Mert Kaya
Yakın zamanda gerçekleştirilen bir panelde yaptığım konuşmanın ardından, dinleyicilerden biri Mübadele’nin benim anlattıklarımdan ziyade oldukça sistemli ve doğru şekilde yapıldığına inandığını söyledi. Cevap vermedim. Bazen cevap vermemek gerekir. Neresini tutacağını bilemezseniz. Nereden tutsanız elinizde kalır. İstediğine inanmak, muazzam bir özgürlük alanıdır. İnandığınız doğrultuda mücadele etmek, o çerçevede nefes almak, aldırmak, haz verir. Rahatlatır. İyi hissettirir.
Bir insan daha ne ister ki? Tüm mesele bir şeye kendinizin, hür iradenizle inanıp inanmadığıdır. Burada tahlil yeteneği devreye girer ve tahmin ettiğiniz üzere ulus-devletlerin en temel özelliklerinden birisi toplumların tahlil yeteneklerinin dibine kibrit suyu dökmektir. Acı gerçek, Türkiye’de de tam olarak bu yaşanmış, tahlil yeteneği ortadan kaldırılmıştır. Genç neslin tahlil yeteneği daha güçlü olsa da bu sefer devreye küreselleşme ve konfor alanından çıkmayı istememe dürtüsü girer.
Ne mübadele ne de dünyada yaşanmış zorunlu diğer göçler ne doğrudur ne sistemlidir. Herhangi bir olayı gününe göre yorumlamak, tarih yazımı bakımından bir yöntem sunabilir fakat olayın evrensel insan hakkı çerçevesinde değerlendirilmesi, başka şeyler düşünmenize yarayacaktır. Renan’ın dediği gibi devletler hatırlamak üzerine değil, unutmak üzerine kurulur. Unuttururlar, ortak şeylerin varlığı dayatılır, toplum o ortaklık üzerinden inşa ettiği kimliğe tutunur. Toplum o çerçevede oluşturulan her şeye inanmaya başlar. Bu noktada verili olana inanmak güvenlidir. O güvenli alandan çıkmayı çoğu kişi göze almaz. Bu bağlamda düşman da ortaklaşır. Hayalet düşmanlar sarar ortalığı, Aleviler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar topraklarınızı, dininizi, kutsal olarak inandığınız her ne varsa elinizden almak için hep hazır bekliyordur. Buna inanırsınız. Su uyur, düşman uyumaz derler. İnanırsınız. Koskocaman paranoyak bir toplum oluştururlar. Paranoyak olduğunuzu bilmez, yeni kutsallar yaratırsınız. Başta söylediğim gibi bir tahlil yeteneği de olmayınca, sebep-sonuç ilişkisi de kurulamayınca, tepenin ardında bekleyen bir düşmanı gözler durursunuz. Belki uykularınız kaçar.
Peki, ya öyle bir şey yoksa?
Bunu çoğu kez sormazsınız. Sormaya başlarsanız, egemen olan, dayatan, sinirlenir. Yolunuzdan dönmezseniz, siz de düşman olursunuz. Bir düşmanlık döngüsü sürer gider. Jeopolitik konumu, dört mevsimi yaşayan havası, verimli toprakları, elbette tüm düşmanlarınız almak ister diye kabullenirsiniz. Oysa ne jeopolitik önem kalmıştır ne dört mevsim yaşanıyordur ne de topraklarınız verimlidir. Buğday bile ithaldir. Bazen söylenirsiniz ama görmezsiniz.
“Bir arada, mutlu mutlu yaşardık” tahayyülü de benzer bir romantikliğin ürünüdür. Malum bir arada mutlu yaşardık denilenler, şimdi yoklar. Hatta şimdi düşmandırlar. Neden, çünkü topraklarınıza göz koymuşlar, sizi sırtınızdan vurmuşlar, size ihanet etmişlerdir. Yani aslında sizin hiç suçumuz yoktur, o güzelim ortamı onlar bozmuşlar, büyük devletlerin oyunlarına gelmişlerdir. Sonucunda ne olmuştur, 1915 ile Ermeniler, 1923 ile Rumlar terk-i diyar etmiştir. Buna inanmak kolaydır. Konforludur. Çoğunluk psikolojisi güçlü hissettirir. İnanmaya başlarsınız. Bunu kendinizin yaptığını sanırsınız oysa ilkokul sıralarında edindiğiniz Kral’ın tarihidir bildiğiniz. Ekstra bir okumaya, bir araştırmaya gerek duymazsınız.
Açık konuşalım; gerçek öyle değildir ve gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi çok lanet huyları vardır. Elbette inanmak zorunda değilsiniz. Zaten tahlil yeteneği azalmış, zaten güvenli alandan ayrılmak zor. Fakat başka bir şeyi öğrenmek mümkündür. Mesela dinlemek. Mesela başkasının acısına saygı göstermek. Yıllar önce Yunanistan’da tanıştığım çok yaşlı bir kadın, evinin bahçesindeki koca limon ağacını gösterip, “babam Türkiye’den gelirken getirmişti, her yaprağını ayrı ayrı siliyorum” derken, gözyaşlarını tutamamıştı. Yine yıllar önce Ermenistan’da karşılaştığım yaşlı bir adam, Türkiye’den gelirken mezarına koyulması için bir avuç toprak getirmediğim için bana kızmış, ağlayarak odayı terk etmişti. Diyarbakır’da Kürtçe şarkı söylediği için hapis cezası alan ve hapis yatmamak için yurtdışına giden oğlunun hasretini çeken adamı da anımsıyorum. Verdiğim örnekler uç ve romantik gelebilir fakat gerçek örneklerdir. Dahasını siz de duyabilirsiniz. Giderseniz, dinlerseniz, acılarına saygı gösterirseniz, bir yerlerde mutlaka birileri size de anlatır neler yaşa(n)dığını.
Siz tabi yine istediğinize inan(dırıl)makta özgürsünüz. Belki bu yazının tek bir ricası olabilir. Okuduğunuz ya da duyduğunuz bir düşmanlık hikayesini “peki ya öyle değilse?” diyerek, bir iki dakika düşünebilir misiniz? Sonra yine istediğinize inanın tabi ama mutlaka sorun bu soruyu. Peki ya öyle değilse….