve etkinlikler anlamında) Avrupa’da Türkiyeli Devrimcilerin mültecilik hikayesi 12 Eylül faşizmi ile başlamış ve sonrasında dönemsel iniş çıkışlar ile bu hikayenin kahramanları! Avrupa’ya sığınmaya devam etmişlerdir.
Avrupa’ya sığınarak mültecilik statüsünde yaşamını devam ettirmeye çalışan bu insanlar hakkında gerek siyasi iktidarlar ve gerekse de ülkede halen bir şekilde kendi yapılanmaları ile mücadelenin bir yerlerinden tutmaya çalışan solcuların bazıları ne yazık ki olumsuzluklar içeren eleştiri ve söylemlerde bulunmuşlardır ve bu durum zaten hep de devam edecektir. Ben (ki, ben de zamanında mültecilik statüsünde, yaşadığım ülkede yaşamımı devam ettirme hakkına sahip olmuştum) devletin ve onun siyasal sözcülerinin söylediklerini hiçbir şekilde üzerime alınmazken ne yazık ki, mücadele arkadaşlarımdan bazılarının bizlere yaklaşımlarını kırıcı ve can yakıcı bulmuşumdur. Ve bazen bire bir bu dostlarım ile tartışmış lığım da vardır. Çok genel olarak baktığımda bu arkadaşlarımın kendi sıkıntıları! kaynaklı bu tür eleştirilerine Avrupa’daki Türkiyeli devrimcilerin bugünkü duruşlarına! bakarak hak vermişliğim de olmuştur.
Evet, olmuştur ama bu o anlık karşımdakinin duygularına yaptığım bir empatinin sonucu mudur? Yoksa gerçekten bir hak veriş midir?
Elbette ülkeyi terk etmek zorunda kalarak Avrupa’ya (veya başka kıtalara) sığınmak zorunda kalan on binlerce (belki de yüz binlerce) politik mültecinin ortak özellikleri yaşadıkları ülkede taşıyamayacakları bir tehdit ile karşı karşıya kalmış olmalarıdır. Ve bazıları için de bu tehdite karşı direnç oluşturabilecekken yalnız kalma duygusu yaşamak durumunda kalmalarıdır. Yani bulundukları çevreden gerekli dayanışma ve korumacılığı duyumsayamamış olmaları.
Şimdi geleyim yine bu hikayenin 12 eylül süreci ile başlayan bölümüne.
Yani o gün neydi?
Sonrası ne oldu?
Ve bugün neredeyiz? sorularına adım adım yanıtlar bulmaya çalışarak süreci değerlendirmeye.
Benim şu anda yaşadığım ve vatandaşı olduğum İsviçre’ye gelişim 1987 yılı olduğu için gözlemlerime dayanarak aktaracağım düşüncelerim de bu tarih sonrasına ait olacaktır. Ancak ilk yıllarımda buraya benden sadece birkaç yıl önce buraya gelen arkadaşlarım ile yoğun temasım olduğu için bunu birkaç yıl öncesine de çekebilirim. Yaşadığım ülke ekonomik ve toplumsal dokusuyla kendini çevreleyen Ana Avrupa! Ülkelerinden bazı ayrıcalıkları var gibi dursa da sonuçta tam Avrupa’nın göbeğinde ve benim gözlemlerim bir anlamda diğer Avrupa ülkelerindeki mülteciler için de geçerli sayılabilecek nitelikte.
O gün, 12 eylül faşizmi ile yüz binlerce insanın işkence tezgahlarındaki feryatlarıydı.
O gün, devrimcilerin şehirlerde, dağlarda ve zindanlarda direnişleriydi de.
O gün örgütlülüklerimizin bir fırtınaya dayanamayacak kadar sağlam olmadığının kanıtıydı faşizmin gözümüze soktuğu.
O gün öldüğümüz ama ölürken bile türküler söyleyip sevgililere şiirler yazdığımız gündü.
Ve o gün daha çok şeydi
Ama benim için adını çok yıllar sonra koyabileceğim başka bir gerçekliğin, bizim hiçbir şekilde ayrımında olmadan ruhlarımızı teslim alan kapitalizmin zaferinin! Günüydü.
Bu cümlemden sakın ideolojik bir yenilgiden bahsediyorum gibi bir sonuç çıkarmayın. (ki, kendi adıma ben ideolojik olarak bugün o günlerden de inançlı bir sosyalistim ve bu bilimselliğe tüm algı ve beynimle inanıyorum) Ne demek istediğimi yazının devamında zaten okuyacaksınız.
Sonuçta yaklaşık on beş yıl süren bir teslim alma süreci tamamlandığında (ki; sistem için gerekli taşlar yerlerine oturtulmuş) zindanlar boşaltılırken başka bir sürecin başlatılmasının ilk adımları da atılmıştı. Yani bu ülkeden kaçanların veya kaçmayı başarabilenlerin! Geride bıraktıkları ülkedeki yeni sürecin başlama aşamasıydı.
Asıl konumuz elbette ülkeden kaçanlar ve kaçmayı başarabilenler! Yani kendini Avrupa’ya atanlar!
Bir önceki paragrafta bir cümle ile ülkeden bahsettim, çünkü yazdıklarımın devamında konunun Avrupa ayağı ile ülke ayağının hangi süreçte kol kola ve adım adım beraber yürüyeceklerine tarihsel bir zaman vurgusu yapayım istedim.
Yukarıda ‘’ülkeden kaçanlar veya kaçmayı başarabilenler’’ gibi bir tanımlamada bulundum. Aslında bunu netleştirmem gerek ve bu anlamda kendimce net bir tanımlama yapmak istiyorum.
O gün bazıları ülkeden kaçmıştır. (Ki, çok azınlıkta da olsalar) bu kaçanlar, ardındaki değerleri her şeyleri ile retetme noktasında bitkin! Ve artık sadece kendi yaşamları için var olanlardır ki, zaten sonrasında yaşadıkları ülkelerde artık ülkeye ve geçmişlerine ilişkin hiçbir duyarlılıkları kalmamış vatandaşlardır. Bunlar benim konumun dışında. Yani onlardan birisinin bile bir süre sonra geriye dönüp yeniden bir duyarlılık gösterdiklerine ben şahsen tanık olmuş değilim. Bu yazımda değil ama belki çok ileri aşamalarda eğer bir gün onların dünyasından da bahsetmek gibi bir gereksinim duyar ve onları yazma durumunda kalırsam onları ‘’kaçanlar’’ olarak tanımlarım.
‘’kaçmak zorunda kalanlar!’’ ı da bu yazılarımda politik göçmenler olarak tanımlayayım. Ve unutmadan ekleyeyim. ‘’kaçanlar!’’ dan Politik Göçmenliğe dönüş yapanı görmediğimi yazmıştım ama ne yazık ki, yıllar içinde politik göçmenlikten ‘’kaçanlar!’’ saflarına meyil gösterenlerin onlarcasına (belki de yüzlerce veya binlercesine) tanıklık ettiğime değinmeden de geçemeyeceğim.
O gün neydi politik göçmenler için?
Devamı gelecek ….






