“Uyan uyumak için önümüzde sonsuzluk var.”
Hayyam
“Ben kendi payıma bir iki iyice şiir yazdımsa, bunların tümünün içeriğini önceden iyice pişirdim. Sonra en uygun biçimlerini, ne çeşit uyakla (kafiye ile), ne çeşit ölçü ile yazılabileceğini, boyutunun aşağı yukarı ne olabileceğini, dilinin edasını, çeşnisini, peşinen kestirmeye çalıştım. Yani çok zahmetli bir çalışmadan sonra işe koyuldum.”
Nazım Hikmet Ran
Nazım Hikmet’i anlatmak şüphesiz dünyanın en kolay ve en zor işidir diyebilirim. Kolaydır, çünkü herkesin Onunla ilgili bir fikri ve bilgisi vardır. Zordur, çünkü Nazım Hikmet, sanılanın aksine, yaşadığı ömre, pek çok şeyi sığdırmayı başardığı gibi gerek devlet, gerekse onun kendi deyimiyle “dostları”, Nazım ile ilgili pek çok şeyi gizlemiş veya çarpıtmışlardır.
Biz bugün Nazım’ı anlatırken, onun mavi gözlerinden, sarı saçlarından ve sevgililerinden bahsetmeyeceğiz. Biz Nazım’ın ‘‘çilesi’’nden ya da bedbahtlığından da bahsetmeyeceğiz.
“Evet, bugünlerde aşkları ön plana çıkarılan, dünyanın sayılı şairlerinden biri olan Nazım Hikmet’in bir de siyasi yaşamı vardır. Şiiri ve aşkları kadar başarılı olmasa da… Olması da beklenemezdi. Bir tarafta şiir ve aşk, öbür tarafta siyaset… Uyum, gayri mümkün” (Hasan Pulur, 17 Ocak 2002 milliyet)
Terbiyesizliği ve haddini bilmezliği görüyor musunuz? “Şiirleri ve aşkları kadar başarılı olmasa da” ve maalesef bu alçaklık ve küstahlık sadece Hasan Pulur’a ait değildir. Bu Nazım’a yönelik kampanyalardan sadece bir örnektir. Biz Nazım’ı anlatırken, yukarıdaki alıntıda olduğu gibi, burjuva kalemşorların söylediği Nazım’ın şiirde başarılı, ancak politikada başarısız olduğu uydurmacalarına da pabuç bırakmayacağız.
Biz, burada, “bizim Nazım”ı anlatmayı tercih edeceğiz desek bile, aslında Nazım’a haksızlık etmiş oluruz. Çünkü “bizim” olmayan bir Nazım yoktur. Nazım; Her şeyi ile ve her yönüyle bizimdir.
Yaşamın bir bütün olduğu gerçeğinden yola çıkarak, şunu söyleyebiliriz ki; bir insanın politikasıyla sanatının ayrı ayrı ele alınamayacağını iyi bilmek gerekir. Nazım’ın sanatını yüceltip, politikasını eleştirenlere, Nazım’ın şiirlerinin politikasını ideolojisini nasıl içerdiğini ve sanatının, şiirinin nirengi noktasını bu ideolojinin oluşturduğunu hatırlatmakla yetinelim.
1923’te yazdığı Şair adlı şiirinde kendi şairliğini şöyle tarif etmektedir:
“Şairim
şiirden anlarım,
en sevdiğim gazel
Anti Dühringidir Engelsin..
Şairim
bir yıl yağan yağmur kadar şiir yazdım..
Fakat asıl
Şaheserime
başlamak için
Hafızı Kapital olmayı bekliyorum.”
Nazım Hikmet’i anlatmak, Onun kaç yılında nerede doğduğunu, nerde büyüdüğünü, ne kadar hapis yattığını, kaç kişiyi sevdiğini ve nerde öldüğünü anlatmakla sınırlandırılamaz. Bu anlatım biçimi, klişe burjuva biyografi biçiminden başka bir şey değildir. Yukarıdaki şiirinden de anlaşılacağı üzere, Nazım Hikmet aslında 1922’te doğmuştur (Örgütlü mücadeleye katıldığı tarih) dersek, abartmış olmayız diye düşünüyorum.
NAZIM HİKMET BU TOPRAKLARIN ŞAİRİDİR.
Nazım’da şiir basit bir duygu fırtınası değildir bir savaş aletidir. “İster mermi kullanın ister oy pusulası insan iyi nişan almalı. Kuklayı değil kuklacıyı vurmalı.” diyor Malkom X. İşte Nazım’daki, şiirin usta nişancılığı da O’nun ideolojisinden geliyor.
Nazım Hikmet’in ‘’Memleketimden İnsan Manzaraları’’nı, okuduğumuzda görürüz ki, Nazım bir manzarayı seyreder gibi seyretmekle kalmaz, toplumun, çelişkilerin ve mücadelenin içine işlemesine, içimize işlemesine izin verir. İnsanın tüm durum ve hallerini onun sosyal ve toplumsal ilişkileri içerisinde ve aynı zamanda kendine özgülüğünü yitirmeden resmeder. Nazım Hikmet bir seyirci değildir. Tarif ettiği sahneler, acılar, yokluklar insanın tahammül sınırını aşacak kadar acıklı ve çaresiz hallerdir. Ama Nazım çerçeveyi salt bunun üzerine kurmaz. Öyle karakterler çıkarır ki karşımıza, her biri kendi içinde diyalektiğin yaşamda beden bulmuş halidir. Ve yine öyle olaylar koyar ki önümüze, Volokolomsk Şosesi’nde üzerinize gelen Alman tankının palet izlerini hissedersiniz vücudunuzda… Ancak salt bunları hissetmekle kalmaz aynı zamanda o tanka karşı savaşmak için müthiş bir özlem ve istek duyarsınız… Tanya’nın (Zoe) yerine Nazilerin karşısına dikilmek için veya Tanya’yı oradan koparıp almak için çırpınışınız. Ve yine sadece bazen bir anı yaşamanın bir ömre bedel olduğunu ta ruhunuzun derinliklerine dek hisseder ve arzularsınız… Tıpkı Dostyoveski’nin dediği gibi; “Nasıl ki bir yiyeceği sevmenizin nedeni onun bolluğu değil tadıdır, hayatı güzel kılanda uzunluğu değil anlamıdır.’’ Nazım Hikmet’in gerek kendi hayatı gerekse ürünleri böylesi bir anlamın ne demek olduğunun en büyük kanıtı değil midir?
Yani burjuva kalemşorlarının bize anlattığının aksine, Nazım’ın şiiri ile siyasal hayatı birbirinden ayrı değil aksine iç içedir. Nazım’ı Nazım yapan, hümanizm anlamında bir insan sevgisi yaklaşımı değildir. Nazım’ın insanı tanımlaması (bakınız diğer bazı şiirleri, akrep gibisin vb.) insanın hak etmediği bir yaşama boyun eğişine isyanla doludur. Burada kendi sorumluluğunu da açıkça ifade etmekten çekinmemektedir. Nazım Hikmet halkını, acılarını “ancak yaşayanın anlayacağı” var sayılan duyguları içselleştirerek, bir değişim ve dönüşüm sürecine evrilmesi için ön tanımlama şeklinde sunar. Sınıf savaşımının, tüm yaşam ve eylemlerini, aşkı, korkuyu, kahramanlığı nasıl belirlediğini gösterir bize Nazım. Ve gerektiğinde bu konuda ödenecek bedellerin bir hüzün değil onur kaynağı olduğunu gösterir… Tıpkı Bertholt Brecht’in dediği gibi “savaşan bazen kaybedebilir ama savaşmayan çoktan kaybetmiştir.’’
İşçi sınıfı yalnız bir tanımlamadan ibaret değildir Nazım’da. O, “Topraktan, ateşten ve demirden hayatı yaratanların” şairidir. İşçi sınıfı, topraktan, ateşten, demirden hayatı yaratmaktadır. Hayatı yaratmak bir güçtür ve işçi sınıfının bu gücünü görmesi ancak işçi sınıfının bilincine doğrudan müdahale ile mümkündür. Bilince müdahale, yüreğe ve akla müdahaledir. Bu yüzden Nazım, işçi demekle yetinmez. Ona kudretini hatırlatmak için yüreklere ve akla cesurca müdahale eder. Nazım, teorik ve politik açıdan işçi sınıfının ve mücadelesinin ete kemiğe bürünmesi, kişisel boyutta hayata yansıması konusunda benzerine pek de rastlanmayan eserler verebilmiştir. Çünkü işçi, yalnız fabrikada işçi değildir. O, aynı zamanda Medyanın (ajans haberlerinin) yalanlarıyla kandırılan, o aynı zamanda kırıntılar ve vaatler ile oyalanan, o aynı zamanda korkularla ve yoksulluklarla tüm ilişkilerine karanlık bulaşmasının önüne geçemeyendir…
İşte bugün, bu “tüm ilişkilerine karanlık bulaşmasının önüne geçemeyen” işçi sınıfının, bu karanlıklardan çıkışının yolu da Nazım’ın şiirlerinde ince ince işlenmiştir. “Güneşe akın”ı yazmak için, o karanlığı görmek, o karanlığın acısını çekmek, o karanlıkla boğuşacak cesareti bazen kendi payından fazlasını yüklenmek gerekir. Nazım kendi payına, bunu yapmayı başarmıştır. Albert Einstein’ın sözündeki gibi “Ancak başkaları için yaşanan bir hayat yaşanmaya değer bir hayattır.’’ Nazım için hayat böylesi bir adanmışlıkla anlam kazanmıştır.
Tabii konu Nazım Hikmet olunca, insana dair, mücadeleye dair, aşka dair bir şiir ustası olunca ve Nazım Hikmet politik olarak dönemine göre yeterince yetkin olunca bugünden bakıldığında beklentiler de daha büyük olabiliyor. Bugünden bakınca bu beklentiler Nazım’ın yer yer acımasızca eleştirilmesine de neden olabiliyor. Evet altını çiziyorum, bugünden bakınca… Zira Nazım’ı dönemiyle, örgütlülüğüyle algıladığımızda bu eleştirilerin yüksek beklentilerden kaynaklandığını söylemeliyiz. Abraham Maslow’un sözü anlamlıdır; “elinde çekiç olan her şeyi çivi olarak görür”. Niyette bir sorun yoktur. Analizde sorun vardır. Nazım’ın eleştirisini yapmak ancak yarınlar için mücadele edenlerin ve bugüne dair ürün verenlerin hakkı olabilir. Nazım bize göstermiştir ki, her aydın, “yarınlara kalacak” ürünler veren her sanatçı, içinde bulunduğu topluma ve sisteme “gelecekten” bakabilmelidir. Buradan bakıldığında Nazım, ‘’Memleketimden İnsan Manzaraları’’nda, dönemini ve sistemi, net bir tarzda tarihsel bir fotoğrafını çekmiştir. Bu derinliği görmezden gelmek haksızlıktır. Nazım’ın bizzat Nazımcılar tarafından sansürlendiği de görmezden gelinir çoğu zaman. Bizzat Memet Fuat tarafından sansürlenen “Akşam Gezintisi” şiirinin şu bölümünü de okumak da fayda var:
“Mürettip Refik’le sütçü Yorgi’nin ortanca kızı
Çıkmışlar akşam piyasasına
Parmakları birbirine dolanmış.
Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış.
Affetmedi bu Ermeni vatandaş
Kürt dağlarında babasının kesilmesini.
Fakat seviyor seni,
Çünkü sen de affetmedin
Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına.”
…..
(Dikkat edin Kürt halkına yıkmıyor suçu)
Bakınız Kuvayi Milliye destanını yazdığı için eleştirdiğimiz (ki haklı bir eleştiri olmasına rağmen o dönemki TKP politikalarını da bilmek gerekir) Nazım Hikmet, 15’lerin katledilmesiyle ilgili şöyle yazmıştır:
“…
Trabzondan bir motor açılıyor,
Sahil de kala b alık
Motoru taşlıyorlar
Son perdeye başlıyorlar
Burjuva Kemal’in omzuna binmiş
Kemal kumandanın kordonuna
Kumandan kahyayının cebine inmiş
Kahya adamların donuna
Uluyorlar
Hav.. hav… hak.. tü
Yoldaş unutma bunu
Burjuvazi
Ne zaman aldatsa bizi
Böyle haykırır
-hav.. hav.. hak… tü”
İşte bu havlayanları tepesinde taşıyan, işte bu emperyalizmin uşağı sizce hangi Kemal’dir? (Kemaller’deki Boldlar bana ait)
Burada bir çelişki görünmüyor mu? Kemalizm ile hesaplaşmış bir Nazım (ki bu 1923 tarihli şiiridir) ve o dönem için şapka çıkarılacak bir durumdur. (Sonraları parti politikalarıyla aklı karışsa da önemlidir) –hatta maalesef bugün Kemalizm’le hesaplaşmayı gerçekleştirememiş “aydınların” sayısı erişenlerden daha çoktur.- Zaten durumun kendisi olayı anlatıyor. Şiirden bu bölüm gizlenmiştir. Dillendirilmemiştir. Eksiklik Nazım’da değildir, eksiklik likidasyon politikalarıyla, burjuva ideolojisiyle hesabını göremeyen o dönemin örgütündedir. Kuva-yi Milliye’deki eksiklik Nazım’da değildir. Burada Nazım bir konuda eleştirilecekse o da bu ideolojiye karşı olmasına rağmen bu karşı duruşu nedeni ile ihraç edilmesi ve bizzat ihraç edildiği partisi tarafından yoğun bombardımana tutulup, yalnızlaştırılması karşısında direnememesidir. Evet Nazım partisinde ideolojik sağlamlığı ile çoğu zaman muhalif olmuştur, ancak gerçek zaferin örgütlü mücadele ile kazanılacağının derin bilgisi ile hiçbir zaman örgüt kaçkını olmamıştır. Tarihsel süreci iyi bilmek gerekiyor. Nazım’ın Kuva-yi Milliye’yi yazdığı dönem Nazım’ın sadece burjuvazi tarafından cezalandırıldığı bir dönem değildir. O dönem Nazım’ın partisi tarafından da ‘cezalandırıldığı’ bir dönemdir. Şiirin yazılış tarihi 1936-1941 arasıdır. 1936’yı siz Memleketimden İnsan Manzaraları olarak düşünün. Çünkü aslında nüvesi bu destanda olan şiir, daha sonra Kuva-yi Milliye’ye evrilmiştir ya da Memleketimden İnsan Manzaraları daha önce Kuva-yi Milliye’deki, Karayılanların hikayesi ile başlamıştır. (Burada bir parantez açmak lazım. O da Kara Yılan hikayesinin geçtiği yerlerdir.) ‘’Memleketimden İnsan Manzaraları’’nın başında Nazım şöyle der. “939 da İstanbul tevkifhanede başlanıp ……………. biten bu kitap ona ithaf edilmiştir.” O Piraye’dir. Burada sorun yok ancak nokta noktalar nedir, adam yayınlarının baskısı dahil ne bilen(!) var ne yazan. 39’da insan manzaraları, 36-41 arasında Kuvayı Milliye Destanı… İlginç bir iç içe geçmişlik. Bu iç içe geçiş sadece tarihlerde değildir üstelik. Şiirden biraz anlayan Nazım’ı biraz okuyan herkes bu iki kitabın aslında tek kitap yani tek şiir olduğunu anlamakta zorluk çekmez. Kuvayi Milliye’de anlatılan hikayelerin tamamı o dönemin ezilen insanlarının hikayeleridir. Tıpkı ‘’Memleketimden İnsan Manzaraları’’ndaki ‘’kamburun savaş kaçkını zenginle hikayesi’’ gibi. Burada pek problem yok. Üstünden atlanan bir ayrıntı gibi dursa da bizim ezilen insanımızın, bizi de katleden (15’leri unutmadık unutturmayacağız) Bir burjuva destanına nasıl konu olduğudur. Yada diğer bir deyişle ismi ve “mavi gözleri çakmak çakmaktı…” gibi birkaç öğenin haricinde, insan manzaraları kitabının içinde olduğunda hiçbir problem olmayacak olan bu kitap, nasıl oluyor da Kuvayi Milliye Destanı haline geliyor. Gerçi burjuvazinin sanatsal acizliği olsa gerek kendi savaşının hikâyesini yazamamıştır, bu iş bir komüniste kalmıştır desek de 15’lere yazdığı şirin tüm çıplaklığında bu iki örnek nasıl bir zıtlık oluşturuyor diye sormamak mümkün mü?
Peki Nazım’ın karşı çıkmalarına rağmen “Faşizme karşı birleşik cephe” politikasının bu kitapta hiç rolü yok mudur? Hani faşizme karşı “en”ler politikası var ya, bu politikanın gereklerinden biri de burjuvazinin “ileri” unsurlarını da bu cepheye katmaktır ya…. Dimitrow’un ‘’en’’ tezlerinin de etkisiyle geliştirilen bu formül ‘’Faşizme Karşı Birleşik Cephe’’ adıyla formüle edilir. Teorik olarak ‘’Finans kapitalin ‘’en’’ gerici, en baskıcı, ‘’en’’ şoven…( bu enler devam ediyor. Dikkat edilirse Finans Kapitali baskıcı ve şovenleriyle bir sorunu yoktur bu tezin. Tez ‘’En’’ baskıcı, ‘’En’’ gerici, ‘’En’’ Şoven… olanlara karşıdır.) kesimine karşı Burjuvazinin ilerici demokrat unsurlarını da kapsayacak bir cephe kurmaktır. Oysa pratikte ise bu birkaç istisna dışında (ki o istisnalar da o kişilerin burjuva karakterlerinden değil, kendilerinin bizzat komünist olmalarından kaynaklıdır.) bu cephede çarpışanlar işçiler, emekçiler, yoksul köylüler ve komünistler olmuşlardır. Yani sınıf mücadelesinin komünist niteliğine birleşik cephe adı adında burjuva bir ideoloji yüklenmiştir. Ve Nazım’ın buna da itirazı vardır. (Aşağıda değineceğim) Peki biraz nefes alalım ve bu konuya tekrar dönelim.
Bakınız Memet Fuat, nazimhikmetran.com sitesinde şu bilgiyi veriyor: “Komintern’e bağlı yasadışı Türkiye Komünist Partisi’nden “anti-Stalinist” nitelemesiyle “ihraç” edilmişti. Çeşitli nedenlerle kendisi gibi örgütsüz kalmış arkadaşlarıyla kurmayı denedikleri ikinci bir yasadışı partiye de Komintern kucak açmamıştı. Zaten çok geçmeden bu parti kovuşturmalar, tutuklamalar, mahkûmiyetlerle kendiliğinden dağılmıştı.” (Siz bu anti-Stalinist suçlamasını Nazım Hikmet’in yaklaşan emperyalist savaş öncesi, enternasyonalist politikalardan uzaklaşmaya Partinin politika üretememesine ve hep atamalarla yönetilmesine karşı giriştiği mücadele olarak algılayınız. O dönemde ve hatta çok uzun bir süre, mevcut bir politikayı onaylamıyorsanız “anti-Leninist”, “anti-Stalinist” olarak yaftalanırdınız.) Fakat işin doğrusu Memet Fuat’ın anlattığı gibi de değildir. Fuat, ne şiş yansın ne kebap formundaki tarzını, bu olayı çarpıtırken de sürdürmüştür. ‘’İhraç’’ meselesi ve ‘’kendisi gibi örgütsüz kalmış arkadaşlarıyla’’ nitelemesi çarpıtmadır. Aşağıda değineceğim.
Yine de bunları bilmeden Nazım’ı yargılamak ve infaza kalkışmak kabul edilemez bir yaklaşımdır. Eksikliği Nazım’da değil o dönemde “sol”un Kemalizm ile hesaplaşmamış olmasında aramak daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Bugün o günkü Komintern kararlarını eleştirmeyi göze alamayanlar (politik yaklaşımlarını hali hazırda 3. Enternasyonal’e göre “faşizm” tahliline göre yapanlar) Nazım’a kolaylıkla sataşmışlardır. Sen hala, devlet tahlilini 3. Enternasyonal’in faşizm tahliline göre yapacak, buna karşı “ulusal burujuvazi”yi müttefik görebilecek politikalar geliştireceksin, hem de Nazım’a dil uzatacaksın. Tabii kimse soruyu doğru ortaya koymayınca, ağzı olan konuşuyor. İnanın şaka gibi.
Nazım Hikmet örgütlü bir sanatçıdır ve örgütlü bir sanatçı olmak konusunda da yeterince inançlı ve inatçıdır. Zira bu “ihraç”tan sonra bile bir örgüt kurma girişimi bize Nazım’ın yaklaşımını gösterir.
Artık bu çarpıtmayı da burada biraz açmakta fayda var.
‘’1928 ve 1929 yılları TKP’ye yönelik iki yeni tutuklama kampanyasına tanık oldu. 1929 yılında TKP içinde, Kemalist iktidara karşı takınılacak tutum konusunda, bölünmeyle sonuçlanan bir anlaşmazlık çıktı. Burjuvaziyle uzlaşmaya karşı çıkan ve daha sol bir mücadele çizgisi öneren partililerin (Pendik’de Pavli adasında) topladığı kongrede oluşturulan yeni merkez komitesi Komintern tarafından kabul edilmedi. Nazım Hikmet’in de içinde bulunduğu adı geçen muhalif grup Troçkizm suçlamasıyla partiden çıkarıldı. Muhalefet bu kararı tanımadı, kendisini asıl parti sayarak faaliyetlerine devam etti.” (Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar-II (1925-1936), BDS Yayınları, İstanbul, 1992, s. 76) (Bakınız ihraç nasıl olmuş)
”1935 yılında toplanan yedinci Komünist Enternasyonal kongresinde “faşizme karşı birleşik cephe” çizgisi benimsendi (italik bize ait). Bu çizginin Türkiye koşullarında uygulanabilmesinin ilk adımı olarak Komintern yönetimi TKP’nin Komintern bünyesinden ayrılmasını ve ayrı çalışmasını kararlaştırdı. “Desantralizasyon” veya “Separat” kararı olarak adlandırılan bu kararla Türk hükümetinin Sovyetler Birliği ile dostluk ve faşist devletlerden uzak durma çizgisine daha kolay çekilebileceği düşünülüyordu. Karara uygun olarak, TKP faaliyet programının öngördüğü “Türkiye Komünist Partisi iktidarda bulunan Halk Partisi’ne karşı barışmaz azimkârane bir tarzda mücadele eder” hükmü (Türkiye Komünist Fırkası Faaliyet Programı, İnkılâp Yolu külliyatı, sayı 1, 1931’den aktaran Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar-II (1925-1936), BDS Yayınları, İstanbul, 1992, s. 252) bir yana bırakıldı ve Parti “o zamanki İsmet İnönü hükümetinin, memleketin milli bağımsızlığına, sosyal gelişmesine hizmet eden, memleketin ve halkın yararına olan bütün icraatında aktif olarak desteklenmesine karar verdi. Partiye bağlı gizli işçi sendikaları ve gizli ‘’Komünist Gençlik Teşkilatı’’ kaldırılarak üyeleri legal işçi ve gençlik teşkilatlarına girmekle görevlendirildi”. (Zeki Baştımar, “Komintern 7. Kongresi’nin 30. Yıldönümü Konuşması”, Yeni Çağ, Ekim 1965’den aktaran Mete Tunçay, yukarıdaki eser, s. 126)
Yine aşağıda başka bir belge ve alıntı var.
‘’1929’da Türkiye Komünist Partisi’nde başlayan karışıklıklar 1930’lu yılların başında artarak sürer. Her ne kadar Parti’nin değişik kesimlerinin anlattıkları arasında çeşitli farklılıklar olsa da Nâzım Hikmet’in bu dönemde eleştirel bir tutum aldığı bir gerçektir. Hıfzı Topuz o günleri şöyle anlatıyor:’’
‘’O dönemde Türkiye Komünist Partisi içinde çeşitli anlaşmazlıklar çıkmış ve hizipler oluşmuştu. Nâzım kendini bunların dışında görüyordu. Çünkü onlardan kopmuş durumdaydı. Bunun kökü 1929 sonlarına dayanıyordu. O yıl Nâzım ve arkadaşları Pendik yakınlarında Pavli Adası’nda Pavli Kongresi denilen bir TKP toplantısı düzenlemişler ve parti yönetimini ele geçirmişlerdi. Yeni bir örgütlenmeye gidiliyordu. Nâzım o grubun sekreterliğine getirilmişti.
Şubat 1932’de Zeki Baştımar’ın evinde Moskova’dan gelen bir delegenin de katıldığı bir kongre toplanır. Bu kongrede Nâzım Hikmet’in Komintern kararlarını eleştirme özgürlüğü isteyen başka bir örgütlenme içinde yer aldığı için partiden uzaklaştırılmasına karar verilir.’’
Yani neymiş? Aslında Nazım yönetimi ele geçirmiş. TKP’nin diğer üyelerinin gücü yetmeyince SBKP olaya el koymuş. Ve Nazım da bu kararın karşısında duramamış. Eğer olaylar tarihsel akışında Nazım’ın kurguladığı gibi gitseydi, muhtemelen bugün daha güzel bir mirası yaşıyor ve konuşuyor olacaktık.
‘’Daha sonra “Otobiyografi” adlı şiirinde Parti ile ilişkisine şu şekilde atıfta bulunacaktır:’’
‘’Lenin’i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924’de
961’de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır
partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim’’
(Alıntı Nazım Hikmet’in Hikayesi sitesinden, Tarihsel anlatılar italik olarak tırnak içinde. Yazarın cümlelerinde italik yok. Site yazar ismi belirtmediğinden ben de yazar ismini koyamadım)
Bu uzun alıntıları yapmamızın sebebi, Nazım’ın ideolojik duruşunu ve o dönemin koşullarını anlatmak açısından önemlidir.
“TKP’nin bilinen çalışma usullerinin dışında bir çizgi izlemeye başlamıştı. TKP’nin eylemleri sürekli tevkifatlarla kesilip duruyordu, beklediği kongre de yapılamıyor, parti hep aynı yöneticilerle, atama yoluyla devam edip duruyordu. Bu durumda kendisine yakın olan partilerle ayrı bir örgütlenmeye karar verdi.” (Emin Karaca “Nazım Hikmet’in Siyasal Yaşamı” Gendaş Yayınları, 2002)
Enternasyonalin 7. Kongre kararı TKP’nin ideolojik hattında önemli bir kırılma noktası yaratmıştır. Zaten Nazım Hikmet ve arkadaşlarının mücadele ettiği işleyişteki aksaklıklar ve mücadeledeki likidasyonlar, Komintern’in faşizme karşı birleşik cephe ve TKP politikalarının SSCB’nin kuşatılmasına karşı tampon olması boyutu ile TKP devrimci çizgisinden iyice uzaklaşmıştı.
Biraz uzun oldu ama birtakım şeylerin yerine oturtulması için önemlidir.
Birincisi; Nazım Hikmet bilerek yalnızlaştırılmıştır. İkincisi; Nazım yeniden hapistedir, 36 yıl yatması istenmiştir. Üçüncüsü; TKP Nazım için bırakın parmağını bile kıpırdatmayı, genç aydınlarca başlatılan Nazım karşıtı kampanyayı mütemadiyen körüklemiştir. Dördüncüsü; Nazım 1951 de yeniden açlık grevine başlayana kadar; yalnız bırakılmaya devam edecektir. Beşincisi; tüm bu koşullara rağmen, Nazım ne komünizmden ne de örgütlü olunması gerçeğinden vazgeçmemiştir. Altıncısı; acaba Nazım’ın Kuvayı Milliye Destanı kitabı nazımın burjuvazi ile değil o dönemki burjuvazinin ileri unsurlarını kendine müttefik etmeye çalışan Komintern ve TKP ile barışma çabası mıdır? Yedincisi; Stalingrad’a kadar ilerleyen alman ordusuna karşı, Sovyet devletine tampon olabilmek adına (ki bu Komintern’in ve TKP’nin politikaları ile örtüşmektedir) Anadolu’da tarihten bir alıntı ile bir direniş hattı oluşturma düşüncesi midir?
Aslında bu madde üzerine birkaç söz daha söylenebilinir. Özellikle o dönemde sinemanın büyük ustası Sergei Einzastein, Almanlar’ın Sovyetler üzerine yürümesini ve işgalini önlemek ve halkı bu şuura yöneltecek olduğunu düşünerek, Aleksander Newsky filmini çekmiştir. Aleksander Newsky 13.yüzyılda Ruslara karşı akın, yağma ve savaşlarla, büyük tehlike oluşturan Tatarlar ve Almanlara karşı savaşan bir Rus prensidir. Filimde Prens Newsky, bütün halkı istilacılara karşı direnişe ve savaşa çağırır ve çeşitli prensliklerde dağınık olarak bulunan halkı düşmana karşı birleştirerek büyük bir zafer kazanır.
Tıpkı Nazımın Kuvayı Milliye Destanı’nda olduğu gibi burada da halkın içinden belli karakterler ve belli duruşlar vardır. Savaştan kaçan sonra dönen, sevgilisini bırakıp savaşa giren, günlük yaşamın insan manzaraları yani. Rahat olun şüphesiz ne Nazım Hikmet bu filmi seyretmişti, ne de Einstein Kuvayı Milliye Destanı’nı okumuştu… Zaten o dönemki çeviri ve teknoloji, Nazım’ın hapiste oluşu, kitabı 41’de bitirmesi vs. pek çok nedenle bu mümkün olamazdı. Ancak bu benzerliği anlatmamızın nedeni, benzer koşullarda benzer politik tercihleri olanların, biri sinema ile biri şiir ile aynı şeyi anlatması rastlantı değil, zaten sanatın böylesi bir yöntemi içinde barındırmasıdır. Tıpkı Bertolt Brecht’in İspanya İç Savaşı’nda, devrimci saflara savaşçı toplamak için yazdığı Carrar Ananın Tüfekleri oyunun, aslında İrlandalı Synge’nin ‘’Denize Giden Atlılar’’ oyununun uyarlaması olduğu gibi… Hatırlayınız, Nazım Moskova önlerinde çarpışan yoldaşları için ne büyük coşkular, endişeler ve kederler yaşamıştır. Böylesi bir durumda Kuvayı Milliye Destanı aynı zamanda işgale karşı büyük bir direniş örneği sergilemiş, Çerkez Ethem’i, Yeşil Ordu’yu, Efeleri içinden çıkarmış bir halkı, Sovyet topraklarına giden bir yolunda Anadolu’dan geçtiği düşüncesi ile Alman işgaline karşı bir direnişe davet etmiş olmuyor mu? En azından Sanatın böyle bir dili kullandığı kesindir.
Nazım bu dili kullandı ise bu dili kullanma nedeni yine Enternasyonal’in kararı ve TKP’nin ulusalcı politikaları olmuyor mu?..
Buradan bir ulusalcılık savunması çıkarıyorsam şeytan canımı alsın. Ben sadece ulusal burjuvazi ile kanlı bıçaklı olan Nazım’ın, Kuvayı Milliye Destanı’nı yazarken içinden geçtiği dönemin koşullarının kendisinde nasıl bir eğilime yol açtığının anlaşılması açısından, mevcut dönemin bazı fotoğraflarını koyuyorum.
Bakınız tarih yine tekerrür mü ediyor sorusu burada anlamlıdır…
Tarihte bazı şeyler iki kere yaşanır ancak “birincisi trajedi ikincisi ise komedidir” diyordu Karl Marks Louis Bonoparte’in 18 Burumaire’inde. Dönemin TKP’si, sınıf savaşımının yerine burjuvazinin ileri unsurları ile müttefik olmayı koyuyor. Gerçek bir trajedidir. Hele hele Mustafa Suphi ve 15 yoldaşının katledilmesine rağmen. Bugün ise ulusalcılığın peşinde koşanlar tam da aynı yere gelerek bu işin komiği oluyorlar. Hem de tüm tarih bilgisine, Emperyalizmin bölge politikalarına rağmen. ‘’Allah’’ güldürmesin ne diyeyim… Bir de işin daha komik bir yönü var ki, söylemeden geçmek mümkün görünmüyor.
Bir trajedinin komiği olabilmek için o trajedinin devamı olmak gerekir. Bu ulusal politikaya “tarihten” aldıkları imanla sarılanların, o tarihteki trajedi ile isim benzerliğinden başka bir ilişkilerinin olmadığı düşünülürse bu baylar bir trajedinin komiği değil maalesef kendi kendilerinin komiği oluyorlar. Eh buna da gülünür ben ne yapayım…
Evet tarihsel olayları incelerken dönemin doğru tahlil edilmesi önemlidir demiştik. Bu tahlili yaparken ilgili dönemin tüm dinamikleri ve olguları, daha doğru deyişle somut durumun tahlili önemlidir.
Bir önemli eleştiri de Nazım Hikmet’in Kürt sorununa yaklaşımıdır.
Öncelikle şunu söylemekte fayda var. Burada ilk önce Doğu Halkları Kurultayı’nın sonuç bildirgesine bakmakta fayda var. Birincisi; Bakü Kurultayı’nın “Doğu’nun Müslüman Halklarına Çağrı” başlıklı sonuç bildirisinde kendilerine seslenilen 12 Doğu halkı arasında Kürtlerin adı yoktu. İkincisi; bu bildirgeye uygun olarak TKP’nin de Kürtlerle ilgili bir “açılımı” yoktu. Zaten olamazdı da. İddialı gibi olsa da söylemeden geçemeyeceğim. Adı üstünde bu ‘Kürt sorunu’ idi ve tıpkı 84’de olduğu gibi, bu sorunu “ezen ulusun halklarının” gözüne sokacak ileri bir hareket de yoktu. Şüphesiz Şeyh Said, Ağrı vs. isyanlar vardı. Ancak dedim ya hem ileri olacak hem de gözüne sokacak tıpkı 84 atılımındaki gibi… Şüphesiz bunlara rağmen görülemez miydi? Elbette görülebilirdi. Tıpkı o dönemin 25 milyon kişilik nüfusunun göremediği gibi, Nazım da görmemişti. Bugün Kürt hareketi belli bir noktaya ulaştı elbet o yüzden soruyorlar Kürtleri niye görmedi? (Kaldı ki artık bu konuda da sosyalizm ufkuyla Kürtler hakkında yazdıkları olduğunu biliyoruz. Aşağıda değineceğim.) Peki ben soruyorum Lazları niye görmedi? Çerkesleri neden görmedi? Pontusları neden görmedi? Yoksa siz gördünüz mü? Bunca yıldır Kürtleri neden görmedi diye Nazım’a eleştiri yapanları gördüm ama şimdiye dek Lazları, Pontusları, Gürcüleri, Ermenileri, Rumları, Çerkesleri, Arapları, Süryanileri, Alevileri vs. neden görmedi diyene rastlamadım. Ve inanın ne zaman ki bu halklardan biri tıpkı Kürtlerin 84’de yaptığını yapacaklar o zaman birileri çıkıp soracak Nazım neden X’leri görmedi diye… Fakat yine de belirtmeliyim ki;
Ankara’da kurulan TBMM’nin Lazistan, Kürdistan diye mebusları (Milletvekilleri) vardı. 1921 Anayasası bu koşullarda oluştu. Fakat 1924 Anayasası ve Mebus profili (bu mebusların neredeyse tamamı M. Kemal tarafından atanmıştı ve çoğu mebusu oldukları vilayetlere ne mebusluk öncesi ne de sonrası hiç gitmemişlerdi. Bu tekçi anayasa tekçi bir meclis tarafından yapılmıştı. Bilmem tanıdık geliyor mu? Başka bir yazının konusu olduğundan, parantezi kapatıyorum)
Üstelik Nazım, sanıldığının aksine ne Kürt ne Laz sözcüğünü ağzına almaktan çekinmemiştir. Sadece bu halkların özgürlük hareketinin o halkların kendi dinamiklerinde yattığının gerçeği ile sınıf savaşımının zaferini sınıfın içinde aramıştır. O dönem için bildiği yol budur. Zaten ben de Nazım’ın devrimi neden yapmadığına ve tıpkı reklam da olduğu gibi “yıldırım düştüğünde tutacak” birisi olduğu halde tutmadığına fena halde içerlenmekteyim (!)
Ve yine devamla aşağıda birkaç örnek veriyorum. Birincisi Nazım Hikmetin Paris’te sürgünde yaşayan Prof. Kamuran Bedirxan’a 1961’de yazdığı mektubu. Nazım Hikmet ile Kürt aydın ve dilbilimcisi Kamuran Bedirxan’ın uzun yıllara dayalı dostlukları olmuştur. Bu dostluk İstanbul’da başlamış, Bedirxan’ın Sorbon Üniversitesi’nde Ortadoğu dilleri üzerine öğretim görevlisi olarak çalıştığı yıllarda da devam etmiş ve şairin öldüğü 1963 yılına kadar sürmüştür. Kaynaklara göre 1983 yılında Paris Kürt Enstitüsünün yayın organı olan “Hêvî” dergisi, enstitüye bağışlanan Kamuran Bedirxan’in arşivinde bulunan, Nazım Hikmet tarafından Kamuran Bedirxan’a yazılmış 1961 tarihli bir mektubu orijinaliyle birlikte yayınladı. Bu mektupta Nazım Hikmet’in Kürt sorununa ilişkin genel yaklaşımını bulmak mümkündür. (kizilcik sitesinden) Mektup aşağıda.
“Kökleri yüzyılların derinliklerine dalan, tarihiyle, kültürüyle, Kürt milletinin önemli bir çoğunluğu Anadolu’nun bir parçasında yaşar. Anadolu’nun öbür parçalarında yaşayan Türk milletini Kürt milleti kardeşi sayar. Her iki millet, bütün imparatorluklar gibi, halkların zindanı olan Osmanlı İmparatorluğu’nda, Türk ve Kürt derebeylerinin, Osmanlı İmparatorluk idaresinin ağır zincirlerine vurulmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra ise her iki millet emperyalizme karşı tek bir cephe kurup çarpışmışlardır. Anadolu millî kurtuluş hareketi yalnız Türkler için değil, Kürtler için de tarihlerinin en şerefli sayfalarından biridir. O dövüş yıllarının sonradan Türk idarecilerince yasak edilen en unutulmaz türkülerinden biri, ‘Vurun Kürt uşağı namus günüdür’ diye başlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra, Türk idarecileri ve egemen çevreleri, Kürt hareketine tamamıyla vaat ettikleri millet ve insan haklarını tanımadı. Hatta işi Kürt milletinin millet olarak varlığını bile inkâra kadar götürdü. Bu dönem, Türk idarecilerinin ve egemen sınıflarının emperyalizmle uzlaşmaya başlaması dönemidir. Bu inkârla, bu uzlaşmanın aynı dönemde baş göstermesi sadece bir rastlaşma değildir. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ni Orta ve Yakın Doğu’da emperyalizmin kalelerinden biri haline getiren Türk politikacıları Kürt milletinin millî varlığını inkârda ısrar ediyor ve Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde öteki azınlıklarına tanıdığı hakları bile Kürt milletine tanımıyor. Türk ve Kürt halklarının Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde dış ve iç politikada aynı emellere hasret çekmeleri bugünkü Türk idarecilerini korkutuyor. Her iki millet kardeş millî kültürlerini, millî ekonomilerini geliştirmek, toprağa, tarım araçlarına, hürriyete, demokratik haklara kavuşmak istiyor. Türk ve Kürt halkları Türkiye Cumhuriyeti’nin tarafsız bir politika gütmesini, emperyalizmin üssü olmaktan kurtulmasını özlüyor. Gerçek Türk yurtseverleri Kürt kardeşlerinin Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde millî haklarına kavuşmak için yaptığı kavgayı can ve gönülden nasıl destekliyorsa, gerçek Kürt yurtseverleri de Türk halkının demokrasi ve millî bağımsızlık için yaptığı kavgayı öylece destekliyor. Anadolu’da yaşayan Türklerle Kürtlerin arasına nifak sokmak isteyen gerici, sömürücü, karanlık kuvvetler, emperyalizmle el ele vererek halklarımızı daha kolay ezmek istiyorlar.
Kürt ve Türk halklarının bahtiyarlığa, insanca yaşamaya varmak için derebeylerine, kara kuvvetlerine, şehir ve köy ağalarına, gericilere, ırkçılara, milletlerin varlıklarını ve millî haklarını inkâr edenlere, halkları birbirine düşürüp sırtlarından rahatça geçinenlere, emperyalistlerin uşaklarına karşı yürüttükleri yeni millî kurtuluş savaşının zaferi Kürt ve Türk halklarının elbirliğiyle kazanılır.
Ancak böyle bir elbirliğiyle kardeş iki millet hürriyete, millî ve insan haklarına kavuşabilir.” (Nazım Hikmet Ran, 1961
Bu mektupta Kürt halkının sorunlarını görüyor ve bunları ortak bir ülkede sosyalizmle çözüleceğini söylüyor. Ulus olarak kendi kaderini tayin hakkını ise (bence) doğu halkları kurultayı bildirisinin etkisiyle göremiyor.
Yine bu topraklardaki ‘’Halklar Zindanı’’nı görüyor ve niteliyor ama bunu Osmanlı ile sınırlı tutup TC’de katmerleşerek devam ettiğini belirtmiyor ya da göremiyor. (Göremedikleri için suçlanan bir şair unvanını alıyor böylece) ‘’Her iki millet, bütün imparatorluklar gibi, halkların zindanı olan Osmanlı İmparatorluğu’nda…’’
Devam edelim “Kürtlere kuyruklu derler, yalan. Kuyrukları yok. Yalnız çok âsi, çok fakir insanlar. Zenginleri de var ama az, beyleri…” diyerek anlatır Aydın köylüsü Kürtleri Nâzım şiirlerinde. Antepliler silahşor olur ve Karayılan hakkından gelir Fransız askerinin. “Ve şarkta akrepleri, toprak koğuşları, karpuzlarıyla ünlü hapishanede” ‘’yatan bir halkın çilesinden söz eder. Kemal Tahir’le mektuplaşırlar Diyarbakır cezaevinden bir konuya dair.’’
“Sayın halkların bütün ırkları, Endonezyalısı, Almanı, Eskimosu, Sudanlısı, Çinlisi, Türkü, Ermenisi, Yahudisi, Arabı, Lehlisi, Rusu, Meksikalısı, Norveçlisi, Kırgızı, Abhazyalısı, Hintlisi, Kürdü, Fıransızı, Farsı, Liberyalısı, İngilizi, Amerikalısı: ak, kara, kırmızı, Tükenir mi saymakla ve adını duymadıklarım, hepinizi, hepinizi yerlere kadar eğilerek selamlarım.” ‘’diyerek selamlar. Tüm insanlardan bir insan, tüm uluslardan bir ulus olarak yer alır Kürtler.
Ama bir şiir vardır ki değinmeden geçmek hata olur. Nâzım’ın Gazete Fotoğrafları Üstüne şiir üçlemesinin ilkinde Diyarbakır’da yaşayan ve dönemin sağlık bakanının dağıttığı zehirli buğdaylardan dolayı çıkan yaraları aktarır şiirlerinde.’’
Kara Yara
Birinci sayfada yatıyor iki sütun üstüne
iki çıplak yavrucuk,
birinci sayfada iki sütun üstüne
bir avuç kemik deri.
Delinmiş patlamış etleri.
Biri Diyarbakırlı, Erganili biri.
Kolları bacakları kargacık burgacık,
kafaları kocaman,
ağızları korkunç bir haykırışla açık,
birinci sayfada taşla ezilmiş iki kurbağacık.
İki kurbağacık
kara yaralı iki yavrum benim.
Yılda kim bilir kaç bininiz
acı suya bile doymadan gelip gidiyor…
Ve müsteşar bey :
(Kara Yaraya tutulası)
“Endişeye mahal yok,” diyor.
‘’Bu konuya dair girdiler yapan bir diğer aydın da Musa Anter’dir. Kendisi bu yaralara yöre halkının deyimiyle Kara Yara der. Kara yara imgesini Nâzım Anter’den tarifler.‘’
Musa Anter anılarında bu durumu şu ifadelerle aktarır:
“Güneydoğu’da buğday ekim ayında ekilir. Ama Nisan ayında, en şiddetli zehirlere bulanmış yüz binlerce ton buğday toprak ağaları tarafından fakir fukara Kürt halkına arpadan ucuz bir fiyatla satılıyordu. Bu buğdaylar bilinçsiz Kürt halkı tarafından öğütülerek un yapılıyor ve daha sonra bu undan ekmek pişiriliyordu. Ama gel gör ki bu güya haşere için kullanılması gereken buğday bilinçli bir şekilde Kürt halkını mahvetmeye yönelik olarak kullanılıyordu. Kısa bir zaman da bu, en çok da çocuklar üzerinden tesirini gösterdi. Bu zehrin çocukların üzerinde açtığı yaraya, halk arasında Birîna Reş yani kara yara dendi. Ben o vakit Diyarbakır’da İleri Yurd gazetesinde çalışıyordum. Bu realiteyi çokça dile getirdim. Ama canavarlar Kürdistan suyunu kurutmak için planlarını uygulamaktan vazgeçmediler. Bu ara Diyarbakır havalisinde bir gezinti yapmış; Çüngüş, Dicle, Hazro, Lice, Hilvan, Çınar ve Bismil’i gezmiştim. Bu ilçelerde çoğu doktorsuz olan sağlık ocaklarına uğradım. Buralarda maymun yavrularına dönüşmüş yüzlerce yara içinde çocuk gördüm. Çocukların tüm yüzleri kara kara ve bir karış boyunda kıllarla kaplıydı. Yüzleri ve vücutları, çeşitli yerlerinden parça parça etler dökülmüş iyileşmez yaralarla doluydu. Çocukların büyük bir kısmı ölüyordu. Bu olay 1958 yılında geçiyordu. Bugün bir istatistik yapılsa bu yıl ve ondan üç beş yıl evvel doğumlu çok az Kürt insanı vardır sanıyorum.
İşte bu beni çok etkilemiş ve piyesi yazmama da büyük ölçüde sebep olmuştu. İleri Yurd Gazetesi’nde bu olayı sık sık izah ediyordum. Fakat Sağlık Bakanlığı, düzenlendiği sahte raporlarla bu yazılarıma cevap vermeye çalışıyordu. Güya bu hastalık buğdaydan ileri geliyormuş. Olay çokça yankı yaptı. O kadar ki, Nâzım Hikmet Moskova’da bana arka çıktı ve “Kara Yaraya Yakalanası Sağlık Bakanı” adlı bir şiir yazdı.”
‘’Düne kadar Nâzım’a bu mantıkla yüklenenler Musa Anter’i de es geçmemiştir. Musa Anter’e “Siz hiçbir şey yapmamışsınız biz sıfırdan başladık” diyen gence Musa Anter, Nâzım için de cevap vermiştir tarihsel olarak: “Biz eksilerden sıfıra gelmek için çok çabaladık!”
‘’Nâzım şiire ve ulusa yaklaşımına dair düşüncelerini kendi dizeleri ile anlatarak bitirelim.’’ Diyor Öztaş.
“Oranın pasaportunu taşıyorum
Kâattan değil,
Vizesi yüreğime yazılı
Damgası vurulu yüreğime.
Orası hem gözüm
Hem gözümün üstündeki kaş.
Oralı ilk yeni adamı yüzyılımın
bütün yurtlarımın yurttaşı Lenin Yoldaş.”
1958 Mart-Haziran Varşova-Berlin.
(İkinci aktarımım Sol dergisinden, Özkan Öztaş’a aittir. İtalik olanlar Nazım ve Musa Anter’e ait sözlerdir. Özkan Öztaş’ın makalesinden aktarımlarım ise düz fontlarda tırnak içidir)
Herkes kendini şöyle bir yoklasın. Kürt kurtuluş mücadelesi başladığında Anadolu solu nasıl yaklaşıyordu meseleye. Başlayan hareket o dönemde yaktığı ateşle akılları aydınlatmadı mı? Kemalizm’le hesaplaşmanın ideolojik ön koşulunu oluşturmaya hiç mi katkısı olmadı bu pratiğin? Ve Hala “yaşasın halkların kardeşliği” yerine Türk ve Kürt kardeşliğinden bahseden yok mu? Burada Kürdün kim olduğu bellidir ama Türk kimdir, o belli değildir. Bir zamanlar (tam da TC’nin kuruluş amacına uygun olarak) Anadolu’daki tüm halklar Türk olarak adlandırıldı ve hatta bunun “muasır medeniyetler seviyesinin” anahtarı olduğu iddiasını yaygınlaştırdı. Sonra Kürt kendini takdim etti istersen tanıma. Peki ya diğer halklar yok sayılarak Kemalizm aşılabilir mi? Mesela bugünkü ‘ulusal’ solculuk, bu inkâr politikasının bizzat kendisi değil mi? O gün “düşmana karşı” birleştirici olduğu iddia edilen bu giydirilmiş, uydurulmuş kimliğe, “işçi sınıfı” vurgusu zayıflamasın gerekçesiyle sarılmak arasında sonuç ve tahrip itibariyle ne fark vardır? Nitekim o gün de, bugün de, işçi sınıfının nihai zaferini ve bu zafere ulaştıracak mücadeleyi kavrayamama sorunu vardır. Uzar gider… Madem bu kadar söyledik sonunu da söyleyelim, “Ateşin söylemeye çekindiğini söyle.” Rene Char
Nazım’ın eksikliklerini veya politik olarak öngöremeyişlerinin savunusunu yapmak konumunda değiliz. Ama tarihe bir not da biz düşeceksek terazinin kefelerini adil doldurmak gerekir. Nazım Hikmet bu adaleti hak ediyor. Ve biz Nazım’ı da tarihimizle birlikte yarınlara yürürken yoldaş sayıyorsak, eleştirisini de biz yapacağız. Burada hem karalamalar hem de pohpohlamalar ve gereksiz yüceltiler ancak “yarınları hedeflemeyenler” için bir yöntem olabilir.
Nazım Hikmet’in şahsına, şiirine, yaşamsal duruşuna bazen cepheden saldırılar olurken, çoğu zaman da böyle algılanması mümkün olmayan manipülasyon yöntemiyle saldırılar yaşanmaktadır. Burada kritik nokta Nazım’ı Nazım yapan, Nazım’ı şair yapan ve şairi devrimci yapan kriterleri iyi özümsemektir. Bugün Nazım Hikmet’i anmak, okumak “başka” bir şey olmuştur. Anlamak, yaşamak başka bir şey. Bu ayrım pek de iyi niyetli olamayacağını varsayabileceğimiz çevrelerce de derinleştirilmiştir.
“SEVDALINIZ KOMÜNİSTTİR”
Nazım Hikmet ile ilgili o kadar çok şey söylenebilir ki, Nazım için hiçbir şey söylememek isteyenler, Nazım için söylenen ve son dönemde moda olan ‘acılar çekmiş sürgün şair’ tanımlaması yapmakta ve Nazım’ın çilesini, onun cenazesini Türkiye’ye getirerek biteceğine herkesi inandırmaya çalışanlar, onu tekrar vatandaşlığa alma kampanyaları yürütmektedirler… Baştan söyleyelim; Ustanın ne o kirli ellerinizle pisleteceğiniz naaşının getirilmesine, ne de çok matah bir şey olan vatandaşlığınıza ihtiyacı var…
Vasiyete gelince, elbette bu ülkede işçi sınıfı iktidara geldiğinde, bu vasiyeti en şanlı şekilde yerine getirilecektir. Bu kampanyaların tamamı aslında Nazım’ı yasal yapma kampanyasıdır. “Şiir anayasaya aykırıdır. Yasadışıdır” diyordu Cemal Süreyya, Nazım’ı tarif eder gibi. Bu anlamda Nazım Hikmet’in toplum için, işçi sınıfı için bir meşruiyet sorunu yoktur… Biz onun yasadışılığını sevdik.
Nazım, düşmanları ile giriştiği savaşı kazanmıştır… Evet kazanmıştır. O bir kez kazanmıştır. Her devrimci gibi pek çok yenilmiş, bazen yanılmış, ancak savaştan geri durmamış, yenilgiye rağmen sonuna kadar gidebilme cesaretini göstermiştir ve böylece kazananlar arasında yerini almıştır. Zaten devrimciler, acı çeker, cezaevine konur, yaralanır, yalnızlaştırılır. Bunlar, seçtikleri yolun bedelleridir ve yenilgilerle doludur. Bütün bunlar bir devrimcinin başına geldiğinde devrimci bilir ki, doğru yoldadır. Ancak devrimci şunu iyi bilir “bir kez kazanacaktır” ve her şeyi o zafer uğruna göze alır.
O’nu yasallaştırma çalışması, vatandaş yapma çalışması, cenazesini getirme çalışması, burjuvazinin vicdanını rahatlatma çalışması değildir. Aksine Nazım’ın Komünist yönünü (ki bu O’nun her türlü özelliğinin nirengi noktasıdır) bir hokus pokus la yokmuş gibi gösterip, onu “acıların şairi” konumuna indirgeyerek, bizden koparmayı hedefleyen iki yüzlü imha çalışmasıdır… “Yok edemiyorsan dönüştür, dönüştüremiyorsan yalan söyle”. Bu anlamda ne kadar iyi niyetle yapılmış olursa olsun (çünkü burjuvazi bunu kendisi beceremez, bu işi yaptıracağı kişiler yine solcu olmalı) bu çalışmalara destek vermek ‘Nazım’a ihanettir’ demesek bile, burjuva siyasete alet olmaktır diyebiliriz…
NAZIM HİKMET ÖRGÜTÇÜDÜR
Her dönemde yoğun olarak karşımıza çıkan polemiklerden biri de “sanatçının özgürlüğü kavramıdır.”
Bazı “aydın” ve “sanatçılar”, bütün gündemleri halletmiş olmanın engin bilgeliğinden olsa gerek ki, karşımıza sanatın olabilmesi için sanatçının özgür olması gerektiğini şiar edinmiş bulunmaktalar.
Bu söylem ilk bakışta kulağa hoş gelen bir söylem olsa da aslında bu kişiler sanatçı özgür olmalı derken örgütsüz olmalı demektedirler… Tartışmalar sürer gider… “Eğer sanatçı örgütlü ise yapacağı sanat eseri örgütün bakış açısının dışına çıkamaz bu da yaratıcılığı öldürür”. Tartışmanın boyutu aşağı yukarı budur…
Ar damarının çatlaması bu değilse nedir ki? Aslında Nazım bu baylara gereken yanıtı pratik olarak vermiştir. Nazım örgütlüdür. Bu sava karşı, Nazım’ın partisinden uzak kaldığı dönemin altını çizebilirler biraz eşeleyecek olsalar. Ancak Nazım’ın TKP’den ihraç edildiği dönemden bahsederlerken Nazım’ın neden ihraç edildiğini unuturlar ya da unutturmak isterler. Mesela Nazım, bırakın kendi ülkesindeki örgütlülüğü, partisine rağmen işçi sınıfının uluslararası örgütlülüğünün dağıtılmasına karşı çıkmıştır. TKP’den ihracının ardından derhal arkadaşları ile yeni bir örgüt kurma faaliyetine başlamış ve bu çabası devletin operasyonuyla sonuçlanmıştır. Sonrası yine hapishane ve yalnızlık yılları…
Bir soru da bizden olsun; sanatçı kapitalizm de özgür müdür? Kapitalist emperyalist sistemde özgürlüğü kim bulmuş ki be adam? Mesela korkak ve özgür bir insanı olabilir mi? Evet mümkün mü?
Kapitalist emperyalist sistemde, insan modern köle değil midir? Ancak bu sisteme karşı savaştıkça evet savaştıkça artık köle değildir… Bu sisteme karşı savaşın kaçınılmaz ruhu Don Kişot’luk ise bu savaşın silahı da örgütlülüktür…
Eğer bir insanın özgür olmasından daha önemli bir şey varsa o da bütün insanlığın özgür olmasıdır…
Biraz uzun olacak ancak bu özgürlük meselesine birkaç noktada değinmeden geçemeyeceğim.
Öncelikle, özgürlük çoğul bir durumdur tekil değil. Daha doğru bir deyişle bir insanın özgürlüğünden söz ederken aslında pek çok insandan söz ediyorsunuz demektir. Örneğin Robinson ve Cuma’yı ele alalım. Robinson efendidir, Cuma ise köle. Robinson’da silah vardır ve Cuma’nın emeğini sömürmektedir. Yani Cuma’nın durumunu Robinson belirlemektedir. Diyelim ki Robinson öldü. Cuma artık özgür müdür? Ya da Cuma öldü, Robinson efendi midir. Cuma’nın özgürlüğü Robinson’un öldüğü anda başlar ve aynı anda biter. Çünkü, özgürlük esir alana karşı bir durumdur, diğer bir deyişle eğer kişi tek başına ise esir olma durumu olmadığı gibi özgür olma durumu da yoktur. Karşıtından baktığımızda Cuma’nın öldüğü anda efendi artık efendi değildir efendiliği sona ermiştir. Ancak o özgür de değildir, özgür olabilmesi için kölesi olmadan ihtiyaçlarını giderebiliyor olması gerekir. Efendi ya ölecektir ya da ihtiyaçlarını kendisi giderecektir. Eğer ölürse mesele yok, ancak ihtiyaçlarını kendi gidermeye başladı ise efendide yok aynı zamanda özgürlük de yok. O halde bireyin özgürlüğünden söz etmek anlamlı olamıyor. Burada sözünü edebileceğimiz özgürlük toplumun özgürlüğüdür. Tıpkı kapitalizmde olduğu gibi. Toplum özgür değil, ama olsun ben özgür olabilirim. Yok, yağma yok aslanım bu iş öyle olmuyor! Toplumsal yaşam içerisinde köle sahibinin bile özgür olamadığı bir koşulda sen nasıl özgür olacaksın? Aslında sen özgürlükten söz ederken, kendi mevcut durumunun bir özgürlük durumu olduğunu söylemiş oluyorsun ki, buna kargalar bile güler. Üstelik ister rant geliri elde et ister artı değer ister bu artı değer gelirin dolaylı olsun ister direk sen özgür değilsin. Bakınız mesela yazarsın bir sendika ya da dernektesindir ya da sinemacı ya da başka bir şey. İlla ki mesleki bir demokratik kitle örgütü vardır. Diyelim ki bunlardan birine üyesin. Ve üye olunur, oraya üye olmakta da hiçbir problem yok. Aksine olmalısın da. Ancak orda senin mesleki çıkarlarına katkı yapacak örgütlülükte, sorun görmüyorsun da (yineliyorum, saptırılmasın mutlak üye olmak ve o kitle örgütünde örgütlü olmak kesinlikle doğrudur) seni insan yapacak olan devrime, sosyalizme, komünizme götürecek olan örgüte özgürlüğümü kısıtlar diyorsun? Burada en fazla diyeceğin şey “yanlış örgüt seçmişim” olabilir. Ancak örgüt insanı, insanlığa götüren yol olduğu gerçeğini yadsıyamazsın.
Karşında insanı insanlığından eden bütün değerlerini çürüten bir sistem var. Üstelik bu sistem baştan aşağı örgütlüdür. Kapitalist emperyalist düzende, devlet işçi sınıfına karşı en üst düzeyde örgütlüdür.
Yani sana yani bana yani bize karşı örgütlüdür. Bu savaş makinesine karşı insanlık mücadelesi yürütmenin yegane yolu ona karşı örgütlü mücadele etmekten geçer. Eğer bir toplumda yaşıyorsan ve bu toplumun işleyişi kapitalist sistem ise sen istesen de bundan bağımsız yaşayamazsın. Ya ezenlerden (Robinson) ya da ezilenlerdensindir (Cuma). İki durumda da özgür değilsindir. Eğer ezenden yani Robinsonlar’dan isen bizce mesele yok aç cemalini de yüzünü görelim. Yok eğer ezilenden yani Cumalardan isen o halde özgür olmanın yolu Robinsonun elindeki silaha rağmen onunla savaşmaktan geçer ki, bu durumda gerçekten bir örgüte ihtiyacımız var demektir. Ve üstelik unutma ki Picasso da Komünist Partisi üyesi idi. Ve unutma ki buna rağmen ya da bu ideoloji ile Picasso oldu. Ve yine unutma ki sen daha Picasso olabilecek değerde hiçbir ürün vermedin, tıpkı Nazım olacak değerde bir ürün vermediğin gibi.
Evet bitiriyorum… bitirirken kapitalizmin sanat emeğini nasıl önce metaya sonrada esirliğin bir aracı olmaya çevirdiğinin bir örneğini verelim.
Bakınız mesela dün Nazım’ın şiirlerini yasaklayanlar, bugün telif haklarını almışlardır, yani bu aynı zamanda bu şiirleri sadece onların yayınlayabileceği anlamına gelir. Ya da yayınlamayacağı anlamına… Evet evet isterlerse yayınlamazlar. Yayınlanacak olanları toplatabilirler. Hem de bu işi pek çoklarının nemalandığı telif hakları aracılığı ile yaparlar… Kapitalizmden daha korkunç bir şey varsa o da cilalı kapitalizmdir.
Özgürlük; her halde bu kavramı Nazım en iyi bilenlerdendir… Özgürlüğü örgütte aramıştır…
Örgüt özgürlüktür. Örgüt bizim özgür olabilmemizin önünde engel olan sistemi yıkabilecek yegâne güçtür. Örgüt bize mevcut esareti yıkabileceğimiz olanağı sağlayan, savaşma arzumuza ve kudretimize olanak veren tek şeydir. Buna karşıysak, en başta Lenin ile çelişiriz.
O halde; örgüt özgürlüktür…
VE NAZIM….
Hiçbir şey ama hiçbir şey Nazım’ı Nazım yapan değerleri unutturamayacak… Nazım’ın işçi sınıfının saflarının yaman savaşçısı olduğunu unutturamayacak… Nazım’ı yani BİZİM NAZIM’I bizden çalamayacak….
Nazım kim midir? Kapitalist-emperyalist sistemin Nazım’da unutturmaya çalıştığı ne varsa Nazım odur. Yani Nazım devrimcidir. Yani Nazım örgütçüdür. Yani Nazım savaşçıdır. Yani Nazım asidir. Yani Nazım yasadışıdır. Yani bizim Nazımımız tıpkı kendisinin dediği gibidir. “KOMÜNİSTTİR”