Evren, Eskişehir’e ilk kez bir sonbahar akşamüstü varmıştı. Porsuk Çayı’nın üzerine vuran son altın ışıklar, lületaşı dükkanlarının vitrinlerinde dans ediyordu. Ama onun içi, bu huzur manzarasına rağmen, bir savaş alanı gibiydi. Odasının penceresinden, sözde o “geleceğin madeninin” kurulacağı yöne bakarken, zihninde iki Eskişehir çarpışıyordu.
Birinci Eskişehir; Balaban Konağı’nın ahşap oymalı cumbalarından süzülen tarihti. Odunpazarı evlerinin rengarenk cepheleri, her biri bir anıyı fısıldardı. Bu Eskişehir, insanın yüreğine dokunan, sıcak, dokunaklı bir şiirdi.
İkinci Eskişehir; proje dosyalarında gördüğü, mavi baskılı haritaların üzerinde kırmızıyla çizilmiş devasa sahaydı. Evren, araştırması sırasında öğrendiği teknik terimlerle düşünüyordu. Burası sadece bir maden değil, bir “hidrometalurji santrali” olacaktı. Akşamını, NTE’ler hakkında okuduğu karmaşık makalelerle geçirmişti.
“17 element,” diye mırıldandı. “Periyodik tablonun görünmez kahramanları. Lantanitler ve skandiyum, itriyum…”
Zihninde, bu elementlerin isimleri bir büyü gibi yankılanıyordu: Neodimyum. Rüzgar türbini jeneratörlerinin ve elektrikli araç motorlarının vazgeçilmezi. Praseodimyum. Aynı motorlarda neodimyumla birlikte çalışır, mıknatısın sıcaklık direncini artırırdı. Terbiyum. Enerji tasarruflu ampullerin ve lazerlerin içindeki küçük ama kritik bileşen. Evropiyum. Akıllı telefon ekranlarındaki kırmızı renk ondan geliyordu.
Bu elementler olmadan, modern dünya bir anda 50 yıl geriye giderdi. Yeşil enerji devrimi durma noktasına gelir, akıllı telefonlar aptal, ekranlar renksiz kalırdı. İşte bu “yeşil teknolojilerin” karanlık sırrıydı: Kendileri temiz enerji vaat ederken, üretim süreçleri büyük bir çevresel ayak izi bırakıyordu.
Evren’in iç dünyası ise bu iki şehir arasında sıkışmıştı. Bir yanda, bu stratejik elementlere sahip olmanın bir ulus için ne anlama geldiğini anlama arzusu vardı. Çin’in uzun yıllar bu piyasaya neredeyse tek başına hükmettiğini, bunun jeopolitik bir silaha dönüşebildiğini biliyordu. Türkiye’nin bu bağımlılıktan kurtulma hamlesi, anlaşılır bir hedefti.
Diğer yanda ise, bu bağımsızlığın bedeliyle ilgili derin bir kaygı vardı. Okudukları aklına geldikçe içi ürperiyordu. NTE cevheri, genellikle toryum ve uranyum gibi radyoaktif elementlerle iç içe bulunuyordu. “Kızılcaören’deki yatağın da toryum içerdiği söyleniyor,” diye düşündü endişeyle. “70 bin ton radyoaktif atık… Bu, Çin’deki Bayan Obo’da yıllık üretilen atık miktarı. Aynı kaderi mi paylaşacağız?”
Korkusu, sadece radyoaktivite de değildi. Sürecin kimyasal kısmı onu belki daha çok korkutuyordu. Asit liçi. Cevheri, atıyor genellikle sülfürik asit veya hidroklorik asit gibi güçlü kimyasallarla yıkamak… Bu süreçte açığa çıkan atık sular, arsenik, kurşun ve cıva gibi ağır metallerle kirlenebiliyordu. “Kapalı devre sistem” vaadi vardı, ama “ya bir sızıntı olursa?” diye düşünmeden edemiyordu. Yeraltı sularına karışacak bir asit veya ağır metal, onlarca yıl temizlenemez, Porsuk’un sularını, o şırıl şırıl akan hayat kaynağını zehirleyebilirdi.
Ali Amca ile konuşması, bu iç savaşı iyice alevlendirmişti. Yaşlı adamın, “Asıl nadir olan, işte bu temiz toprak,” demesi, Evren’in zihninde bir şimşek çaktırmıştı. Ali Amca’ya, onun toprağını besleyen suyu korumanın, bir akıllı telefon bataryasından çok daha “stratejik” olduğunu nasıl anlatırdı?
Ertesi gün proje yetkilisiyle tekrar görüştü. Adam, “Biz sadece fiziksel zenginleştirme yapmayacağız,” diye anlattı. “Buradan çıkan konsantreyi, özel bir solvent ekstraksiyon prosesiyle, tek tek elementlerine ayıracağız. Yani burada, dünyanın sayılı NTE işleme tesislerinden birini kuracağız.”
Evren, bu gururlu anlatıma kayıtsız kalamadı. Bu, gerçekten de iddialı bir teknoloji hamlesiydi. Ama aklına bir soru takıldı: “Peki bu solventler, yani çözücüler? Kullanılan kimyasalların güvenliği ve atık yönetimi konusunda ne gibi önlemler alınıyor?”
Yetkili, teknik detaylara girerek “en ileri arıtma” sistemlerinden bahsetti. Ama Evren’in içindeki şüphe, bir türlü dinmiyordu. Teknoloji ileriydi, evet, ama doğa öngörülemezdi. Bir hata, bir ihmal, bir beklenmeyen durum… Ve her şey tersine dönebilirdi.
O gece, otel odasında, bilgisayarının ekranına düşen yansımasını izledi. Kendi yansımasıyla konuşur gibiydi:
“İşte buradayım. Bir yanda, lületaşı gibi işlenerek güzelleşen bir medeniyetin mirasçısıyım. Diğer yanda, asitler ve solventlerle yıkanmış, radyoaktif atığın gölgesinde bir geleceğin tanığı olmak üzereyim. Hangisini seçeceğiz? Praseodimyum’un manyetik gücünü mü, yoksa Porsuk’un şırıltısını mı? Terbiyum’un parlak ışığını mı, yoksa Eskişehir’in üzerindeki yıldızları görebildiğimiz berrak gecesini mi?”
Başlık, zihninde bir mühür gibi yer etti: “İki Nadir Şey: Toprak ve Vicdan”
İlk cümleleri, artık bir iç hesaplaşmanın ve teknik gerçeklerin harmanlandığı bir manifesto gibi aktı:
“Eskişehir’in kalbinde iki nabız . Biri, lületaşının narin dokusunda; diğeri, yerin altındaki 17 ‘nadir’ elementin atomlarında. Neodimyum, rüzgar türbinlerini döndürsün diye; praseodimyum, elektrikli araçlar hızla yol alsın diye burada yatıyor. Ancak onları çıkarmak, asit banyolarından ve radyoaktif gölgelerden geçmek demek. Bir avuç toprağın, bir damla suyun değerini, bir cep telefonunun tüm bileşenlerinden daha ağır basıp basmadığını kendimize sormak zorundayız. Çünkü gerçek nadirlik, periyodik tabloda değil, yaşamı mümkün kılan o kırılgan dengededir.”
Evren, yazarken sadece bir haber yazmıyordu. O, bir teknoloji çağının, insanlığın en kadim varlığı olan doğayla olan sınavını belgeliyordu. Ve biliyordu ki, en derin gerçekler, en karmaşık kimyasal formüllerde değil, en basit bir toprak parçasının sessiz dilinde saklıydı.







