Bilim insanı Profesör Dr. Hüseyin Çelebi ile Söyleşi.
C.Şan:
Hüseyin hocam merhaba. Söyleşi teklifini kabul ettiğiniz için teşekkürler. “ Üç kültür arasında yaşam Öyküm” adlı kitabınızı ilgiyle okudum “ Geriye bir bakış” alt başlığı ile kitabı özetlemek gerekirse Doğuda başlayan ve batıya doğru sürüklenen daha da ötesi Avrupa’ya uzanan bir yaşam ve o yaşamın bir hikayesi…
Kişiler/ Dönemler/ olaylar/ ve birbirinden Farklı Coğrafyaların kendi kadim tarihleri… Hacmi yüksek bir kitap.
Kitabınızın oluşum süreci Nasıl başladı?
H.Çelebi:
Yaşam öykümü yazmak gençliğimden beri aklımdan geçiyordu. Bir hazırlık yapmadım, ancak insanların serüvenleri ve yaşam öyküleri çok dikkatimi çekiyordu. Daha çocukluğumda hazreti Muhammed’in hazreti Ali’nin ve Battal Gazi’nin evimizde kış aylarında okunan hayatları benim için ilk kıvılcım oldu. Büyüklerimiz bu öykülerin bazı yerlerinde kendilerini tutamayarak ağlıyorlardı. Ben o zaman bu öykülerin insanlarda bıraktıkları derin izleri anlayamıyordum. Ancak çok önemli olduğunu hissediyordum. Bu etki ile daha sonraki gençlik, öğrenim ve çalışma yaşamımda Antik Yunan Filozofu Tales ve Şair P. Neruda’dan Yaşar Kemal’e kadar çok sayıda ünlü kişinin yaşam öykülerini okudum.. Üzerinde derin derin düşünerek ders çıkarmaya çalıştım. Bunlar, benim insan yaşamlarını aydınlatmaya katkıları ve sorunlara getirdikleri çözüm önerileri bakımından ufkumu açtı. Yazmak için bana cesaret verdi ve yazmaya sevk etti. Nasıl yazdıklarını, neler yazdıklarını ve nelere önem verdiklerini öğrenmeye çalıştım. Bunların yanında günlük yaşamı hakkındaki çeşitli eserler de bana örnek olmuştur. “Benim yaşadıklarım da ilginç olabilir” diye düşündüm. İnsanlara anlatacağım, açıklayabileceğim yararlı bilgi ve deneyimlerim vardı. Nihayet vaktimin olduğu emekliliğimin başında roman olarak yazmaya başladım. Ancak kısa süre sonra fotoğraf koymak için otobiyografiye döndüm. Çeşitli aralıklarla 2022’de biten kitap, 2023’te elinizdeki otobiyografi olarak yayınlandı. Daha önce çok sayıda mesleki eser yazmıştım. Ama ilk edebi eserim bu yaşam öyküm oldu.
C.Şan
Nasıl tepkiler aldınız?
H.Çelebi:
Doğrusu Nasıl tepkiler alacağımı merak ediyordum. Ancak beklediğimden çok daha olumlu tepkiler aldım, sevindim. Özellikle köydeki eş, dost ve arkadaşlarımdan, çünkü bunlar bir parça kendi yaşam öykülerini de kitapta buluyor. Zira hepimizin yaşam koşulları az-çok aynıydı. Benim için geçerli olan şeyler onlar için de geçerliydi. Okurlarım otobiyografimin Murun için ilk ve iyi bir belge teşkil ettiğini ifade ediyorlar. İlerde bunun Almanca romanını da yazmaya çalışacağım.
C.Şan:
Kitabınızın zamansal kronolojisi 1950’lerde Bingöl’ün/Kiğı İlçesi- 1960’ların İstanbul’u ve 70’lerin başında dönemin Avrupası.
Kiğı’dan başlayalım, Murun Köyü’nden. Murun nasıl bir yerdi? Özellikle kitaptaki yaşlı bilge karakterler çok çarpıcı?
H.Çelebi:
Murun aslında çarpıcı, hatta en alttaki bir yer ve “otonom” denilecek derecede rahat bir köydü. Yeri çok sarptı (+1.440 m), derin vadiler, dik yamaçlar ve sarkan kayalıklar köyün arazisini belirliyordu. Murun’da hiç düzlük yoktu. Öyle ki düğünlerde gençler biraz at koşturup cirit oynamak için engebeli tarlalara iniyorlardı.
Yaklaşık 60 hanenin özellikle 1960’larda bulunduğu Murun’da insanlar her işlerini kendileri görüyordu. Ekmeğini kendileri ekip biçiyor, pişirip hazırlıyordu. Suyunu gece-gündüz akan köyün altındaki çeşmeden alıyordu. Onun için suyumuz hiç kesilmiyordu, Yazın serin, kışın ilik akıyordu çeşmemiz. Köyde fırın, lokanta, bakkal, kahvehane ve kumarhane yoktu. Ekmeğimiz olmayınca hemen komşudan ödünç 2 ekmek alabiliyorduk. Hatta sütü olan anneler sütü yetmeyen annelerin bebeklerini emziriyordu, elbise bile ödünç alınabiliyordu. Köyde terzi de yoktu, ama kadınların çoğu az-çok elle dikiş, nakış biliyor ve örgü örüyordu. Çoğunlukla güzel çiçek desenleri ile yazmalarını, peştamallarını ve çoraplarını süsleyerek duygularını dile getiriyorlardı.
Köyde Cami, tuvalet ve okul da yoktu. Günün vakitleri güneşli günlerde gölgeye göre kestiriliyordu, çünkü köyde sadece eğitmende bir saat vardı. Yağmurlu günlerde de tavukla horoz bize rehberlik ediyordu. Cigerxwin dediği gibi Onlar kümesten çıkınca sabah, girince akşam olduğunu anlıyorduk.
C.Şan:
Devletle ilişkiler Nasıldı?
H.Çelebi:
İnsanların devletten sadece askerlik ve vergi zamanlarında haberi oluyordu. Bu amaçla senede birkaç jandarma muhtarı ziyarete geliyordu. Bir de arazi davalarında insanlar mahkemelerde dava açıyordu. Yoksa polis ve jandarmayı kimse aramazdı. Hayret edilecek derecede köyümüz barışçıldı. Büyük çapta kavga veya döğüş hiç görmedim. Ama insanların önemli bir kısmı birbirine küstü. Bunlar da bayramlarda barışıyor veya barıştırılıyorlardı. Burada bilge insanlar devreye giriyordu. Taraflara öğüt ve nasihat ederlerdi, verdikleri örnekleri ve içten çabalarıyla bunları uzlaştırıyordu. Bunlar köyün ebesi, doktoru, veterineri, eczacıları ve meteorologlarıydı aynı zamanda. Hangi hayvanın gebe olduğunu onlar biliyordu. Aynı şekilde hangi bulutların yağmur getirdiğini ve yıldırımın nerelere düşebileceğini deneyimlerinden tahmin ediyor ve köylüleri uyarıyordu. Birine borç para verilmeyebilirdi, ama birinden yardım ve bilgi asla esirgenmezdi. Çok ayıptı. Büyük günahtı, Allah asla affetmezdi.
Bu yaşlı bilge insanlar gençlere göre çok farklı şeyler biliyorlardı. Çoğunun modern anlamda hiçbir öğrenimi, eğitimi veya mesleği yoktu. Bunlar kendi merakları peşine giden insanlardı. Evde büyüklerinden duyarak veya ders alarak öğrenmişlerdi, bazıları belki şehir görmüştü veya birkaç yer gezmişti. Çoğu bildiklerini büyüklerinden, yani atalarından, öğrenmişlerdi. Bazen tarihi vakaları, yenilikleri, akrabalıkları, dost ve düşmanlıkları ayrıntılarıyla anlatıyorlardı. Önerilerde bulunup yönlendiriyorlardı gençleri. Örneğin, Ceneviz’lerin, yani Romalı Cenovalıların, soygunlarını, Harun Raşid’in zenginliğinden ve Kanuni’nin adaletinden bahsederlerdi. Kıyamet gününden, salgın hastalıklardan, keşif ve icatlardan onlar bahseder, öğüt veriyorlardı. Örneğin, çekirgeden ekinler nasıl korunur veya şarbon hastalığına yakalanan hayvanlar nasıl tedavi edilirlerdi? Çok öğretici masal, hikaye ve fabel biliyorlardı, yerine göre anlatıp insanları uyarıyorlardı. Hiç üşenmeden genç ve çocuklara ders olsun diye anlatıyorlardı. Bir maslahatın, görüşmenin ve sorunun nasıl ele alınacağı önce onlara sorulurdu ve sözleri de dinlenirdi. Tüm bilgileri gözlem ve deneyime dayanıyordu. Çoğunlukla başarılı olurlardı. Psikolojik tedavide dahi başarı sağlanabiliyordu.
C.Şan:
Benim kitapta hissettiğim Murun’da kadim bir dünya var, evet ama sanki bu Dünya yavaş yavaş bir çözülmenin eşiğinde. Eğitim talebiniz var ve bölgenin sanırım bunu karşılaması çok zor
Ne dersiniz? O yıllarda yüksek eğitimi hayal etmek bile kolay değildi sanırım.
H.Çelebi:
Evet, o yıllarda yüksek öğrenimi hayal etmek bile çok zordu. O zaman bize en yakın üniversite 1.100 km batıdaki Ankara’da bulunuyordu. Bizden önce okuyan bazı ileri gelen ailelerin doktor veya subay çocukları vardı. Bunlar bize örnekti. Bizim gibilerin gideceği okul, sanat veya yatılı öğretmen okullarıydı. Lise pek makbul değildi. Burada meslek öğrenilmiyordu. Yüksek öğrenim çok sürüyordu, zor ve pahalıydı.
Benim okulla ilgili sorunum nerede ve ne okuyacağım değildi, okula gidip gitmememdi. Babam Köy okuluna gitmişti. Osmanlıcayı çok iyi biliyordu. Oldukça dindardı. Yıllarca tüm çocuklarına eski yazıyı öğrettiği gibi bana da öğretti. Açıkçası 7 hatmim ve el yazım vardı.
C.Şan:
İlk adım böyle başladı sanırım?
H.Çelebi:
Aslında 1961’de Murun’a İstanbul Eyyüp’ten bir lise mezunu genç yedek subay öğretmen olarak atandı. Askerlik görevini, 27 Mayıs Hareketinin okuma-yazma seferberliği kapsamında, öğretmen olarak Murun’da yapacaktı. Bu vesilesiyle biz okula gitmeyen çocuklar da okula alındık. Ondan önce köyde 3. Sınıfa kadar okutan, askerliği sırasında okuma yazma öğrenen bir eğitmen zaten vardı. Bu okula giden arkadaşlarımdan okuma-yazma ve dört işlem yapmayı öğrenmiştim. Çok meraklıydım. Böylece 12 yaşımda 4. Sınıfla okula başladım. Hala öğreniyorum.
Yakın köydeki ortaokulu bitirdikten sonra babam imam olmamı istedi. Ona göre hem dünyamı hem de ahiretimi kurtaracaktım. Başka türlü pişman olacaktım. Ama imam hatip lisesine gitmek hiç içimden gelmiyordu. Gitmedim. Bingöl veya Elazığ’daki liselere gitmem de mümkün değildi, fakirdik. Ancak ben üniversiteye gitmek istediğimden liseye gitmem lazımdı. Sonunda babam İstanbul’u uygun buldu, 2 ağabeyim ve 2 ablam zaten oradaydı.
Böylece 1966 güz döneminde İstanbul’a gelip Haydarpaşa Lisesi’ne yazıldım. 1969 baharında mezun oldum. Girdiğim tüm sınavları kazandım. 1416 sayılı yasa ile yurtdışına Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA) adına “maden jeolojisi mühendisliğini” okumaya gönderildim. Yeri gelmişken dönemin MTA-Enstitüsü Genel Müdürü Sayın Doç. Dr. S. Alpan’a çok teşekkür ettiğimi ifade etmek istiyorum. Yaklaşık 1,5 yıllık lisan, staj ve 5 yıllık öğrenimden sonra 1977 baharında Maden Yüksek Mühendisi olarak Berlin Teknik Üniversitesinden mezun oldum. Bu öğrenimimden sonra doktora yapma fırsatı doğdu, akademik kariyere başladım.
C.Şan:
İstanbul’u da konuşalım istiyorum.
1960’ların İstanbul’u Haydarpaşa Lisesi ve gençlik yılları…
İstanbul’un ahalisi o zamanlar mutlu muydu gerçekten?
H.Çelebi:
Mutluluk göreceli bir durumdur. Kimine göre bir rastlantı veya tesadüf, kimine göre de kör talihtir. Onun için mutluluk hakkında çok şey söylenmiştir. Örneğin bir Alman halk şarkısı “mutluluk senin olmadığın yerdedir (das Glück ist dort, wo du nicht bist)” der. Hep peşinde koşacaksın, pes etmeyeceksin.
Bence insanlar en çok alıştıklarıyla ve sevdikleriyle beraber olmakla mutlu olurlar. Bana göre bu ikisi de İstanbul halkında yok veya çok az var. İstanbul halkının büyük çoğunluğu yerli değil. İstanbul’un hemen hemen her şeyine yabancıdır. İnsanına ve doğasına alışık değil, çünkü şehrini tanımıyor. Dolayısı ile karşılıklı saygı (Respect) oluşmamış. Mutlu olamıyor ve edemiyor, sadece şikayet ediyor. Eski gelenekler unutulmuş, yenileri de oturmamış. İkincisi de buna benziyor. Ben İstanbul’daki “mutluluğu” böyle açıklarım. Kullandığımız hiçbir şeye tam doymadan, zevk almadan değiştiriyor veya atıyoruz. İlişkilerimizde de öyleyiz. Sadece birer tüketiciyiz. Eskiden değişim bu kadar hızlı değildi. Örnek verilecek olursa, 1861’de bulunan telefon ancak 2000’lere doğru 1837’de icat edilen zamanının modern Mors alfabeli iletişim aracı telgrafın yerine geçebildi (telgraf-teleks -telefon-telefaks-e-posta). 150 yıldır da kullanılmaktadır. Bugün icat edilen bir aygıt yaklaşık 1-2 senede piyasaya çıkabilmektedir. Ancak 3-5 yıl sonra da atılır. Buna 1960’ların ses kasetleri, 1980’lerin videoları, 1990’ların bilgisayar disket ve 2000’lerin CD’leri ile şimdiki anlık bellekler örnek everilebilir. Çalışma yaşamı da öyledir. Bugün 1000 m derinlikteki değerli bir maden yeryüzündeki bir merkezden komanda edilerek insansız çıkarılabilmektedir.
Yine de lise çağlarımdaki 1960’ların İstanbulluları sanırım bugünkülerden daha mutluydu. Değişim ve göç bu kadar hızlı değildi. En azından daha iyi bir gelecek umuyorlardı. Çok insan ilerde refahın artacağını, daha zengin olacağını, sağlıklı, uzun ve daha kaliteli yaşayacağını, çocuklarını daha iyi yetiştireceğini umuyordu. Benim o zamanki çevrem genel olarak böyle düşünüyordu. Onlara göre teknik, bilim, sanat ve refah yaygınlaşacaktı. Örneğin, o gün insanların yaptığı birçok işi gelecekte robotların yapacağını düşünüyorlardı. Çalışma yaşamı ve süresi oldukça kısalacaktı. Ama şimdi bakıyoruz, bunların çoğunun hala gerçekleşmediğini görüyoruz.
C.Şan:
Bugüne göre daha mutlulardı diyebilir miyiz?
H.Çelebi:
Kesinlikle evet demek ki aslında bugüne göre daha mutluydu insanlar. Geleceğe umutla bakıyordu. Önlerinde kocaman parlak bir gelecek tasavvur ediyorlardı. Bugün ise karamsarlar, yolum sonuna gelmiş gibiler. Şehrin aşırı kalabalığı, koşturmacası, çevre kirliliği ve göreceli daha az kazanç insanları sıktığını sanıyorum. Benim için İstanbul o zaman “harikaydı” diyemem. Köyümü çok özlüyordum. Her noktasını biliyordum. Temiz ve sakindi, ayrıca babam ve annemin mezarı oradaydı.
İstanbul’da pek arkadaş edinemedim. Şehre hep yabancı kaldım, tanıyamadım. Bu yönleriyle İstanbul’daki lise yıllarım trajedi sayılabilir. Şehir çok büyüktü, kirli ve düzensizdi. Ama bir hayalim vardı. Gözümün önünde ışıldayan bir gelecek ve parlayan bir İstanbul vardı. Yönüm belliydi, ancak olanaklarım kıttı, yaratmam lazımdı. Onu da hayallerimin peşinde giderek başardım.
C.Şan:
Bilinir ki Avrupa’ya gitmek kolay değil. Her yolculuk bir hikaye, bir dram özellikle kaçak mülteciler için ya da başka serüvenler…
Siz direkt Avrupa’ya okumaya gittiniz. Avrupa’da nasıl bir eğitim aldınız?
Tecrübe açısından size neler kattı?
H.Çelebi:
yurtdışına öğrenime gitmek benim en büyük hayalimdi ve başarımdır. İkinci bir yabancı dil olarak Fransızcanın yanında Almanca öğrendim. Goethe ve Einstein’i özgün dillerinde okudum. Mecburi hizmet karşılığında borçlandım, ama her şeyden önce ailemi beni okutma yükünden kurtardım. Bunu ailem anlamadı, beni hep “Almancı” gördü. Kimi kendilerini de götürmemi, kimi de para göndermemi veya eşya getirmemi istedi. Halbuki benim Almanya’da okumaktan başka hiçbir hakkım, çalışma iznim yoktu. Senede sadece 62 gün tatillerde çalışabilirdim.
Almanya’ya resmi öğrenci olarak gittiğim için hiçbir zorlukla karşılaşmadım. Bonn Büyükelçiliğindeki öğrenci müfettişliği bizimle ilgileniyordu. Burada o dönemin Türkiye Bonn Büyükelçisi Sayın O. Gökmen’e müteşekkir olduğumu belirtmek istiyorum. Almanya’ya geldikten 2 hafta sonra Aralık / 1969 da hemen Goethe-Enstitüsü’nde dil kursuna başladım. 4 ay sonra çevirmensiz her işimi görebiliyordum. Burslarım 420,00 D-Mark/ay düzenli geliyordu. Senem dolmadan Berlin Teknik Üniversitesi’nde öğrenime başladım ekim/1970 de. Gayet programlı okudum ve doktora yaptım şubat/1986 da. Bu konularda hiçbir önemli sıkıntım olmadı. Bu arada işe girdim, evlendim ve askerliğimi de yaptım.
C.Şan:
Avrupa’nın diğer ülkelerini de görüp tecrübe etme şansınız oldu sanırım?
H.Çelebi:
Evet fırsat buldukça Avrupa’yı gezip görmeye çalıştım. Örneğin, İngiltere’ye dil kurlarına gittim. Sosyalist doğu bloku ülkelerinden Çekoslovakya, Macaristan, Polonya ve Romanya’ya izne gittim. Çok sayıda laboratuvar araştırmalarına, staj, mesleki gezi, konferans ve kongrelere katıldım. Çok şey gördüm, yaşadım ve öğrendim. Ufkum açıldı. O yüzden Avrupa’ya gitmekten çok mutlu oldum. Hakkettiğimi sanıyorum. Yoğun ve dürüst çalıştım. Hiçbir şeyi ihmal etmedim, kimseyi yanıltmadım ve yanlış kullananlar olsa da yardımlarımı esirgemedim.
Alman hocalarımdan, iş arkadaşlarımdan ve dostlarımdan çok şey öğrendim. Ben zaten çalışkan biri olarak bilinirim. Her şeyden önce Almanlardan işimi temiz yapmayı, uyumlu yaşamayı ve yapıcı düşünmeyi edindim. Almanlar işlerini çok ayrıntılı düşünür ve sistematik yapar. Çok akılcıdırlar. Her işi muhakkak bir kurama ve kurala bağlarlar. Almanya zaten bir kurallar ülkesidir. İşi şansa bırakmazlar. Ben de onlardan biraz öğrendim, ama asla Alman olamadım, zira her şey özüne döner.
C.Şan:
ünlük hayata dair kişisel eğitimleri çok iyi sanırım…?
H.Çelebi:
Kesinlikle evet buna sebeple Kapsamlı ve esaslı bir öğrenim gördüm (maden öğrenimi, doğa, ekonomi, hukuk ve teknik demektir). Dakik olmayı, kesin ve ayrıntılı tasarlamayı, akılcı düşünme ile disiplinli çalışma tarzımı Almanlardan öğrendim. Benim için Avrupa “dünyanın başkentidir”. Uygarlık için iyi veya kötü, olumlu veya olumsuz hemen hemen her şey oradan çıkmıştır. Hukuk, edebiyat, teknoloji, bilim, sanat, mimari ve diğer yenilikler son 2.500 yılda hep Avrupa’dan dünyaya yayılmıştır. Herkes araştırmayı, geliştirmeyi ve üretim tekniklerini onlardan öğrenmektedir. Ben de Almanya’da okumakla Avrupa’yı gezme ve yakından tanıma fırsatı buldum. Yeni ülkeler, farklı dil, kültür ve inançlarla, insanlarla karşılaştım. Dans, yüzme ve kürek çekme kurslarına gittim. Temiz yedim, içtim, gezdim ve eğlendim. Kısacası Avrupa’da her şey tam bana göreydi.
C.Şan:
Kitapta Almanya ve gençliğim adlı bölüm var özellikle Berlin var. Almanlar sanırım diğer Avrupalılardan daha farklı gibi? Özellikle teknik açıdan.
Ne dersiniz?
H.Çelebi:
Tabii her halkın kendine özgü belirgin özellikleri var, Almanların da var. Her şeyden önce Almanlar oldukça ciddi ve dürüstler. Çok az şaka yaparlar. Şakaları bile bir ciddiyeti dile getirir. Onun için az eğlenirler. Onların eğlenceleri dans ve içkinin yanında sohbet ağırlıklıdır. Sakindirler, gürültüyü sevmezler. Herkes Almanları çalışkan bilir. Temiz çalışırlar, öyle ki mahcup olursunuz, o kadar profesyonelce iş yaparlar. Ben de öyle gördüm. Ama asla fazla çalışmazlar. Kesin ve ayrıntılı hesap yaparlar, itiraz edemezsiniz.
Komşuları Almanların iyi giyinmediğini söyler, örneğin, Fransızlar. Almanlar sade giyinirler, şatafatı ret derler. Alman mutfağı iyi değil, fakat güzel ve çok lezzetli yemek de yaparlar. Bu konuda dünyaya açıktırlar. Yemekleri et, yağ ve patates ağırlıklıdır. Bazıları Almanlara “patatesçi” dese de bence İngiliz’ler daha çok patates tüketirler. Sebze az ve pahalıdır. Az ekmek yerler. Ancak Almanların sofrada olmazsa olmazı biralarıdır. Hemen hemen her kasabanın bir bira markası vardır. Şarapları da güzel, Rhein ve Mosel markaları dünyaca tanınan markalardır.
Almanlar israf sevmez, her konuda tasarruf ederler. Her şeyi gereği gibi ve gereği kadar kullanırlar. Örneğin, okuduğu kitabı rafta tutmaz, kitapçıya kullanılmış kitap olarak satması için verir. Gösterişi sevmezler, ayıplanır. Tevazu esastır. Almanlar için izin, hafta sonu ve bayram tatilleri çok önemli. Hemen nasıl geçireceğini düşünür, planlar. Çoğunlukla seyahate çıkarlar. Birbirlerini de ziyaret ederler. Geleneklerine çok bağlıdırlar. Büyüklerinin doğum günlerini, Noellerini, yeni yıllarını ve paskalyalarını kutlamayı, ziyaret etmeyi ve hediye vermeyi asla ihmal etmezler, yoksa çok ayıptır. Ev hayvanları kedi ve köpeği çok sever ve beslerler. Yılan besleyen de gördüm.
Her yerde olduğu gibi Almanların da komşuları Almanları pek sevmezler. Bazıları kaba görüyor, mesela, Fransız ve İngilizler gibi. Almanlar da Fransızları “pasaklı”, ama İskandinav ülkelerini de temiz görüyorlar. Bu önyargıların çoğu tarihseldir.
C.Şan
Doğu ve Batı Almanya olarak ikiye bölünmüştü değil mi? Siz doğu Almanya yıllarını da tecrübe ettiniz Gördünüz…
Nasıldı?
H.Çelebi:
Almanya uzun yıllar 1945-1989 arası… Doğu ve Batı Almanya diye ikiye bölünmüştü. Doğu Almanya Sovyetler Birliği’nin komünist, Batı Almanya da İttifak Devletleri ABD, BB ve Fransa’nın kapitalist rejimleri altındaydı. Berlin ayrı bir statüye tabiydi. O da aynı tüm Almanya gibi önce Doğu Berlin (Sovyetler Birliği) ve Batı Berlin (İttifak Devletleri) sektörleri diye ayrılmıştı. Batı Berlin ayrıca bir daha İttifak Devletleri (ABD, BB ve Fransa) tarafından üç sektöre ayrılmıştı. Bunlar arasında ancak vize ile geçiş mümkündü. Ben Batı Berlin’de kalıyordum. Her tarafı 1961 yılında yapılan yaklaşık 3,60 m yüksekliğinde ve 156,4 km uzunluğunda bir duvarla çevriliydi Meşhur Berlin Duvarı… Duvar üzerinde belli aralıklarla silahlı nöbetçi kuleleri ve geçiş kapıları vardı. Vizeli geçişler bu kapılardan sağlanıyordu. Bu bölünmenin etkileri bugün 34 yıl sonra da tüm teşviklere rağmen silinememiştir. O yüzden Almanların da İttifak güçlerine karşı bazı önyargıları var, örneğin, savaşta şehirlerini bombalamaları gibi.
Berlin hem konum hem de şehir olarak güzeldir. Geniş caddeleri, şehir içinden geçen kanalları, barok mimari tarzı, üniversiteleri, tiyatro ve konser salonlar, fuar alanları ve yaygın park alanları ile gölleri görmeye değer.
C.Şen:
Kitapta çok güçlü bir tarih anlatımı var. Eski uygarlıklardan bahsediyorsunuz. Nuh Nebi/ İbrahim peygamber/Persler/Medler/ Zümrüt-ü Anka hikayeleri Zerdüşt ve diğer konular.
Kitapta adı geçen “Kamus/lügat” denilen bir kitap var. Bir sözlük sanırım. Nasıl bir kitaptı bu? Tarih okumalarınız bağlamında. Bölgenin güçlü bir kadim tarihi var sanırım…
Ne dersiniz?
H.Çelebi:
Kamus dediğim kitap, Osmanlıca küçük, kalın bir kara kitaptı. Diğer adı “lügat”tı. İki kelime de Arapça kökenlidir. Şimdi Türkçede buna sözlük denir. Çeşitli kavramları açıklıyordu. Babam anlam vermediği bir kelimeye rastladığında ona baş vuruyordu. Başka bir şey içermiyordu. Babamın okul kitabıydı, 19. Yüzyıl sonları baskısı olduğunu sanıyorum.
Bizim evde ninem ve yengem dışında herkes eski veya yeni yazı ile az-çok okur yazardı. Babam İstanbul’daki ağabeylerime ara sıra eski yazı kitap ısmarlatıyordu. Eski yazı kitapları kendisi okurken yeni yazı kitapları, özellikle kışın boş zamanlarında, torunlarına okutuyordu. Onun için bizim evde küçük bir dolapta çoğunluğu eski yazı birçok kitap diziliydi. Bunların en kıymetlisi yeşil kaplı, kalın, Arapça “Kuran-ı Kerim”di. O hep kitapların en üstünde duruyordu. Cuma gecesinde ölülerimizin ruhuna kuran okumak veya dua etmek için dolaptan alınırdı. İşi bitince yerine konuluyordu. İsmi aklımda kalan kitapların bazıları örneğin, Elifba cüzleri, ilmihal, inşaa, dur-ri yekta, Peygamberin hayatı, İmam Cafer Buyruğu vs. Gibiydi. Bunların hepsi İslam üzerineydi. Yöre tarihi veya yöre hakkında hiçbir kitap adı duymadım. Olacağını da sanmam. Çünkü kimse yazmıyordu. Öyle bir kültür yoktu. Şimdi ne olduklarını maalesef bilemiyorum, ağabeylerin sakladıklarını umuyorum.
Benim otobiyografim kapsamında değindiğim tarihi, sosyal ve coğrafi konular yaşadıklarım, gördüklerim ve duyduklarımdan ibarettir. Bunlara ek olarak çok sayıda batılı tarihi kaynak da taradım, not aldım. Yöre ve Mezopotamya ile ilgili rastladığım birçok bilgiyi bazı konuları açıklamak için kitaba işledim. “Üç Kültür Arasında Yaşam Öyküm” kitabım bir otobiyografidir, bir araştırma veya inceleme kitabı değildir. Kitaba o gözle bakmak lazım. O yüzden bazı yönleriyle kısa, yanlış veya eksik olabilir. Bunlar daha sonraki baskılarda giderilebilir.
C.Şan:
Genel olarak söyleşimizi özetlersek. Geçmiş ile bugünün teknolojik dünyasını nasıl kıyaslarsınız?
Biz insanlar ne kazandık ne kaybettik?
H.Çelebi:
İnsanlıkla bilim ve teknoloji ilişkisi temel bir sorundur. Bazı araştırmacılar, Sümerlerin uygarlığı yanlış kurduklarını söylüyor. Bence sorun da aslında buradan kaynaklanıyor. Bu ifade “kervanın başı nereye giderse, sonu da oraya gider” özdeyişini doğrulmaktadır. Ben burada fazla ayrıntıya girmeden kısaca değineceğim. Son 200 yıldaki teknoloji değişimine yukarıda bazı örnekler verdim. Tabii bilim ve teknoloji hayatımızı olumlu yönde çok değiştirmiştir. Mesela, ölümcül çiçek hastalığını ortadan kaldırmış, verem, kuduz ve son olarak kovid-19 aşıları ile insanların yaşamı korunabilmiştir. Bugün atom boyutunda eşyaları gözlenebilmekte, bir konumdan dünyanın her tarafı ile görüntülü iletişim sağlanabilmekte ve yeryüzündeki bir konum yaklaşık 2 m kesinlikle tespit edebilmektedir. Değişim çok hızlı, takip etmek zorlaştı. Bunun bence üzerinde düşünülmesi lazım. Doğa artık bazı etkilerini taşıyamamaktadır. Sonuç iklim değişikliği ve organizma olarak biz insanların da zamanla değişmesi.
Fracis Bacon mesela “kalkınmak için doğadan örnek almalıyız, ondan öğrenmeliyiz, inceleyip araştırmalıyız” dediğinde daha ne oksijen biliniyordu, ne de buharlı makina icat edilmişti. Batı Avrupalılar Bacon’ın dediklerini yaparak insanlığı ve teknolojiyi bu duruma getirdi. Şimdi alternatif çözümler aranıyor.
Jean Jacques Rousseau da uygarlığı insanlığın temel sorunu olarak görmektedir. “İnsan, uygarlıkla özüne yabancılaşmıştır, okullarda insanlar yanlış yönlendirilebilir” demektedir. Doğrudur, zira insan giderek doğadan uzaklaşmaktadır. Kendisi doğal koşullara uymak yerine doğayı kendine uydurmaya çalışmaktadır. Ama doğa en büyük diktatördür, hiçbir şey dinlemez. Örnek verilecek olursa, araştırmalar insanların çoğunun miyop gözlü olduğunu göstermekte ve bu durum giderek artmaktadır. Kendimizi küçücük odalarda yaşamaya mahkûm ettiğimiz için uzağa bakmıyoruz. O yüzden gözümüz uzağı görmeyi gereksiz görüyor ve değişiyor. Aynı şey dişlerimiz için de geçerlidir. Pişirilerek yenilen yumuşak yiyecekler hiç çeneyi yormamakta ve dişleri zorlamamaktadır. Dolayısıyla beyin büyük çeneye gerek görmüyor ve giderek küçülüyor. Bu nedenle 20 yaş dişleri doğru dürüst çıkmıyor. Ya eğik çıkıyor, ağrıyor, çektiriliyor, ya da hiç çıkmıyor. Dişe yer kalmıyor. Beynimiz bize “pişmiş aş için büyük çeneye ve 32 dişe gerek yok” diyor. Buradan çiy yiyeceklerin tercih edilmesi gerektiğini anlıyoruz. Bu örnekler çoğaltılabilir. Mesela yürümeye üşenenlerin, yaşlılıklarında eklem ağrısı çekmesi doğal olması gibi.
Bu sayılanlar genel olarak uygarlığın getirdiği olumsuzluklardır.
C.Şan:
Batı bu durumdan nasıl etkileniyor?
H.Çelebi:
Tabiki kimse bundan kaçamaz . “Batı Uygarlığı” denilen Batı Avrupa’ya özgü olumsuzluklar var. Örneğin, büyüme ve nüfus artışı gibi. Batı uygarlığı Modeline göre her şey sürekli büyümelidir. Bunun adına da gelişme, kalkınma veya kar denir. Bir işletme, ülke nüfusu veya bütçe nasıl sürekli büyür? Karşılığı yok, bu olacak şey değil. Jeolojiden biliyoruz, kendi çöpleri altında yok olan canlıların fosil mezarlıklarını görüyoruz. Doğada her şeyin bir sınırı var. Onun için sistemler sürekli yıkılıp yeniden kuruluyor. Tarih bu sistemlerin mezarcılıklarıyla doludur. Ayrıca Batı Modeli Uygarlık çok malzeme ve enerji tüketir, müsriftir. Doğal kaynaklar da sınırlıdır.
Giderek makinalar insanları yönetiyor. Teknik gelişme insanların yeteneklerini köreltiyor. Örneğin, el sanatları, biçki, dikiş, örme ve dokuma yok olmakla karşı karşıyadır. Ama yine de el dokuması halılar revaçta ve pahalı değerler biçilmektedir. Bazı ülkelerde el yazısı okul programlarından kaldırıldı. Gençler el yazısı öğrenmiyor, dolayısıyla tablet olmadan not alamıyor. İnsan-makine ilişkisi bence özellikle üzerinde durulması gereken bir husustur.
C.Şan:
Son olarak Tecrübe/bilgi ve mesaj aktarımı açısından gençlere ne söylemek istersiniz?
H.Çelebi:
Benim gençlere önerilerim ancak benim yaşam alanımla ilgili olabilir. Onlara önerim, meraklarının peşine gitmeleri. Çekinmeden hata yapmalarını öneriyorum. Hata yapmaktan çekinen insan hiçbir şey yapamaz. Ama kendi hataları olsun, başkalarının sözü veya önerileriyle yaptıkları hatalar olmasın. Anı yaşasınlar. Bir nehirde aynı su ile bir defa yıkanılır. Geçen zaman geri gelmez ve son olarak insanlar arasında iyi ilişki kursunlar. Hayatta en büyük zenginlik insanlar arasındaki iyi ilişkilerdir der Karl Marx.
C.Şan
Söyleşi için teşekkürler.
H.Çelebi:
Ben teşekkür ederim.
Hüseyin Çelebi Kimdir:
1949 Bingöl doğumludur. İlk ve Orta okulu yaylıderede Liseyi İstanbul Haydarpaşa Lisesinde bitirdi. Maden teknik ve arama enstitüsü’nün bursu ile 1977 yılında Berlin Üniversitesi’nden Maden Yüksek mühendisi olarak mezun oldu. Aynı üniversitede doktora yaptı. 1994 yılında Fırat üniversitesi/Elâzığ doçent 2000 yılında ise Mersin Üniversitesinde profesör oldu. Çeşitli ülke ve Üniversitelerde çalışmalar yaptı. 2012-2016 yılları arasında işçi sağlığı ve iş güvenliği 2017-2022 arasında da Almanya’da yabancılar için dil ve uyum uzmanı olarak çalıştı.
Batı dillerinde Almanca/İngilizce/Fransızca/ ve doğu dillerine hakimdir.
İstanbul’da yaşamakta ve bilimsel ve edebiyat çalışmalarına devam etmektedir.
Kıymetli dayımız Hüseyin çelebi ‘ ye saygı ve sevgilerimle röportajınızın tamamını büyük bir merakla okudum gençliğim döneminde varlığından bile haberdar edilmediğimiz kıymetli büyüğümüzün bu derece başarılı bir bilim insanı olması bizleri de onurlandırmıştır saygılarımla…