Tuner Tekin
2024 1 Mayıs’ında Saraçhane’de yaşananlarla ilgili olarak bir şafak baskınıyla evimizden alınıp götürüldüğümüz Vatan polis merkezinde mizansen hazırdı, kameralar elde bekliyorlardı. Ters kelepçe takılmış halde iki polis eşliğinde binaya sokulurken başımızı zorla öne eğdirip kameraya kaydedecekler, ardından İçişleri Bakanlığı sosyal medya hesaplarından “devlete karşı başkaldıranın sonu böyle olur” alt metinli bir kliple sergileyeceklerdi. Önceki icraatlerinden biliyorduk bunu.
Beni evden alıp Vatan’a getirenlerden biri olan ve bu işlere pek aşina olmadığı belli acemi polis memuru, baş eğdirme girişimine şiddetli tepki verip engel olmama bir anlam verememiş ve şunu söylemişti: “Ya, evin ağzına kadar kitap dolu, niye sıkıntı yaratıyorsun, başını eğmiyorsun ki?”. Bu şaşırtıcı, naif ve komik sayılacak “akıl yürütme” üzerine düşündüm. Acemi memurun zihninin bütün kıvrımlarına işlemiş memuriyet refleksiyle ilgili olamazdı bu sadece. Daha derinlerde ona benimsetilmiş “rasyonel akla” uygun bulmamayla ilgili bir yan vardı. Öyle ya, onca okumuş yazmış birisinin itaat etmeyip kendisini zora sokması, devlet şiddetine maruz kalma riskini artırmasına anlam veremiyordu. Bir tür “akıldışılık” vardı bu tepkide ona göre.
Polis memurunun akıl katlarının içine yerleştirilmiş “itaat etmelisin, aksi halde başın dertten kurtulmaz” mottosu geniş bir toplumsal temsil ediciliğe sahip. Uzun yıllara yayılan bir devlet mühendisliğinin ürünü çünkü. Üzerinde durmaya ihtiyaç var.
Halk arasında şimdilerde 80 öncesi kadar yaygın olarak kullanılmayan “olaylara karışma” özlü sözü bu mühendisliğin en önemli başarılarından biriydi. Aradan geçen zaman içinde köprünün altından çok sular aktı. Ortalık o dönemki kadar “karışık” değil, ama devletin şiddet aygıtı alabildiğine büyütüp, yetkinleştirildi. Artık emperyalist merkezlerden alınan akıl ve teknolojiyle daha sofistike yöntemler kullanılıyor. Halkın zihnine yerleştirilmek istenen aynı şey ama: “Olaylara karışma”
Toplum baskı ve şiddet alenen sergilenerek korkutulmak, yıldırılmak ve “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” boşvermişliğine sürüklenmek istenmekte. “Başka bir dünya mümkün” diyenler şeytanlaştırılarak, başlarına türlü belalar getirilerek, bu fikri benimsemek şöyle dursun ona yakın durmanın bile ağır bedelleri olacağı topluma gösterilmek istenmektedir. Böylece toplumsal muhalefetin bir türlü çözemediği kitlesel bağ sorununun daha çetrefilli hale getirilmesi amaçlanmaktadır.
Şafak baskınları, ters kelepçeler, normal uygulamaların aksine verilen tutuklama kararları, F Tipi’ne götürülmeler, yalanlar, kumpaslar vs. topluma kaygı ve korku zerk etmenin araçları olarak tasarlanmıştır. Mizansen eliyle 1 Mayıs tutsakları ibreti alemlik yapılmak istenmiştir. 2000 yılında Çanakkale hapishanesinde bizzat yaşadığım 19 Aralık Katliamı/Direnişi süreci ve sonrasında da benzer bir politika izlenmiş, şiddet utanmaz biçimde alenen sergilenmişti. Bir işkence biçimi olan tecritle örgütlü direniş çökertilmek ve daha önemlisi içerisi gösterilip dışarısı teslim alınmaya çalışılıyordu.
Sermaye devletinin ezilenlerden duyduğu korku ezelidir, ama emekçi sınıfların büyük bir ekonomik ve sosyal yıkıma maruz bırakıldığı mevcut konjonktürde yakıcı biçimde günceldir. Diplerde biriken enerjinin 1 Mayıs’ta ortaya konan direnişle esinleyici bir halka yakalayacağı, akacağı bir kanala kavuşabileceği ihtimali vahimdir onlara göre. Bu vahimlikle doğru orantılı olarak “olaylara karışma” mottosunun yeniden üretilmesine duyulan ihtiyaç da artmıştır.
“Huzur ve sükun ortamı”nı bulandıran, ezilenlerin öfkesine tercüman olan direnişçi güçlerin “yanına bırakılmaması” gerekmektedir. Şiddetin, hukuksuzluğun kasten ve alenen gerçekleştirilmesi, sergilenmesi bundan kaynaklıdır.
Toplumsal muhalefeti bastırmak, biriken enerjiyi dağıtmak için şiddet mekanizmasını ve mahkemeleri stratejik olarak seferber etmek yeni değildir, ama hiçbir dönemle karşılaştırılmayacak kadar boyutlandığı da bir gerçektir. Neo-liberal yıkım arttıkça buna duyulan ihtiyaç da büyümektedir çünkü.
Toplumsal muhalefetin kaynaklarını kurutmak, ona potansiyel kuşak olabilecekleri kötürümleştirmek hedefine alabildiğine daha fazla yatırım yapılacaktır. Direniş kaçınılmazdır ve onun özneleri çok önemli bir sorumluluğu yerine getirmektedir. Ancak açık ki bu karşı devrimci güçle boy ölçüşebilecek ve ezilenler cephesinde özgüven yaratacak bir toplumsal güç merkezi yaratamadığımız ölçüde, son 1 Mayıs’ta olduğu gibi attığımız ileri adımların kalıcı sonuçlar yaratması olası değildir.
Bir milim bile geri adım atmayacağız burası kesin. Ancak bunun yanına “kararlı ve samimi” sosyalist solun kolektif bir akla kavuşması, güç ve eylem birliğini yükseltmesi hedeflerini koymamız gerek. Silivri’nin hücrelerinde tam bir tecrit halinde bile muazzam bir örgütlülükle direnişi büyüten, kapıları döven, mütemadiyen sloganlarla zindanı inleten birlikteliğin her alanda var edilmesi, büyütülmesi, yetkinleştirilmesi gerekmekte. Bu yakıcı görev mutlaka yerine getirilmelidir. Faşizmin zindanlarında bir araya getirilen bizlerin yaşamın her alanında da bir araya gelmesi zaruridir. Bu alçaklıkla ancak böyle baş edebiliriz. Hiç kuşkusuz baş edeceğiz ve biz kazanacağız. Çünkü tarihin doğru tarafındayız. Çünkü direnmenin yaşamak olduğunu biliyoruz…