NURCAN AKTAY
Özellikle bugünlerde Türkiye’ye dışarıdan şöyle bir bakıp İsrail karşıtlığı noktasında yapılan protestolar, mitingler, farklı grupların ağız birliğini görünce sanırsınız ki dünyanın en hakperest toplumu orada…
Dua zincirlerinden tutun da, gidip Filistin’de savaşma isteğine kadar.
Enteresandır ki bunca ‘duyarlılığa’ rağmen ne Filistin meselesi çözülüyor ne de bu duyarlılığı sergileyenlerin kendileri refah içerisinde değil.
Bu enteresan, çünkü hak duygusunun bu kadar gelişmiş olduğu bir toplumda, cezaevlerinin tıklım tıklım olmasını, toplumun kahir ekseriyetinin en temel insani ihtiyaçlarını giderememesini, hırsızlığın, yolsuzluğun bu kadar ayyuka çıkmasını bir yerde konumlandırmakta zorlanıyorsunuz. Yani bunca hakperestliğe, bunca çabaya karşın farklı sonuçlar olmalı, öyle değil mi? Yani bu nitelikte bir toplumun yaşadığı topraklarda bir karınca dahi incinmemeli.
Şunun altını çizmek isterim; kimsenin İsrail karşıtlığıyla bir sorunum yok. Dua da edilebilir, oraya gidip savaşabilirler de. Ancak bir sorun var ve bu sorun tamamen sahici olunup olunmadığı ile alakalı. Ben bunu sorgulamak istiyorum. Çünkü bu sahicilik sorunu Filistin meselesindeki duruşlarında da görülüyor. Mesela milletvekillerinden tutun da, sağcısı, solcusu, İslamcısı vs. herkesin dilinde bir Rachel Corrie var. Bununla da Filistin davalarına atfettikleri kutsiyeti pekiştirmeye çalışıyorlar.
Mesela onlar Rachel Corrie olmayı, İsrail tanklarına karşı durmak, İsrail buldozerinin altında ezilmek filan sanıyorlar (çünkü Rachel bunu yapmıştı!). Elbette Rachel’in duruşu son derece erdemli ama bu işin bütün sırrı, Filistin’in yanında, İsrail tanklarının karşısında durmak ve son tahlilde bir İsrail buldozerinin altında ezilmekte değil. Filistin’in yanında, İsrail tanklarının karşısında durmak işin şekli kısmı ve meselenin özünü teşkil etmiyor.
Rachel henüz gencecik, geleceği parlak Amerikalı bir öğrenciyken bütün bu imtiyazlarından (ve hatta hayatından) vazgeçip 2003 yılında barış aktivisti olarak Filistin’e gidiyor. Yanlarında durduğu Filistinlilerle insan olmak dışında ne dil, ne din, ne kültür, ne de etnik kimlik noktasında hiçbir ortaklığı yok. Buna rağmen (hatta kendi devletine rağmen), sadece insani ve vicdani sorumluluk hissederek yapıyor bunu.
Yani Rachel için konu özelde ne İsrail’e karşı olmak ne de Filistinlilerin yanında olmak. Temel mesele zalime karşı, mazlumun yanında olmaktır, hepsi bu. Ayrıca bunu yaparken;
Bir; imtiyazlı konumundan vazgeçiyor.
İki; Kendisinden olanlara karşı (din, dil, ırk vs bağlamında), kendisiyle insan olmak dışında hiçbir ortaklığı olmayan insanların yanında yer alıyor.
Kendine (ya da kendinden olana) yapılan haksızlığa karşı durmak İslami tabirle farzdır, sorumluluk gereğidir. Erdemlilik, kendinden olmadığı halde birilerine yapılan haksızlığa karşı durmaktır.
O gün Rachel’e bunları yaptıran o ruh, bugün İsrail’de ve Amerika’da kendi devletlerini karşılarına almak pahasına Filistin’in yanında saf tutanların bedeninde ve eylemlerinde yaşıyor.
Vicdani reddin en fazla olduğu ülke İsrail’dir ve İsrail’de vicdani retçi olmak, İsrail devletinin Filistin’e ilişkin politikalarına karşı olmak anlamı taşır. Bugün de her yaştan İsrailli ve din adamları başta olmak üzere toplumun her sınıfından Yahudiler kendi devletlerine karşı protestolar yapıyorlar.
O ruh, hayatının 17 yılını devletin soğuk zindanlarında geçirmiş ve neredeyse bütün ömrünü Kurdistan davasına adamış Sosyolog Doktor, Kürtlerin ‘sarı xoce’si İsmail Beşikci’nin de bedenindedir.
O ruh, 28 Şubat sürecinde başörtüsüne, her yerde özgürlük talep edilen metinde imzası olan, ‘Paradigmanın İflası’ kitabının muhteşem yazarı ve aynı zamanda Marksist olan Fikret Başkaya’nın da bedenindedir.
O ruh düne, bugüne özgü değil, neredeyse insanlık tarihinden bu yana aramızdadır ve biz o ruhu çok iyi tanıyoruz.
Mesela Cezayirlilerin bağımsızlık mücadelesi sürecinde Sartre’ın, sınıfsal konumuna bakmadan Marks’a yoldaşlık yapan Engels’in de bedeninde ve eylemindeydi…
Aynı ruha sahip olup isimleri buraya sığmayacak olan sayısız insanın ortak özelliği, Kur’an’ın tabiriyle ‘kendi aleyhlerine dahi olsa’ hakkı savunmaktan imtina etmemeleriydi.
Bugün Türkiye’de Filistin savunuculuğu yapmanın en küçük bir riski dahi yok. Mesela Filistin’i savunmak, kişinin Türklüğünden taviz vermesini gerektirmiyor. Filistin liderlerinin makamlarında ağırlandığı Türk Devleti’yle karşı karşıya gelmek gibi bir risk de yok (zaten eylemler, devletin sınırları gözetilerek yapılıyor). Peki, risk olması şart mı? Elbette şart değil ama tutarlılık şart. Mesela Filistin davası neden savunuluyordu? Diyorlar ki orada haksızlık var. Bir haksızlığın görülebilmesi için o kadar uzağa gidilmesine gerek var mı? Ya Kurdistan?
Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet’in yüzüncü yılını kutlandı. Kutladıkları şey aynı zamanda Kürtlerin topraklarının parçalandığı, dillerinin yasaklandığı ve uğradıkları katliamların da nedeni olduğu halde!
Her şey bir yana, bu kutlamaları yaparken yanı başlarındaki Kürtlerin ne düşündükleri ne hissettiklerini ya bilmiyorlar, ya da umursamıyorlar (hangisi daha iyi!?). Bu empatiyi kurmak için asgari düzeyde bir ahlak ve vicdana sahip olmak gerekiyor elbette.
Filistin savunusu ne kadar rahat yapılabiliyorsa, Kurd ve Kurdistan’a dair olanın savunusu bir o kadar zordur. Evvela kendi Türk kimlikleri ve hemen sonrasında devletle karşı karşıya gelmek gibi büyük riskleri var Kurdistan savunusunun. Hatta bırakın Kurdistan’ı, Kürtlerin en temel dil hakkı için bile bir itirazları olmaz/olamaz.
Kürt Dili Hareketi Başkanı Suphi Özgen öncülüğünde Kürtçe’ye statü talebiyle bir yürüyüş başlamıştı. Suphi Özgen ve arkadaşları bu amaçla Kocaeli’den Ankara’ya yürüyeceklerdi. Ancak daha Kocaeli il sınırlarından çıkılamadan bu yürüyüş Kocaeli Valiliği tarafından ‘Milli güvenliğin sağlanması, kamu düzeni ve güvenliği ile genel asayişin korunması’ gerekçesiyle yasaklandı. Gerekçe pek manidar; ‘Milli Güvenliğin….’.. Bu gerekçe bu yürüyüşün yasaklanmasına neden kayıtsız kaldıklarını da açıklıyor.
Sayın Selahattin Demirtaş’ın geçtiğimiz günlerde verdiği röportajda ‘ Kürdün Kürt olarak varlığı, Türk milletinin inşa edilmesinin önünde bir engeldir. Yani resmî ideolojiye göre ikisinin bir arada olmasının imkânı yoktur.’ şeklinde bir tespitte bulunmuştu. Kendisine katılmakla beraber sorunun resmî ideolojiden ibaret olmayıp, toplumun bu ideolojiye eklemlenmesini de kapsadığını düşünüyorum. Aynı zamanda bu ikisini birbirinden ayırmanın, Kürtler açısından büyük yanılgı olacağı kanaatindeyim. Nitekim Demirtaş’ın partisinin içerisinde dahi Kürtler ve Türklerin hassasiyetleri ortaklaş (a)mamıştır. Çünkü Türkler dönüp dolaşıp her bir hücrelerine sinmiş olan o Misak-ı Milli sınırlarına çarpmaktalar.
Kürtçe’ye statü talebinde bulunmak için yapılan yürüyüşün hem de milli güvenliğin gerekçe yapılarak yasaklanmasına neden bir itiraz yok?
Cevap: (Sözün dolaşıp geldiği yer) bölünme korkusu/kaygısı.
Peki; Rachel Corrie ve bugün Filistin’in yanında İsrail’e karşı duran Yahudilerin neden bölünme kaygıları yok?
İsmail Beşikçi’nin, Sartre’in bölünme kaygısı neden olmadı?
Fikret Başkaya, 28 Şubat sürecinde Müslümanlara konulan yasaklara karşı onlara özgürlük talebinde bulunurken neden ‘şeriat gelecek’ korkusu olmadı?
Engels kendi sınıfsal konumunu hedef almasına rağmen o mücadelenin içerisinde yer almaktan neden imtina etmedi?
Ya da şöyle soralım: İsrail’e neden karşısınız?
Cevap: Çünkü yayılmacı ve Filistinlileri katlediyor.
Peki, Türkiye ve İsrail arasında nasıl bir fark görüyorsunuz? Ya Kürtler ve Filistinliler arasında?
Cevap: ….(tahmin edebilirsiniz)
Şimdi diyeceksiniz ki, konu dönüp dolaşıp yine Kürtlere geldi(!). Gelir, çünkü Kürt meselesinin bu noktada bir turnusol işlevi var.
Yani yüz yıllık Cumhuriyet sürecinde Türklükten dolayı ayağınız taşa dahi takılmazken, buna karşın yanı başınızdaki Kürtler daha kendi dillerini dahi sizin “Milli güvenliğiniz” gerekçe edilerek yasaklanırken siz bunun temel nedeni olan Cumhuriyet’i kutlayacak ve bunda bir beis görmeyeceksiniz öyle mi?
Kürtlerin uğradıkları katliamlara bir sözünüz olmayacak, mesela kaybettirilen yakınlarının izini süren Cumartesi Anneleri on yıllardır her hafta polisinizden dayak yerken bir kere dahi karşı durmayacaksınız ama Filistinlilerin yanında durarak kutsal davanın bir neferi olmuş olacaksınız öyle mi?
Oysa hak dediğimiz şey öyle soyut bir şey değil; farklı zamanlarda ve farklı mekânlarda, bürüneceği bir mazlum beden bulur. Dolayısıyla zamana, mekâna ve bedene odaklandığımızda aslolanı görme şansımız olmaz. Ayrıca kimliklerimizin bize sağladığı avantajların da bizleri manipüle etmesi pek olası… Bugün farkında olarak veya olmayarak, hak anlayışınızı Misak-ı Milli sınırlarıyla sınırlandırdığınız gibi…
Söz uzadı ama denk düştü. Hacı Bektaş-ı Veli’nin şu dizeleriyle bitirelim:
‘Hararet nardadır, sacda değildir,
Keramet baştadır, taçta değildir,
Her ne arar isen, kendinde ara,
Kudüs’te, Mekke’de, Hac ’da değildir.’