Kuşlarla düş(ünce) yolculuğu
Korkut Akın (korkutakin@gmail.com)
Bir şeyler sizi hayatın içine çeker, bağlar kendine… Güneşin doğuşu, kuşun kanat çırpması, yağmurun sesi, derenin şırıltısı, çocuk gülümsemesi, el ele tutuşmanın sıcaklığı… dilediğinizce çoğaltabilirsiniz. Şairin şiirce dillendirdiği gibi “kelimeler kifayetsiz kalır” çoğunlukla. Hissedersiniz de dillendiremezsiniz; resmini yapmaya başlarsınız renkler yetmez, filmini çekersiniz ışığı uymaz, sahneye koyarsınız dekorlar sığmaz, taşları yontmaya heykel için murcunuz körelir, çekiciniz hafifler. Bir şey yapmak gerekir ama… Bir şey… Dilinizin ucundadır. Ölüm karşısında çaresiz kalanın ağıtı nasıl yetmez olur da kırnaklarını geçirirse yüzüne, yolarsa saçlarını belik belik, dönenir durursunuz ortada. Bir küçük şey gerekir, bir küçük şey.

Yaprağa düşen damla…
Sözcükleri art arda ekleyip duygularınızı sayfalar boyu aktarmanız da, rengârenk boyadığınız tuvaliniz de, pencerenin önünde oturup denizi ve kıyıya ulaşan dalgaları izlemeniz de iğne deliği kadar küçük bir ışık bekler. Yaprağa düşen su damlasının sesi gibi bir şeydir o. Çoğunlukla duymadığınız, ama zamanı ve zemini denk geldiğinde kulağınızdan silinmeyecek denli küçük bir “tıp”tır aslında… Bir yıl açılır o küçük sesle, aydınlık, keyifle yürünen, yaşamın keyfini sürdürebileceğiniz… gülümseme yayılır yüzünüze.

İnsanlığın anlatımı…
Geçmişi geleceğe bağlayan (gelin, biz buna yaşam diyelim) yolda, mağara duvarına elinin izini bırakan insan, korkusunu da gelecek umudunu da sese dayamış. Ritmik, belki de bugünün insanının hiç önemsemeyeceği bir ses çıkarır ki, yaban hayvanları uzak dursun, evcilleştirdikleri ayrılmasın yanından, belki umut olsun yakınındakilere. Beden dili belirleyicidir, ya gözden ıraksa? Sözün ve yazının yetmediği yerde ezgi gelir koşarak yardıma. (Sinema için de birebir uyar bu cümle aslında ve sinemada görüntünün en büyük destekçisi de müziktir, doğal olarak.)

Zaman akar…
Anlatılanın daha bir anlam kazanması, daha çok insana ulaşması, daha keyifli olması, yeni umutlara yelken açması için taş üstüne taş koyarcasına örmüş tüm bunları insan. O insana sanatçı demişiz, biz de. Estetik bir duygu yüküyle, taşımak için yaşamı akan zamanla birlikte, evirmiş çevirmiş, renklendirmiş, tatlandırmış, ışıltılarla bezemiş, tümünü bir araya getirerek yoğurmuş…
…ve işte geldik şimdiye.
Yaşama kültürünün izi…
Türlü biçemlerle karşımıza çıkan bu estetik yapıtı, kavram olarak bizlere sunan Nazım Çınar, şimdi artık bizi kendi duygumuzla baş başa bırakıp kendi yorumumuzu yapmamızı istiyor. Yıldız Teknik Üniversitesi İnteraktif Medya Tasarımı Yüksek Lisans Programını, “Sosyomatetiksel Yaklaşım Modelinden Hareketle İşitsel (Duysal) Sinematografi” başlıklı tez çalışmasıyla tamamlayınca daha bir duyulur oldu sesi.

Burada bir parantez açmak gerekir: Bizim ülkemizde, hele de müzikle ilgiliyse insan öncelikli olarak yaşama kültürünün izini sürüp anlatmak istediklerini daha dolu dolu anlatmayı tercih eder. Tamam, para gerçekten çok önemlidir, ama söyleyecek sözü olanın paradan önce ulaşması gerekenler insanlardır. Doğanın sesine kulak veren, günümüz insanının vahşi kapitalizm ile çokça ezilen yaşamına bir başka bakış açısı sunmak için bekleşenlere, umudu üzmeyenlere ulaşıp da “yaraya merhem olmak” ister.
Nazım Çınar, bu çerçevede, örgün eğitimini tamamlar ve arkasından gelen genç kuşakların da elinden tutarken bir yandan da tezinin ışığında sinema filmlerine müzik yazar. Tiyatro oyunları müzikler, etkinlikleri şenlendirir. (Unutmadan, hiç nota bilmeden, müziği ruhunda hisseden annesinin ki, Türkiye’nin en güzel, en güçlü seslerinden biri olduğunu eklemeliyim. Muhakkak dinlemelisiniz.)
“Anka” albümünde, yazarın “önce ekmekler bozuldu” dediği gibi her şeyin ama her şeyin giderek yok olduğundan, en çok… ya da en önce kuşların kaybolduğundan, bunlara da bağlı olarak çocuk gülüşlerinin kaybolduğundan el alıp dostlukların ve aşkların da eskisi gibi yaşanmadığını ifade ediyor sazıyla, sözüyle… ve siz, o bildiğiniz “Anka”yı, Nazım Çınar ile yepyeni bir tını, bambaşka bir duygu, alabildiğine coşkuyla, başka bir gözle (kulakla mı demem gerekir) tanıyorsunuz.
Kuşlarla…
“Anka”yı oluşturan albümde galiba hepsi değil ama büyük bir kısmı kuş adıyla kaydedilmiş. Keyifli bir metafordur: Her kuşun eti yenmez. Dolayısıyla da her kuşun ötüşü farklıdır ister istemez… Nazım Çınar da, her parçayı farklı ele almış, her kuşun kendine özgü ‘dünya’sını ona uygun, etnik, senfonik, funk, jazz, pop, country gibi çok çeşitli bir soundla bestelemiş. Size kalan, kuşlarla özgürce uçmak, uçarken de düş(ünce)lere dalmak. İster Youtube (https://www.youtube.com/playlist?list=PL6bWSO9itU1UIy29JcmZu2MFLohCgLal7) isterseniz Spotify (https://open.spotify.com/album/2pxcIM8u67UttANMIu0GZK) üzerinden o duygu selini yaşayabilirsiniz.

Yerelden evrensele…
Nazım Çınar, “üç telli” sazıyla, mızraba ya da penaya da ihtiyaç duymadan (bu arada hemen eklemek gerekir; neredeyse bütün sazları, her birini virtüöz düzeyinde olmasa da iyi çalabilen bir sanatçı kendisi) ürettiği sesi -artık ezgi demek gerekir- yerellikten çıkarıp evrensele yayıyor: Amerika’nın saygın müzik yarışmalarından Global Music Awards’dan, değerlendirmeye alınan yaklaşık 40 bin yapıtın arasından “Anka / Phoenix” isimli albümüyle; en iyi albüm, en iyi besteci ve en iyi orijinal eser dallarında üstün başarı ödülünü kazandı. “Anka”, hep vurgulandığı gibi, Türkiye’de, çoklu stillerde bestelenmiş eserlerden oluşan ilk konsept albüm olma özelliğini taşıyor. Çınar, Anka ile insan kültürünün kaybettiği değerlere ve doğadan uzaklaşmasına dair bir hikâye çerçevesinde, birbirinden farklı müzikler dinleme fırsatı sunuyor.
Üretmenin vazgeçilmez mutluluğu…
Nazım Çınar, genç, genç olmanın yanı sıra dinç, dinç olmakla birlikte okuyup yazan, araştıran bir müzisyen; buna da bağlı olarak yenilikler peşinde, duygusunu ve düş(ünce) gücünü yaygınlaştırarak estetik bir yaşam için yapıyor her ne yapıyorsa. Çınar, dünya çapında haklı ödüller kazanan “Anka”








