Birincisi, Nazım Hikmet bilerek yalnızlaştırılmıştır
İkincisi, Nazım yeniden hapistedir 36 yıl yatması istenmiştir
Üçüncüsü, TKP Nazım için bırakın parmağını bile kıpırdatmayı, genç aydınlarca başlatılan Nazım karşıtı kampanyayı mütemadiyen körüklemiştir.
Dördüncüsü, Nazım 1951 de yeniden açlık grevine başlayana kadar yalnız bırakılmaya devam edecektir.
Beşincisi, tüm bu koşullara rağmen Nazım ne komünizm den nede örgütlü olunması gerçeğinden vazgeçmemiştir.
Altıncısı, acaba Nazım’ın Kuvayı Milliye Destanı kitabı nazımın burjuvazi ile değil o dönemki burjuvazinin ileri unsurlarını kendine müttefik etmeye çalışan Komintern ve TKP ile barışma çabası mıdır?
Yedincisi, Stalingrad’a kadar ilerleyen alman ordusuna karşı Sovyet devletine tampon olabilmek adına (ki bu Komintern’in ve TKP nin politikaları ile örtüşmektedir) Anadolu’da tarihten bir alıntı ile bir direniş hattı oluşturma düşüncesi midir?
Aslında bu madde üzerine birkaç söz daha söylenebilinir. Özellikle o dönemde sinemanın büyük ustası Sergei Eisenstein, Almanlar’ın Sovyetler üzerine yürümesini ve işgalini önlemek ve halkı bu şuura yöneltecek olduğunu düşünerek, Aleksander Newsky filmini çekmiştir. Aleksander Newsky 13.yüzyılda Ruslara karşı akın, yağma ve savaşlarla, büyük tehlike oluşturan Tatarlar ve Almanlar’a karşı savaşan bir Rus prensidir. Filimde Prens Nevsky, bütün halkı istilacılara karşı direnişe ve savaşa çağırır ve çeşitli prensliklerde dağınık olarak bulunan halkı düşmana karşı birleştirerek büyük bir zafer kazanır.
Tıpkı Nazımın Kuvayı Milliye Destanı’nda olduğu gibi burada da halkın içinden belli karakterler ve belli duruşlar vardır. Savaştan kaçan sonra dönen, sevgilisini bırakıp savaşa giren, günlük yaşamın insan manzaraları yani. Rahat olun şüphesiz ne Nazım Hikmet bu filmi seyretmişti, ne de Eisenstein Kuvayı Milliye Destanı’nı okumuştu… Zaten o dönemki çeviri ve teknoloji, Nazım’ın hapiste oluşu, kitabı 41’de bitirmesi vs. pek çok nedenle bu mümkün olamazdı. Ancak bu benzerliği anlatmamızın nedeni, benzer koşullarda benzer politik tercihleri olanların, biri sinema ile biri şiir ile aynı şeyi anlatması raslantı değil, zaten sanatın böylesi bir yöntemi içinde barındırmasıdır. Tıpkı Bertolt Brecht’in İspanya İç Savaşı’nda, devrimci saflara savaşçı toplamak için yazdığı Carrar Ananın Tüfekleri oyunun, aslında İrlanda’lı Synge’nin denize giden atlılar oyununun uyarlaması olduğu gibi… Hatırlayınız, Nazım Moskova önlerinde çarpışan yoldaşları için ne büyük coşkular, endişeler ve kederler yaşamıştır. Böylesi bir durumda Kuvayı Milliye Destanı aynı zamanda işgale karşı büyük bir direniş örneği sergilemiş, Çerkez Ethem’i, Yeşil Ordu’yu, Efeleri içinden çıkarmış bir halkı, Sovyet topraklarına giden bir yolunda Anadolu’dan geçtiği düşüncesi ile Alman işgaline karşı bir direnişe davet etmiş olmuyor mu? En azından Sanatın böyle bir dili kullandığı kesindir.
Nazım bu dili kullandı ise, bu dili kullanma nedeni yine Enternasyonal’in kararı ve TKP’nin ulusalcı politikaları olmuyor mu…
Buradan bir ulusalcılık savunması çıkarıyorsam şeytan canımı alsın. Ben sadece ulusal burjuvazi ile kanlı bıçaklı olan Nazım’ın, Kuvayı Milliye Destanı’nı yazarken içinden geçtiği dönemin koşullarının kendisinde nasıl bir eğilime yol açtığının anlaşılması açısından, mevcut dönemin bazı fotoğraflarını koyuyorum.
Bakınız tarih yine tekerrür mü ediyor sorusu burada anlamlıdır…
Tarihte bazı şeyler iki kere yaşanır ancak “birincisi trajedi ikincisi ise komedidir” diyordu Karl Marks Louis Bonoparte’in 18 Burumaire’inde. Dönemin TKP’si, sınıf savaşımının yerine burjuvazinin ileri unsurları ile müttefik olmayı koyuyor. Gerçek bir trajedidir. Hele hele Mustafa Suphi ve 15 yoldaşının katledilmesine rağmen. Bugün ise ulusalcılığın peşinde koşanlar tam da aynı yere gelerek bu işin komiği oluyorlar. Hem de tüm tarih bilgisine, Emperyalizmin bölge politikalarına rağmen. Allah güldürmesin ne diyeyim… Bir de işin daha komik bir yönü var ki, söylemeden geçmek mümkün görünmüyor.
Bir trajedinin komiği olabilmek için o trajedinin devamı olmak gerekir. Bu ulusal politikaya “tarihten” aldıkları imanla sarılanların, o tarihteki trajedi ile isim benzerliğinden başka bir ilişkilerinin olmadığı düşünülürse bu baylar bir trajedinin komiği değil maalesef kendi kendilerinin komiği oluyorlar. E buna da gülünür ben ne yapayım…
Evet tarihsel olayları incelerken dönemin doğru tahlil edilmesi önemlidir demiştik.Bu tahlili yaparken ilgili dönemin tüm dinamikleri ve olguları, daha doğru deyişle somut durumun tahlili önemlidir.Bir önemli eleştiri de Nazım Hikmet’in Kürt sorununa yaklaşımıdır.
Öncelikle şunu söylemekte fayda var. Burada ilk önce Doğu Halkları Kurultayı’nın sonuç bildirgesine bakmakta fayda var. Birincisi, Bakû Kurultayı’nın “Doğu’nun Müslüman Halklarına Çağrı” başlıklı sonuç bildirisinde kendilerine seslenilen 12 Doğu halkı arasında Kürtlerin adı yoktu.
İkincisi bu bildirgeye uygun olarak TKP’nin de Kürtlerle ilgili bir “açılımı”yoktu. Zaten olamazdı da. İddalı gibi olsa da söylemeden geçemeyeceğim. Adı üstünde bu ‘Kürt sorunu’ idi ve tıpkı 84’de olduğu gibi, bu sorunu “ezen ulusun halklarının” gözüne sokacak ileri bir hareket de yoktu. Şüphesiz Şeyh Said, Ağrı vs. isyanlar vardı. Ancak dedim ya, hem ileri olacak hem de gözüne sokacak tıpkı 84 atılımındaki gibi… Şüphesiz bunlara rağmen görülemez miydi? Elbette görülebilirdi. Tıpkı o dönemin 25 milyon kişilik nüfusunun göremediği gibi, Nazım’da görmemişti. Bugün Kürt hareketi belli bir noktaya ulaştı elbet o yüzden soruyorlar Kürtleri niye görmedi? Peki ben soruyorum Lazları niye görmedi? Çerkesleri neden görmedi? Pontosları neden görmedi? Yoksa siz gördünüz mü? Bunca yıldır Kürtleri neden görmedi diye Nazım’a eleştiri yapanları gördüm ama şimdiye dek Lazları, Pontosları, Gürcüleri, Ermenileri, Rumları, Çerkesleri, Arapları, Süryanileri, Alevileri vs. neden görmedi diyene rastlamadım. Ve inanın ne zaman ki bu halklardan biri tıpkı Kürtlerin 84 de yaptığını yapacaklar o zaman birileri çıkıp soracak Nazım neden X leri görmedi diye…
Üstelik Nazım, sanıldığının aksine ne Kürt ne Laz sözcüğünü ağzına almaktan çekinmemiştir. Sadece bu halkların özgürlük hareketinin o halkların kendi dinamiklerinde yattığının esasiyeti ile sınıf savaşımının zaferini sınıfın içinde aramıştır. O dönem için bildiği yol budur. Zaten ben de Nazım’ın devrimi neden yapmadığına ve tıpkı reklam da olduğu gibi “yıldırım düştüğünde tutacak” birisi olduğu halde tutmadığına fena halde içerlenmekteyim (!)
Herkes kendini şöyle bir yoklasın. Kürt kurtuluş mücadelesi başladığında Anadolu solu nasıl yaklaşıyordu meseleye. Başlayan hareket o dönemde yaktığı ateşle akılları aydınlatmadı mı? Kemalizm’le hesaplaşmanın ideolojik ön koşulunu oluşturmaya hiç mi katkısı olmadı bu pratiğin? Ve Hala “yaşasın halkların kardeşliği” yerine Türk ve Kürt kardeşliğinden bahseden yok mu? Burada Kürdün kim olduğu bellidir ama Türk kimdir, o belli değildir. Bir zamanlar (tam da TC’nin kuruluş amacına uygun olarak) Anadolu’daki tüm halklar Türk olarak adlandırıldı ve hatta bunun “muasır medeniyetler seviyesi”nin anahtarı olduğu iddiasını yaygınlaştırdı. Sonra Kürt kendini takdim etti istersen tanıma. Peki ya diğer halklar yok sayılarak Kemalizm aşılabilir mi? Mesela bugünkü ‘ulusal’ solculuk, bu inkâr politikasının bizzat kendisi değil mi? O gün “düşmana karşı” birleştirici olduğu iddia edilen bu giydirilmiş, uydurulmuş kimliğe, “işçi sınıfı” vurgusu zayıflamasın gerekçesiyle sarılmak arasında sonuç ve tahrip itibariyle ne fark vardır? Nitekim o gün de, bugün de, işçi sınıfının nihai zaferini ve bu zafere ulaştıracak mücadeleyi kavrayamama sorunu vardır. Uzar gider… Madem bu kadar söyledik sonunu da söyleyelim, “Ateşin söylemeye çekindiğini söyle.” Rene Char
Nazım’ın eksikliklerini veya politik olarak öngöremeyişlerinin savunusunu yapmak konumunda değiliz. Ama tarihe bir not da biz düşeceksek terazinin kefelerini adil doldurmak gerekir. Nazım Hikmet bu adaleti hak ediyor. Ve biz Nazım’ı da tarihimizle birlikte yarınlara yürürken yoldaş sayıyorsak, eleştirisini de biz yapacağız. Burada hem karalamalar hem de pohpohlamalar ve gereksiz yüceltiler ancak “yarınları hedeflemeyen”ler için bir yöntem olabilir.
Nazım Hikmet’in şahsına, şiirine, yaşamsal duruşuna bazen cepheden saldırılar olurken, çoğu zaman da böyle algılanması mümkün olmayan manüplasyon yöntemiyle saldırılar yaşanmaktadır.
Burada kritik nokta Nazım’ı Nazım yapan, Nazım’ı şair yapan ve şairi devrimci yapan kriterleri iyi özümsemektir.
Bugün Nazım Hikmet’i anmak, okumak “başka” bir şey olmuştur. Anlamak, yaşamak başka bir şey. Bu ayrım pek de iyi niyetli olamayacağını varsayabileceğimiz çevrelerce de derinleştirilmiştir.
“SEVDALINIZ KOMÜNİSTTİR”
Nazım Hikmet ile ilgili o kadar çok şey söylenebilir ki, Nazım için hiçbir şey söylememek isteyenler, Nazım için söylenen ve son dönemde moda olan ‘acılar çekmiş sürgün şair’ tanımlaması yapmakta ve Nazım’ın çilesini, onun cenazesini Türkiye’ye getirerek biteceğine herkesi inandırmaya çalışanlar, onu tekrar vatandaşlığa alma kampanyaları yürütmektedirler… Baştan söyleyelim; Ustanın ne o kirli ellerinizle pisleteceğiniz naşının getirilmesine, ne de çok matah bir şey olan vatandaşlığınıza ihtiyacı var…
Vasiyete gelince, elbette bu ülkede işçi sınıfı iktidara geldiğinde, bu vasiyeti en şanlı şekilde yerine getirilecektir…
Bu kampanyaların tamamı aslında Nazım’ı yasal yapma kampanyasıdır. “Şiir anayasaya aykırıdır. Yasadışıdır” diyordu Cemal Süreyya, Nazım’ı tarif eder gibi. Bu anlamda Nazım Hikmet’in toplum için, işçi sınıfı için bir meşruiyet sorunu yoktur… Biz onun yasadışılığını sevdik…
Nazım, düşmanları ile giriştiği savaşı kazanmıştır… Evet kazanmıştır. O bir kez kazanmıştır. Her devrimci gibi pek çok yenilmiş, bazen yanılmış, ancak savaştan geri durmamış, yenilgiye rağmen sonuna kadar gidebilme cesaretini göstermiştir ve böylece kazananlar arasında yerini almıştır. Zaten devrimciler, acı çeker, cezaevine konur, yaralanır, yalnızlaştırılır. Bunlar, seçtikleri yolun bedelleridir ve yenilgilerle doludur. Bütün bunlar bir devrimcinin başına geldiğinde devrimci bilir ki, doğru yoldadır. Ancak devrimci şunu iyi bilir “bir kez kazanacaktır” ve her şeyi o zafer uğruna göze alır.
O’nu yassallaştırma çalışması, vatandaş yapma çalışması, cenazesini getirme çalışması, burjuvazinin vicdanını rahatlatma çalışması değildir. Aksine Nazım’ın Komünist yönünü (ki bu O’nun her türlü özelliğinin nirengi noktasıdır) bir hokus pokus la yokmuş gibi gösterip, onu “acıların şairi” konumuna indirgeyerek, bizden koparmayı hedefleyen iki yüzlü imha çalışmasıdır… “Yok edemiyorsan dönüştür, dönüştüremiyorsan yalan söyle”. Bu anlamda ne kadar iyi niyetle yapılmış olursa olsun (çünkü burjuvazi bunu kendisi beceremez, bu işi yaptıracağı kişiler yine solcu olmalı) bu çalışmalara destek vermek ‘Nazım’a ihanettir’ demesek bile, burjuva siyasete alet olmaktır diyebiliriz…
NAZIM HİKMET ÖRGÜTÇÜDÜR
Her dönemde yoğun olarak karşımıza çıkan polemiklerden biri de “sanatçının özgürlüğü kavramıdır.”
Bazı “aydın” ve “sanatçılar”, bütün gündemleri halletmiş olmanın engin bilgeliğinden olsa gerek ki, karşımıza sanatın olabilmesi için sanatçının özgür olması gerektiğini şiar edinmiş bulunmaktalar.
Bu söylem ilk bakışta kulağa hoş gelen bir söylem olsa da aslında bu kişiler sanatçı özgür olmalı derken örgütsüz olmalı demektedirler… Tartışmalar sürer gider… “Eğer sanatçı örgütlü ise yapacağı sanat eseri örgütün bakış açısının dışına çıkamaz bu da yaratıcılığı öldürür”. Tartışmanın boyutu aşağı yukarı budur…
Ar damarının çatlaması bu değilse nedir ki?
Aslında Nazım bu baylara gereken yanıtı pratik olarak vermiştir. Nazım örgütlüdür.Bu sava karşı, Nazım’ın partisinden uzak kaldığı dönemin altını çizebilirler biraz eşeleyecek olsalar.
Ancak Nazım’ın TKP den ihraç edildiği dönemden bahsederlerken Nazım’ın neden ihraç edildiğini unuturlar ya da unutturmak isterler…
Mesela Nazım, bırakın kendi ülkesindeki örgütlülüğü, partisine rağmen işçi sınıfının uluslar arası örgütlülüğünün dağıtılmasına karşı çıkmıştır. TKP’den ihracının ardından derhal arkadaşları ile yeni bir örgüt kurma faaliyetine başlamış ve bu çabası devletin operasyonuyla sonuçlanmıştır. Sonrası yine hapishane ve yalnızlık yılları…
Bir soru da bizden olsun; sanatçı kapitalizm de özgür müdür? Kapitalist emperyalist sistemde özgürlüğü kim bulmuş ki be adam? Mesela korkak ve özgür bir insanı olabilir mi? Evet mümkün mü?
Kapitalist emperyalist sistemde, insan modern köle değil midir? Ancak bu sisteme karşı savaştıkça evet savaştıkça artık köle değildir… Bu sisteme karşı savaşın kaçınılmaz ruhu Don Kişot’luksa, bu savaşın silahı da örgütlülüktür…
Eğer bir insanın özgür olmasından daha önemli bir şey varsa o da bütün insanlığın özgür olmasıdır…
Biraz uzun olacak ancak bu özgürlük meselesine birkaç noktada değinmeden geçemeyeceğim.
Öncelikle, özgürlük çoğul bir durumdur tekil değil. Daha doğru bir deyişle bir insanın özgürlüğünden söz ederken aslında pek çok insandan söz ediyorsunuz demektir. Örneğin Robinson ve Cumayı ele alalım. Robinson efendidir, Cuma ise köle. Robinson’da silah vardır ve Cuma’nın emeğini sömürmektedir. Yani Cuma’nın durumunu Robinson belirlemektedir. Diyelim ki Robinson öldü. Cuma artık özgür müdür? Ya da Cuma öldü, Robinson efendi midir. Cuma’nın özgürlüğü Robinson’un öldüğü anda başlar ve aynı anda biter. Çünkü, özgürlük esir alana karşı bir durumdur, diğer bir deyişle eğer kişi tek başına ise esir olma durumu olmadığı gibi özgür olma durumu da yoktur. Karşıtından baktığımızda Cuma’nın öldüğü anda efendi artık efendi değildir efendiliği sona ermiştir. Ancak o özgür de değildir, özgür olabilmesi için kölesi olmadan ihtiyaçlarını giderebiliyor olması gerekir. Efendi ya ölecektir ya da ihtiyaçlarını kendisi giderecektir. Eğer ölürse mesele yok, ancak ihtiyaçlarını kendi gidermeye başladı ise efendide yok aynı zamanda özgürlük de yok. O halde bireyin özgürlüğünden söz etmek anlamlı olamıyor. Burada sözünü edebileceğimiz özgürlük toplumun özgürlüğüdür. Tıpkı kapitalizmde olduğu gibi. Toplum özgür değil, ama olsun ben özgür olabilirim. Yok, yağma yok aslanım bu iş öyle olmuyor! Toplumsal yaşam içerisinde köle sahibinin bile özgür olamadığı bir koşulda sen nasıl özgür olacaksın? Aslında sen özgürlükten söz ederken, kendi mevcut durumunun bir özgürlük durumu olduğunu söylemiş oluyorsun ki, buna kargalar bile güler. Üstelik ister rant geliri elde et ister artı değer; ister bu artı değer gelirin dolaylı olsun ister direk sen özgür değilsin. Bakınız mesela yazarsın bir sendika ya da dernektesindir ya da sinemacı ya da başka bir şey. İlla ki mesleki bir demokratik kitle örgütü vardır. Diyelim ki bunlardan birine üyesin. Ve üye olunur, oraya üye olmakta da hiçbir problem yok. Aksine olmalısın da. Ancak orda senin mesleki çıkarlarına katkı yapacak örgütlülükte, sorun görmüyorsun da (yineliyorum, saptırılmasın mutlak üye olmak ve o kitle örgütünde örgütlü olmak kesinlikle doğrudur) seni insan yapacak olan devrime, sosyalizme, komünizme götürecek olan örgüte özgürlüğümü kısıtlar diyorsun? Burada en fazla diyeceğin şey “yanlış örgüt seçmişim”olabilir. Ancak örgüt insanı, insanlığa götüren yol olduğu gerçeğini yadsıyamazsın.
Karşında insanı insanlığından eden bütün değerlerini çürüten bir sistem var. Üstelik bu sistem baştan aşağı örgütlüdür. Kapitalist emperyalist düzende, devlet işçi sınıfına karşı en üst düzeyde örgütlüdür.
Yani sana yani bana yani bize karşı örgütlüdür. Bu savaş makinesine karşı insanlık mücadelesi yürütmenin yegane yolu ona karşı örgütlü mücadele etmekten geçer. Eğer bir toplumda yaşıyorsan ve bu toplumun işleyişi kapitalist sistem ise sen istesen de bundan bağımsız yaşayamazsın. Ya ezenlerden (Robinson) ya da ezilenlerdensindir (Cuma). İki durumda da özgür değilsindir. Eğer ezenden yani Robinsonlar’dan isen bizce mesele yok aç cemalini de yüzünü görelim. Yok eğer ezilenden yani Cumalardan isen o halde özgür olmanın yolu Robinsonun elindeki silaha rağmen onunla savaşmaktan geçer ki, bu durumda gerçekten bir örgüte ihtiyacımız var demektir. Ve üstelik unutma ki Picasso da kominist partisi üyesi idi. Ve unutma ki buna rağmen yada bu ideoloji ile Picasso oldu. Ve yine unutma ki sen daha Picasso olabilecek değerde hiçbir ürün vermedin, tıpkı Nazım olacak değerde bir ürün vermediğin gibi.
Evet bitiriyoruz…
Bitirirken kapitalizmin sanat emeğini nasıl önce metaya sonrada esirliğin bir aracı olmaya çevirdiğinin bir örneğini verelim.
Bakınız mesela dün Nazım’ın şiirlerini yasaklayanlar, bugün telif haklarını almışlardır, yani bu aynı zamanda bu şiirleri sadece onların yayınlayabileceği anlamına gelir. Ya da yayınlamayacağı anlamına… Evet evet isterlerse yayınlamazlar. Yayınlanacak olanları toplatabilirler. Hem de bu işi pek çoklarının nemalandığı telif hakları aracılığı ile yaparlar… Kapitalizmden daha korkunç bir şey varsa o da cilalı kapitalizmdir.
Özgürlük; her halde bu kavramı Nazım en iyi bilenlerdendir… Özgürlüğü örgütte aramıştır…
ÖRGÜT ÖZGÜRLÜKTÜR
ÖRGÜT BİZİM ÖZGÜR OLABİLMEMİZİN ÖNÜNDE ENGEL OLAN SİSTEMİ YIKABİLECEK YEGÂNE GÜÇTÜR.
ÖRGÜT BİZE MEVCUT ESARETİ YIKABİLECEĞİMİZ OLANAĞI SAĞLAYAN, SAVAŞMA ARZUMUZA VE KUDRETİMİZE OLANAK VEREN TEK ŞEYDİR.
O HALDE;
ÖRGÜT ÖZGÜRLÜKTÜR…
VE NAZIM….
Hiçbir şey ama hiçbir şey Nazım’ı Nazım yapan değerleri unutturamayacak… Nazım’ın işçi sınıfının saflarının yaman savaşçısı olduğunu unutturamayacak… Nazım’ı yani BİZİM NAZIM’I bizden çalamayacak….
Nazım kim midir?
Kapitalist-emperyalist sistemin Nazım’da unutturmaya çalıştığı ne varsa Nazım odur.
Yani Nazım devrimcidir.
Yani Nazım örgütçüdür.
Yani Nazım savaşçıdır.
Yani Nazım asidir.
Yani Nazım yasadışıdır.
Yani bizim Nazımımız tıpkı kendisinin dediği gibidir. “KOMÜNİSTTİR”
* /3 Haziran 2009 Tarihinde AKA-DER Kültür Merkezi Nazım Hikmet Anması çerçevesinde yapılan konuşmanın metnidir. Aynı zamanda Kaldıraç 2009 Temmuz sayısında yayımlanmıştır.
**yazarın notu
ALTAN AÇIKDİLİ