Münevver Mine Bağ, ülkemizin aydınlarından; bir eğitimci, bir edebiyat insanı ve bir ressam. Kendisini 1989 yılında, Millî Eğitim Bakanlığının Kadıköy Kız Lisesindeki 124 no.lu hizmet içi eğitim kursunda tanıdım; kıymetli rehber öğretmenlerimden birisiydi. Münevver Mine Bağ ile bir söyleşi yaptım; şiir ve hikâyeleri ile ülkemizdeki yabancı dil öğretimi, Türkçe öğretimi ve “ana dili” öğretimi üzerine konuştuk. Bu konulardaki bilgi, düşünce, duygu ve değerlendirmelerini bizlerle paylaştı. Belirtmeliyim; şiir kitaplarının kapakları kendi yağlıboya tablolarının resimleri.
Ali İhsan Aksamaz: Okuyucularımıza kendinizi tanıtır mısınız? Nerede doğdunuz? Hangi okullarda öğrenim gördünüz? Hangi kurumlarda görev yaptınız? Türkçe ve İngilizce dışında hangi dilleri biliyorsunuz?
Münevver Mine Bağ: Rivayete göre o zamanlar Amasya’nın bir ilçesi olan Merzifon’un bir köyünde acele edip yedi aylık olarak dünyaya gelmişim. Aslında itiraf etmek gerekirse uzun yıllar öncesi bu. Şimdi ülkenin belli bir yaşın üstü diye kategorize ettiği sekiz milyonun içine gireli epeyce oluyor. Tam da hani, şu yaştakiler hapsolsun, bu yaştakiler kahrolsun dönemlerinin yaşandığı yıllarda girmiştik o yaşlara. Evet, pandemi yüzümüze yüzümüze vurmuştu bazı rakamları. Doğuş hikâyeme dönersek, Köy Enstitüsü mezunu sağlık memuru bir baba ve ebelik okulu mezunu köy ebesi bir annenin ilk çocuğu olarak dünyaya gelmişim. Taze bir Cumhuriyetin köylerinden, evlerinden çıkarıp meslek sahibi ettiği iki genç insanın çocuğu olarak. İleride de bu taze Cumhuriyet tanımlarına yeniden döneceğiz sanırım. Babamızın bizden uzak mecburi hizmet yaptığı dönemlerde Ankara’da ilköğrenimimi, sonra orta ve lise öğrenimimi tamamladım. Daha sonra annemin sağlık durumu nedeniyle babamın öngörüsü üzerine İstanbul’a taşındık. Marmara Üniversitesi İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü, sonra Fakültesi’nin İngilizce öğretmenliği bölümünü bitirdim. Daha sonra, devlet bursu ile İngiltere’de Lisansüstü diploma ve British Council bursu ile Birmingham, Aston Universitesi’nde master çalışmalarımı tamamladım. Baktım öğretmenlik öğretmenliktir fazla da makam hırsım yok akademik ilerlemeyi o aşamada bıraktım. Ama hizmet içi eğitim alma ve verme deneyimlerim kariyerim boyunca sürdü.
Öğretmenliğe bir akşam ticaret lisesinde başladım, daha sonra “terfi” ettirilip barakalardan oluşan bir kenar semt ortaokuluna atandım. İyi ki! Gidilen yollar hep insana yeri dolmaz yeni dostluklar, yeni deneyimler kazandırır bence. Hızlıca geçersem daha sonra çeşitli liselerde, sonra Boğaziçi Üniversitesi, Sabancı Üniversitesi ve bir süre de konuk sanatçı olarak Kadir Has Üniversitesi’nde çalışmalarım oldu.
Türkçem başkalarının yaptığı tüm imla hatalarına kızacak kadar iyidir. Her dile saygı benim birinci önceliğim bu konuda. İngilizcemi de beğenirim. Ama çok üzgünüm, Çerkes bir baba ve Çerkes, Türk, Arap melezi olan bir annenin kızı olarak ve bir şehir çocuğu olarak birkaç cümle anlamak ve zorda kalırsam birkaç cümle etmek dışında Çerkesçeyi geliştiremedim.
Ali İhsan Aksamaz: Eğitimciliğiniz yanı sıra bir edebiyatçısınız; yayınlanmış şiirleriniz ve hikâyeleriniz var. Bildiğim kadarıyla yayınlanmış üç kitabınız var: “İçinden Vapur Geçen Şiirler”, “Biri Bana Şiir Okusun”, “Her şey Hikâye”. Bu kitaplarınız ne zaman yayınlandı? Bu kitaplarınızın dışında yayınlanmış başka çalışmalarınız var mı?
Münevver Mine Bağ: Eğitimcilik demişken önce şunu bir ifade edip geçmek isterim. Ben küçük yaştan beri birilerine bir şeyler öğretmeyi ve “okulculuk” oynamayı seven bir çocuktum. İnanılmaz gibi gelebilir kulağa ama ODTÜ İdari Bilimler Fakültesi’ne gitmek yerine İngilizce öğretmeni olmayı seçmiştim.
Yine, ilkokulun ilk sınıfından itibaren de bir yazma merakım oluştu. Dördüncü beşinci sınıf öğrencisi iken kompozisyonlar yazardım bana ilham veren konularla ilgili. Düz yazı ve şiir birbiri ile iç içe gelişti, ama soyaçekim olacak şiir biraz ağır bastı yıllar içinde. Ancak, yazdığım birçok şeyi saklamamışımdır. Biraz daha ciddi anlamda öyküler yazmaya da Sabancı Üniversitesi’nde çalıştığım yılların ortalarında bize sunulan Yazma Atölyeleri vesilesi ile giriş yaptım.
Yukarıdaki kitapları en yeniden başlayıp eskiye doğru bir sıralamak ve bir ek yapmak isterim.
“Her Şey Hikâye”, 2023 (15 yazarlı bir ortak öykü kitabı).
“İçinden Vapurlar Geçen Şiirler”, 2023 (Keşke kitabın adı daha kısa olsaydı).
“Bir Bana Şiir Okusun”, 2008 (Ağırlıklı olarak bir on yılın birikimi olan şiirler).
“Zaman Zaman İçinde”, 1999 (Babamın teşviki ve girişimi ile kitaplaşan şiirler).
Bu kitapların hiç biri bir gün kitap olsunlar diye yola çıkılarak yazılmamıştı. Şimdi de son bir yıl içinde bir şeyler birikiyor yavaş yavaş, ancak kitaplaşma sözünü ne onlara ne kendime veremiyorum. Şiirlerimi ve öykülerimi “bakın sizi okuyacaklar” diye umutlandırmak istemiyorum.
“Zaman Zaman İçinde, Babamın teşviki ve girişimi ile kitaplaşan şiirlerim”
Ali İhsan Aksamaz: Şiirleriniz ve hikâyelerinizde genel olarak hangi temaları işliyorsunuz? Okuyucularınıza hangi mesajları veriyorsunuz? Bazı edebiyatçılar, “ Edebiyat edebiyat içindir, “diyor. Bazı edebiyatçılar, “Edebiyat toplum içindir,” diyor. Bazı edebiyatçılar da, “Edebiyat insan içindir,” diyor. Siz kendinizi hangi yaklaşıma daha yakın görüyorsunuz?
Münevver Mine Bağ: Bazen gözlemler, bazen birikmiş duygular, kızgınlıklar, kırgınlıklar, insanlık adına gözlemlediğim hayal kırıklıkları, haksızlığa tepkiler, çaresizlikler, bazen nasıl da herkesin birbirine benzediğini gözlemlediğim olaylar beni dürtüp, şiir ya da öykü gibi bir form içinde dünyaya geliyorlar. Şiirlere kızıyorum, genellikle gece ziyaretçileri onlar, davetsiz.
Daha eski kitaplarım daha fazla duygu ağırlıklı idi, ama bana sorarsanız yine kişisel değil evrensel anlatımlardı. Şimdi ise daha fazla toplumsal kaygılar seslendiriyorum özellikle şiirlerimde. Öykülerim ise genellikle kısa ve çoğunlukla birer “an” hikâyesi. Konular basit gibi görünen anlık insan deneyimleri de, derin yaralar da olabiliyor.
Edebiyat kelimesini daha genelleyip “Sanat sanat içindir” ifadesini irdeleyecek olursak, ben bunu üreten insanın bireysel bir ihtiyacı bazında değerlendiriyorum ve bir anlamda çaresizlik gibi görüyorum. Yazmamak gibi bir lüksünüz yoktur yani. Sizin kişiliğiniz öyle bir kompozisyondan oluşmuştur. Ancak üretilen sanatsal nesneler arasında en çok kendinize saklananı ve en az paylaşabildiğiniz edebiyat ürünleri korkarım. Çünkü onun bir de sunumu var ve karşınızdakini paylaşıma ikna etme şansınız yok onun talebi yoksa. Toplumun sanata yönelip alıcı konumda görünmesi ya merak saiki iledir, ya da kendini biraz oralarda bulma umududur.
“Şiirlerimi ve öykülerimi “bakın sizi okuyacaklar” diye umutlandırmak istemiyorum”
Ali İhsan Aksamaz: Şiir ve hikâyelerinizi okuyanlardan hangi tepkileri alıyorsunuz? Okuyucularınız, şiir ve hikâyeleriniz hakkındaki duygu ve düşüncelerini sizinle paylaşıyorlar mı?
Münevver Mine Bağ: Okurlarımdan genellikle olumlu tepkiler alıyorum. Zaten kendi okuma emekleri ile benim üretme emeğim yoğrulduğunda sanırım okur da bir tepki vermek ihtiyacı duyuyor. Bazen bir şiirde veya bir öyküde beklenmedik bir anlatım biçimi görmek, örneğin komik bir konu veya beklenmedik bir ifadeye rastlamak da okuyucuyu sevindiriyor verilen tepkilere bakarsak. Yorumları sosyal medya üzerinden, telefonla veya yüz yüze sohbetlerde aldığım oluyor. Ama ilginçtir, kitap satış platformlarında yazılmış yorumlara henüz rastlamadım. Daha o kadar büyümedik. Sizinle ilginç bir gözlemimi de paylaşayım. Hani bir iş yaptığınızda en kolay en pohpohlayıcı yorumları yakınlarınızdan alırsınız ya, bende öyle olmadı. Onlardan bir kaç güzel cümle duymak baya zamanımı aldı ve duyunca da kendi kendime “hmmmm…” dedim, “olmuş galiba”!
Ali İhsan Aksamaz: Yayına hazır ancak henüz yayınlanmamış çalışmalarınız var mı? Yakın zamanda yayınlatmayı düşündüğünüz çalışmalarınız var mı? Yeni kitaplarınızı görecek miyiz? Bizlere müjdeli haberleriniz var mı?
Münevver Mine Bağ: Yukarıda ifade ettiğim gibi. Yayın amaçlı bir çalışmam şu ara yok. Ama birikimler oluşuyor yine. Çok ısrar ederseniz belki öncelikle yeni bir kişisel “öykü” kitabından yana yüreğim. Yani bu sefer çok yazarlı değil Münevver Mine Bağ imzalı bir öykü kitabı olur belki.
Ali İhsan Aksamaz: Türk Edebiyatının bugününü nasıl değerlendiriyorsunuz? Türk Millî Eğitim sisteminin Türkçeye gereken önemi verdiğini düşünüyor musunuz? Özellikle aydınlar ve politikacılar duygu ve düşüncülerini Türkçe olarak düzgünce ifade edebiliyorlar mı? Türkiye’de insanlar okuyor mu? İnsanlarımız okumayı seviyor mu? Bazı kitapların birçok baskı yapması ve çok satması, sizce, çok okundukları anlamına geliyor mu? Bu konulardaki duygu, görüş ve değerlendirmelerinizi bizlerle paylaşır mısınız?
Münevver Mine Bağ: Bu çok boyutlu soruya sıra sıra yanıt vermek iyi olur. Günümüzde Türkiye’de edebiyat sorusuna bakarsak, bu konuya şöyle bir giriş yapmak istiyorum. Eskiden beri inandığım bir şey var, dünyada en fazla boşa harcanan kaynak “insan”. İnsanın en fazla emeğini sömürüyoruz ama taşıdığı değerleri, yetenekleri, insan olarak becerilerini ve zihinsel kapasitesini ne kadar keşfediyoruz, ne kadar bunları değerlendirmesine fırsat veriyor sistemler, düzenler, toplumlar; bu hep sorguladığım bir şey. Şimdi baktığımda her sanat alanında veya her beceri alanında çok daha fazla sayıda insanın isminin ortaya çıkabildiğini görüyorum, ya da en azından daha çok insanın meşguliyet alanlarına girebiliyor belli alanlar. Ama bu bir arz talep meselesine dönüşüyor. Üretilen şeyler kitlelere ne kadar ulaşabiliyor ne kadar topluma mal oluyor, ne kadar karşılık görüyor ve bir karşılık görecek değerde bir şeyler üretiyor muyuz, üretiliyor mu bunları da sorguluyorum. Sonuçta birilerinin ilgisini çekebilmek için yapılacak işler ilişkilere, çevrelere dayanıyor bir bakıyorsunuz. Türk edebiyatında çeşitli ve çok sayıda insan şansını deniyor, ama herkese ulaşamıyor. Aslında şimdi yazarların yeni bir avantajı var medya ve teknoloji. Ancak buradan da yine hangi büyüklükte kitlelere ulaşabileceğiniz bir soru işareti.
Bana sevdiğim edebiyatçılar sorusu sorulduğunda yazar olarak aklıma ilk Ahmet Ümit, şair olarak Didem Madak geliyor şu anda.
Aslında günümüzde yeni bir eğilim var kitap okuma ile ilgili, insanlar klasiklere dönüp kendilerine geçmişin edebiyatını yeniden bir hatırlatmak istiyorlar, belki de özlüyorlar eskiyi. Aslında belki yeniyi ölçmek için bir endazeyi yeniden kurmak ihtiyacıdır bu kim bilir.
Özetle, Türk edebiyatının bugünkü durumunu bir okunmazlık çağı olarak gözlemliyorum. Bol yazarlı az okurlu bir toplum olduk.
Okumak bir alışkanlıktır, birçok beceri gibi eğitim yoluyla edinilir. Ülkemizde eğitim vermek değil çocukları eğitim adı altında bazı kurumlarda göz önünde el altında tutmak gibi bir politik tavır var sadece. Bence her kavram onu kullanana göre farklı bir içeriğe işaret ediyor. Örneğin “kitap fuarı” dediğinizde yapacağınız ziyaret sizi ne gibi içeriklere götürür bilemem. Kelimeleri ve onları kötüye kullanmayı sevenlerimiz de var.
Her konuda basite kaçıyoruz, çocukların gençlerin yeni beceriler edinmelerini umursamıyoruz, hatta riskli buluyoruz. Eğitim sisteminin üretimi olan bireyler örneğin medyada karşınıza çıktıklarında Türkçe kullanımı ile ilgili yaptıkları hatalar benim, bizim, nesli sanırım çok kızdırıyor, yıpratıyor. Üstelik kusurlarının farkında bile olmamaları iletişim düzeylerinin gitgide aşağılara çekilmesi sonucunu yaratıyor. Konuşamamak, düşünememek, üretememek ve üretilenin de değerini anlamamak sonucunu doğuruyor bu yüzeysellik. Beyin kasları da vücut kasları gibidir zorlamazsanız atıllaşır işlevsizleşirler.
Kendini doğru ifade etmek de eğitimle paralel bir konudur. Kelime hazneniz, düşünce diziliminiz, sözcük seçiminiz hepsi sizin beyin kapasitenizi ne kadar kullanabildiğinizin göstergesidir. Bir kaç yüz kelimeyle günü kurtarıyor olmanız da, sizi alkışlayanların çok olması da sizin iyi bir konuşmacı olduğunuzu kanıtlamaz. Televizyonda sohbet programları şöyle dursun, haber sunumunda bile örneğin öyle bir vurgu hatası yapılıyor ki şaşıp kalıyorsunuz. Yani vurgunun kelimenin anlamını değiştirdiğinin bile farkında değiller. Örneğin, haberde “bodrumda çıkan yangında” mı beş kişi öldü, “Bodrum’da çıkan yangında” mı beş kişi öldü, bunu farklı ifade etmeniz gerekir.
Aydınlar ve politikacılar diyorsunuz ya, onlar sanki başka bir toplumsal hazneden mi besleniyorlar, maalesef hayır! Ve itiraf etmek gerekirse yine her şey eğitimden geçiyor.
Ama siz bu sorularla benim derdimi deşiyorsunuz.
Kitapların baskı yapıp yapamamaları, okunup okunmamaları konusunda yine iddiam, okumakla yazmak arasında bir denge olmadığı. “Ünlü” olmadan okunmuyorsunuz, okunmadan ünlü olmuyorsunuz, bu alan da kendi ticaretini yaratmış bir alan. Kitabınızı basarken de “satış potansiyeliniz nedir” diye soruluyor. Çok satanlar hangi kriterlere göre çok satışa ulaşıyor emin değilim. Satılanların okunup okunmadıklarını da bilemeyiz.
Kurtarılmış bölgeler, kırmızı çizgiler, bayraklar, sınırlar, mayınlı alanlar burada da söz konusu. Eskiden bazı fakülte gruplarının kadro vermemek için insanların becerilerini, emeklerini görmezden geldikleri söylenirdi, şimdi de “burası benim tarlam” diyen kitleler kendini beğenmiş kabul alanları oluşturuyorlar.
“Çok ısrar ederseniz belki öncelikle yeni bir kişisel “öykü” kitabından yana yüreğim”
Ali İhsan Aksamaz: Şimdi de, izninizle, ülkemizdeki yabancı dil öğrenim- öğretimi ile “ana dili” öğrenim- öğretimine ilişkin sormak istiyorum. Tanzimat döneminden başlamak üzere Cumhuriyet dönemine kadar her seviyedeki devlet okulları, yabancı okullar ile azınlık okullarında yabancı dil öğretimi konusunda bilgi verir misiniz? Bu dönemde hangi yabancı diller ülkemizdeki okullarda yaygın olarak öğretiliyordu? Yine aynı dönemde, Tanzimat ile Cumhuriyetin ilanına kadar olan dönemde, ülkemizdeki Gayrimüslim vatandaşlarımızın okullarında kendi “ana dilleri” dışında hangi yabancı dillerin öğretildiğine ilişkin de bilgi verir misiniz? Özellikle Meşrutiyet’in ilânından sonra, “ana dilleri” Türkçeden farklı olan Müslüman vatandaşlarımız için de bazı faaliyetlerin yapılmış olduğu görülüyor. Çerkesçe, Lazca, Abazaca vb. ana dilleri konusunda bazı faaliyetler olduğunu biliyoruz. Bu bağlamda, geçmişteki “ana dili” öğrenim- öğretimi konusunda değerlendirmede bulunur musunuz? Yine bu bağlamda “Çerkes Teavün Mektebi” hakkında bilgi verip değerlendirmede bulunur musunuz?
Münevver Mine Bağ: Tarihsel analizlere baktığımızda, bütün Dünya’da “ulus” ya da millet ve milliyet kavramının doğuşunda matbaanın etkisi büyüktür. 17. yüzyılda Avrupa’da kitap ve özellikle de gazetelerin basılmaya başlanması, bu konuda dillerin belli lehçelerinin iletişimde öncelik ve üstünlük kazanmasına neden olmuştur. Daha sonra bu lehçe ve kültürler etki alanlarını tanımlamış, o topluluğa ait kültürel özellikler kendi içinde organik bağlarla tanımlanan kimliklere dönüşmüştür. Yani insanın en büyük icatlarından olan matbaa uzun vadede milliyetin tanımının anası, atası olmuştur.
Derebeylik ve hanedanlıklar zaman içinde kendi tanımladıkları uluslar oluşturup kendi etki alanlarını garantiye almak istemişlerdir. Osmanlı devleti de bu çizgiden uzak kalamamış ancak özellikle eğitimin ulaşmadığı yöre, kültür ve diller etki dışı bırakılmış uzun süre onlara pek fazla eğitim iletme kaygısı olmamıştır. Daha doğrusu liberal görünen bir tavır içinde, eşitlikçi bir yaklaşım sergilenerek etki alanları garanti altına alınmak istenmiştir. Ki bunun ötesinde Osmanlı’nın kitleleri kökenlerine göre tanımlama kaygısı zaten olmamıştır. Kitleler “komüniteler” (cemaatler) kendi haline bırakılmış, onlara bir etnik ya da kültüre dayalı dil, ya da hükümranlık dili dayatılmamıştır. Sonunda 1830’larda Osmanlı’ya da gazetecilik ve gazete etkisi ile birlikte toplum tasarımı gelmiştir. İlk gazete olan Takvim-i Vekai’nin sadece Türkçe değil azınlık ve Avrupa dillerinde de yayınlandığı not edilmiştir.
Osmanlının kitlelerin eğitimine ciddi olarak bakışı 1850’leri bulmuştur. Eğitimin birincil amacı devlet hizmetinde çalışacak insanları ve ticareti yönlendirecek kadrolar oluşturmak olmuştur doğal olarak. Ancak Osmanlı’nın toprak kaybedip bazı alanlardan çekilmesi sonrası, örneğin Avrupa ile ilişkiler elçilikler düzeyinde ve ticari alanlarda Fransızca, Almanca, Rusça gibi dillerin önemsenerek okulların eğitim programına alınması sonucunu doğurmuştur. Bu süreç içinde de medreselerde kitapların Arapça, Farsça, eğitim dilinin ise Türkçe olduğu ifade edilir.
Azınlıklara kendi dillerinde eğitim yapmalarına izin verilmesi konusunun bana etnik kökenim nedeniyle en yakın bir örneği, Çerkes Teavun Mektebi’dir. 1908’de kurulan Çerkes Teavün Cemiyeti 1910’da çocukların eğitimini hedefleyen Çerkes Teavün Mektebini kurmuş bu okulda bilim alanları dışında, beden eğitimi ve sanat dersleri de verilmiş ve kız erkek karma eğitim yapan bir kuruluş olmuştur. Bu okul 1914’de kapanmıştır, bu tarihten sonra okul ile ilgili bir kayıda rastlanmamıştır. Bu okulun eğitim dili Çerkesçe idi ve yazı için Latin alfabesinin Çerkesçeye uygulanmış bir şekli kullanılmıştı.
Daha sonra 1919 da İstanbul’da Çerkes Numune Mektebi açılmış, aynı şekilde geniş bir programlı karma eğitim veren bir kurum olmuştur.
Daha sonra Lozan Anlaşması ile 1923 tarihinde Çerkes Kadınları Teavun Cemiyetinin kapatılması ile bu okul da kapatılmıştır.
Kısacası, Osmanlı Devleti çeşitli dönemlerde ihtiyaca göre çeşitli eğitim kurumlarının oluşturulmasına ve eğitimin değişik dillerde yapılmasına olumlu bir ortam sağlamıştır.
Ali İhsan Aksamaz: Cumhuriyetin ilânıyla başlayan ve günümüze kadar devam eden süreçte her seviyedeki devlet okulları, yabancı okullar, (kendi “ana dilleri” ile birlikte) azınlık okulları, İmam- Hatip Liseleri, özel okullar ile özel dershane ve kurslardaki yabancı dil öğretimi ülkemizde nasıl bir seyir izledi? Bu dönemde özelikle hangi yabancı diller ülkemizdeki okullarda ve diğer kurumlarda öğretildi, öğretiliyor? Bu konularda bizleri bilgilendirir misiniz? Bu konularda değerlendirmelerde bulunur musunuz?
Münevver Mine Bağ: Cumhuriyet döneminde dil eğitimi yeni kurulan bu ülkenin kendini toparlama faaliyetleri içinde yer almıştır, ulus devlet perspektifi içinde bakılmıştır, farklılıklar bu tanım içinde yer almamıştır. Bu konuda ilk eylem 1924 yılında çıkarılan Tevhid-i Tedrisat kanunu olmuştur. Eğitimde birlik sağlanması için bütün başka dillerde eğitim yapan okullar kapatılmış Türkçe eğitim esas alınmıştır. Ancak yabancı dilde eğitim yapan yabancı özel okullar kapatılmamıştır.
Türkiye’de 1928’de Türk Eğitim Derneği’nin kurulduğunu ve yabancı dil eğitimine ağırlık veren “kolej” adlı kurumların oluştuğunu görüyoruz. Daha sonra da 1956 ve sonrası Türkiye’de Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde İngilizce, Fransızca ve Almanca’nın öğretim dili olarak kullanıldığı kolejler açılmıştır. Bu okulların adı daha sonra Anadolu Lisesi olarak değiştirilmiştir. Tarihsel süreç içinde Dünya üzerinde devletlerin etki alanlarının ve ilişkilerin değişimi paralelinde Yabancı Dil eğitiminin ve yabancı dilde eğitim yapan okulların neredeyse tamamının İngilizce eğitime döndüğünü gözlemliyoruz. Ki burada özellikle üniversiteler söz konusudur.
Devlet okullarında yabancı dilin haftada belirli bir saat olarak öğretimi söz konusu olmasına karşın ağırlıklı ve başarılı bir dil öğrenimi göremiyoruz. Kolej ve sonra Anadolu Liselerinde dil öğretimi ağırlıklı ve öncelikli amaç olmuştur. Özellikle hazırlık sınıfları ile bu kurumların başarılı düzeyde dil eğitimi yaptıklarını görüyoruz. Ancak Türkiye’de meslek liseleri kavramının öğrenciyi yeteneğine ve ilgisine göre farklı eğitim alanlarına erken çekmek amacıyla sistem içine alındığını, erken başlayan özel eğitim müfredatı ile meslek dersleri ağırlık kazanırken dil eğitiminin öncelikli olmadığını görüyoruz.
Mesleki eğitime dini toplumsal açıdan bir yaklaşımla Cumhuriyet döneminin ilk açılan okulları arasında İmam Hatip Liselerinin de yer aldığı kayıt altındadır. Bu okulların özgün müfredatı doğrultusunda programa entegre edilen Arapça dili ile karşılaşıyoruz, ki bu da zaten Osmanlı devletindeki medrese ve Arapça eğitimi yaklaşımlarının devamını oluşturuyor. Türkiye Cumhuriyeti’nde 1930 ile 1948 yılları arasında İmam Hatip Okullarının kapalı olduğu kayda geçmiştir.
Türkiye Cumhuriyet’inde 2010’lu yılların başında toplumsal bazı açılım girişimleri doğrultusunda “Yaşayan Diller ve Lehçeler” dersi Milli Eğitim Programına alınmış ve bu kapsamda çeşitli azınlık dilleri seçmeli ders olarak müfredata alınmıştır. Bu derslerin hangi oranda devam ettiği ve ne ölçüde talep olduğu konularında bilgi sahibi değilim doğrusu. Bir yere kadar bu eğitimlerin en başından talep açısında düşük düzeylerde kaldığı ifade edilmekte idi.
Bir dil öğretmeni olmama ve eğitim dili İngilizce olan kurumlarda çalışmış olmama rağmen yabancı dilde eğitim konusunda benim hep sorgulamak istediğim bir boyut daha vardır. Çocuklarımıza Anadolu liselerinde 3-4 hatta 8 yıl İngilizce eğitim verip sonra onları “üniversite”ye girmek istediklerinde Türkçe sınavlara sokarak test ederiz! Büyük bir haksızlık mı yoksa bir pazarlama işi midir bilemiyorum.
Buradan hareketle bir anım ile ilgili bir not düşmek isterim. Cumhuriyet döneminde azınlıklara ana dilde eğitim veren okullar konusuna değineceğim. Bilindiği gibi, azınlık okulları Rum, Ermeni ve Musevî azınlıklar tarafından kurulmuş, Lozan Antlaşması ile güvence altına alınmış ve kendi azınlığına mensup Türkiye Cumhuriyeti uyruklu öğrencilerin devam ettiği okullar olarak tanımlanmışlardır. Bu okullarda azınlıklara mensup Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının çocukları okuyabilmektedir. Ancak bu okulların sayısı zaten sınırlı iken gitgide öğrenci sayıları da düşmektedir. Yine 2000’li yılların ortalarında ana dilde eğitim tartışmalarının komisyonlar, eğitim kadroları ve ilgili vatandaş gruplarının sivil toplum örgütleri ile tartışıldığı toplantılar söz konusu idi. Bu toplantılardan birinde bu azınlıklardan birine mensup önemli derecede tecrübeli bir katılımcı kendi azınlık grubu ile ilgili olarak vatandaşların artık çocuklarını azınlık okullarına göndermek istemediklerini, bu eğitim yaklaşımının çocuklarını sistem içinde diğer öğrencilerle yarışamayacak konuma getiren dezavantajlara neden olduğunu düşündüklerini ifade etmişti.
Ali İhsan Aksamaz: “Ana dili” denildiğinde yüz yıl önce ülkemizde kastedilenle, bugün kastedilenin oldukça farklı anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Biliyorsunuz, Çerkesçe, Gürcüce, Abazaca, Lazca vb. “ana dilleri” artık devlet okullarında “seçmeli ders”. Gerek “ana dili” gerekse de okullardaki seçmeli “ana dili” dersleri konusundaki görüş ve değerlendirmelerini bizimle paylaşır mısınız?
Münevver Mine Bağ: Ana dili ve ana dil dersleri ile ilgili olarak kısaca yukarıda değindiğimiz noktalar var, ancak burada ben de bu “tanımlar” konusuna bir değinmek isterim. Ana dili sözcüğünü aslında tanımlamak bile gereksizdir. Tanımı kendi içinde bir sözcük bu. Bebekler ana dilini annesinden öğrenemiyor ise ortada tuhaf bir durum var demektir. Anne kendi dilini mi konuşamamaktadır, çocuk bu kültürel mirastan koparılmakta mıdır, yoksa bir birlik ruhu mu “kurulmaya” çalışılmaktadır.
Ulus- devlet kavramı herkesin malumudur. Devletin sınırlarını belirleyen bir ulus vardır ve onun kültür ve dili “doğal!” olarak ülkenin kültür ve dilidir gibi bir çıkarım yapılmaktadır. Ancak 1789 Fransız İhtilâli ile bu kavramın ilk meyvesini veren ulus devlet olan Fransa’da bile bu uluslaşmanın asimilasyan yolu ile belki de kısmen oluştuğu ifade edilebilir. Dayatmalar dünyanın her yerinde acılara neden olur, olmuştur. Eminim hiç bir etnik kimlik kendi kimliğini bir başkasının tanımlamasını istemezdi.
Doğal olarak dil aile içinde öğrenilir. Türkiye’de bu öğrenim yerel olarak aile ve dış çeperdeki insanların aynı dili kullanıyor olması halinde kendiliğinden bir kazanım şeklinde edinilirken, eğitim söz konusu olduğunda ana dili kullanımı ve “ulus dil”inin bilinmemesi kişiyi dezavantajlı duruma düşürmektedir. Ailenin karmaşık bir sosyal yapı içinde başka etnik kökenlerle karışık bir ortamda yaşaması veya ekonomik ya da sosyal şartlar nedeniyle bazen kişinin ana dilini öğrenememesi ve veya öğrenmemeyi seçmesi durumları yaşanmakta. Bu paradoks içinde mantıklı olanı ana dil gerçekliğinin kabulü ve edinilmesine destek olunması iken, bir taraftan da eğitim dili özellikle de bu ulus devleti de aşan global çağda yerel dil ile nereye kadar gidilebileceğinin iyi tartılması gereğini doğurur. Herkese ana dilinde bir yüksek öğrenim verebileceğimizi iddia etmek ne kadar inandırıcı olur, hele de yukarıda yabancı dilde eğitim yapan yüksek öğretim kurumlarından söz etmişken. Bir devletin sınırları içinde etnik farklılıklar varsa kişilerin hem bu devletin resmi dilini hem de kendi ana dillerini aynı etkinlikle kullanabilmeleri herkesin yararına olacaktır. Bunu bile yabancı dil eğitimine doğrudan bağlayabiliriz. Ana dilini iyi kullanamayan, ana dilinin yapısal özelliklerini, kelime haznesinin boyutlarını tanımayan insanlar için yabancı dil öğrenmek daha zorlayıcı bir girişim oluşturur.
Çerkes Teavün Mektebi (1910)
Ali İhsan Aksamaz: Edebiyat alanındaki çalışmalarınız ile yabancı dil öğretimi, Türkçe ve “ana dili” öğretimi konusundaki bilgi, görüş, duygu ve değerlendirmelerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederim. Benim sormadığım ancak sizin okuyucularımızla paylaşmak istediğiniz başka bilgi, görüş ve değerlendirmeleriniz varsa, onları da okuyucularımızla paylaşır mısınız?
Münevver Mine Bağ: Bu soru için teşekkür ederim. Aslında doğrudan konumuzla ilgili olmayacak ancak paylaşabileceğimi hissettiğim birkaç duygu ve düşünceyi eklemek isterim.
İnsanın kaygıları ve acıları bu derece gerçek iken bunlar dışında her şeyin son derece yüzeyselleştiği bir çağda yaşıyoruz, çok fazla çokuz, niteliksizleşiyoruz. Sevgi, empati, paylaşım ve başkalarına değer verme gibi duygular gitgide “azınlığa” düşüyor. Bilim ve toplum ağır ve gözardı edilen konulara dönüşüyor. Zamanında doğum kontrolüne karşı çıkıp her şeyi doğaya bırakanlar şimdi salgınlarla öldükleri zaman komplo senaryoları yazılmaya başlanıyor. Konularımızdan biraz uzaklaşıyorum ama şunu da vurgulamak istiyorum, doğa gereği bütün canlıların etraflarında olması gereken bir güvenlik alanı vardır, bir canlı, bir tekil birey olarak, bu alanlar gitgide kayboluyor her birimiz diğerinin güvenlik alanlarının içinden geçiyoruz bütün canlılar. Bu “yakınlık”tan her zaman olumlu sonuçlar çıkmıyor, eğer karşınızdakinin varlığını algılamak, kabullenmek ve değerlendirmek gibi bir bilinç düzeyiniz yoksa.
İnsanların en hızlı ilerledikleri alan teknoloji ve yapay zekâ oldu. Ancak biyolojik bir canlı olarak, ruhsal bir varlık olarak bu ilerlemenin çok gerisinde kaldılar. Toplumsal sistem, insan ilişkileri hızla ilerleyemedi aksine herkes birbirini daha fazla tehdit olarak görmeye başladı.
Bir öykü vardır, bir Kızılderili öyküsü, ayrıntıları hatırlayamıyor olabilirim kısaca şöyleydi özü: bir grup yabancı Kızılderililere ait bir bölgede onların kendilerine rehberlik edip bir yere götürmesini isterler. Yolculuk sırasında bir ara Kızılderililer hiçbir şey demeden oturup hareketsiz kalırlar. Buna çok şaşıran yabancılar dönüp ne olduğunu sorduklarında Kızılderililer “çok hızlı ilerledik ruhumuz geride kaldı durup onları beklememiz lâzım” derler.
Dünya artık çok hızlı ilerleyenlerle hiç ilerleme niyetinde olmayan, algıda birbirinden çok farklı birçok insan denen yaratığın yaşadığı ve birbirine sorunlar yarattığı bir gezegen.
Herkes için iyilikler diliyorum.
Bu röportajda hiçbir zaman çok derin olduğunu iddia etmeyeceğim tarihsel ve sanata ilişkin birkaç bilgi ve fikrimi sizlerle paylaştım. Röportaj için sana teşekkür ediyorum sevgili Ali İhsan. İnsanların geri dönüp baktığında iyi ki yollarımız kesişmiş dediği insanları tanıyor olması güzel bir duygu.
Ali İhsan Aksamaz: Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Çalışmalarınızda başarılar dilerim. Sağlıcakla kalın.
Münevver Mine Bağ: Ben çok teşekkür ederim. Güzel günlerde görüşmek dileğiyle diyelim o zaman.
ÜCRA BİR KÖŞE
Bir ücra köşesinden geçiyorduk evrenin
Bulutlarla kaplı gökyüzü,
Gece mi gündüz mü?
Bahar mı güz mü?
Bir ücra köşesinden geçiyorduk hayatın
Kimsenin kimseyi anlamadığı,
Sekiz milyar insan sekiz milyar dil konuşuyorduk,
Bir karaltı göründü bir ücra köşesinde
Kapıları asırlardır kapalı bir yüreğin,
Pek seçilmiyordu,
Ama akrabaydı ruhları,
Garip masum unutulmuş…
Evrenin ortak aklıydı mirasları,
Ve insanlığın…
Münevver Mine Bağ, 06. 03. 2020
Okuduklarımız bizde karşılık bulduğunda, yüreğimizi titreştirdiğinde okumanın ötesinde iz de bırakıyorlar. Siz yazıp, paylaştıktan sonra şiirleriniz, hikayeleriniz yüreklerimize emanet, gönlünüze sağlık. Aynen katıldığım ya da bende merak ve araştırma isteği uyandıran bilgilerle dopdolu, hatırlatan, düşündüren bu anlamlı söyleşi için çok teşekkürler sevgili Münevver Mine Bağ ve Ali İhsan Aksamaz.
Değerlendirme ve güzel sözleriniz için teşekkür ederim, Bedia Hanım. Sağlıcakla kalın. Selâmlar.