SİBEL ÖZBUDUN
“Umut’un içinde mut varsa,
umutsuzluğun da içinde umut.”[2]
Merhaba, sevgili Sarıyerli Kadınlar,
Çağrınız bende sevinç uyandırdı. 8 Mart öncesi sizlerle olmak, mutluluk…
Yaşı yaşıma yakın olanlar, bilirler, 8 Mart bu coğrafyada uzun süre yasaklı bir gündü. İşçi-emekçi kadınların günü olarak görülür, ülkede iktidarlar oldum olası işçilerin, emekçilerin çalışması, daha çok çalışması, hiç şikâyet etmeden hep çalışması dışında hiçbir şeylerinden haz etmedikleri için de yasaklarla, polis sopasıyla engellenmeye çalışılırdı.
Aslına bakarsanız, çıkışı itibariyle 8 Mart dünyada da işçi-emekçi kadınlarla ilintilidir. İlk kez ABD’li sosyalist kadınlar 28 Şubat 1909 günü kadınların siyasal hakları için ülke çapında, işçi-emekçi kadınların yığınsal olarak katıldığı gösteriler düzenlediler. O yıllarda Batı ülkelerinin pek çoğunda kadınların seçme ve seçilme hakkı yoktu ve burjuva kadınlar olduğu kadar işçi kadınlar da oy hakkını kazanabilmek için yoğun mücadeleler veriyorlardı. 28 Şubat 1909, ABD’li emekçi kadınların inisiyatifiyle tarihe ilk “Kadınlar Günü” olarak geçti ve birçok konuda görüş ayrılıkları yaşayan, farklı talepleri öne süren süfrajetlerle işçi kadınlar o gün yan yana, omuz omuza yürüdüler… “Kadınların temel görevlerinin ev ve analık olduğu doğrudur,” diye sesleniyordu yazar Charlotte Perkins Gilman New York Parkside Kilisesi’nde toplanan kalabalığa. “Ama ev, üç-dört odadan, hatta bir kentten, bir eyaletten ibaret değildir; o, ülkenin tümüdür…”
ABD’li sosyalist kadınların çağrısı, Avrupa’da da yankılanmakta gecikmeyecekti. 1910’da İşçi Kadınlar İkinci Enternasyonal Konferansı’nda Clara Zetkin’in bir Uluslararası İşçi Kadınlar Günü kutlanması önerisi oybirliğiyle benimsendi. “Kadınlar Günü” her ülkede aynı gün “Kadınların oy hakkı sosyalizm mücadelesinde gücümüzü birleştirecektir” şiarıyla kutlanacaktı. Kadınların evi, artık ülkeleri de değil, tüm dünyaydı…
İlk Uluslararası kutlama Paris Komünü’nün 40. yıldönümünde, 19 Mart 1911 günü gerçekleşti ve dünya çapında 1 milyonu aşkın kadın, eşitlik talebiyle sokaklara döküldü. Toplumsal hareketlerin susturulduğu/ sindirildiği Birinci Dünya Savaşı boyunca kadınlar 8 Mart’larda sokakları terk etmediler…
Ve bu ısrarlarıyla dünyayı değiştiriyorlardı. Örneğin, Gregoryen takvime göre 23 Şubat 1917’de (Batı takviminde 8 Mart’a denk gelmektedir) Rusya’nın Petrograd kentinde birkaç yüz dokuma işçisi kadının başlattığı ve kısa sürede yüzbinlerce işçi kadının katıldığı devasa gösteri, Çar II. Nicholas’ın devrilmesine ve Ekim 1917’deki sosyalist devrimin işaret fişeği olan Şubat devrimine yol açtı… Şubat devrimiyle birlikte Rusya’nın kadınları seçme ve seçilme hakkını kazanmışlardı.
- İ. Lenin 1917’de Kadınlar Günü’nü resmi tatil ilan etti. Onu İspanyol ve Çinli komünistler izledi. 8 Mart, böylelikle, 1975’de Birleşmiş Milletler tarafından “Dünya Kadınlar Günü” olarak benimsenene dek, sosyalist ülkelerde ya da kapitalist ülkelerin sosyalist-işçi partileri tarafından, işçi-emekçi kadınlar eksenli bir gün olarak kutlana geldi… Ta ki 1975 yılında BMÖ tarafından “Uluslararası Kadınlar Günü” ilan edilene dek…
2014’e gelindiğinde 8 Mart 100’ün üzerinde ülkede kutlanıyordu, 25 ülkede ise resmi tatil olmuştu. Ancak yıllar geçtikçe pek çok ülkede siyasal içeriğinden kopartılarak kadınlara artık keseye göre çiçek, makyaj malzemesi, mücevherat, hatta mikser, mikrodalga fırın, tost makinesi, düdüklü tencere vb. ev gereçleri armağan edildiği, güzellik yarışmalarının, moda defilelerinin düzenlendiği bir “alışveriş günü”ne dönüştü…
Türkiye’ye gelince… 8 Mart’lar hep kutlanageldi… Cumhuriyet öncesinde Osmanlı coğrafyasında, özellikle Balkanlar’da sosyalist işçi hareketi tarafından açıkça, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yasaklı sosyalist-komünist partilerce, gizli olarak… Sınıf hareketinin yükseldiği 1970’li yıllarda ise açık olarak. İlk açık kutlama, 1975 yılında o yıl kurulan İlerici Kadınlar Derneği (İKD)’nin girişimiyle, salonlarda gerçekleşti…
Kadınların sokağa dökülmesi ise 12 Eylül sillesinin ardından, 1989 yılında oldu. Bu tarihten sonra kimi zaman yasaklı, kimi zaman yasaksız, ama 8 Mart’lar sosyalist ve feminist kadınların çağrısıyla hep sokaklarda, meydanlarda kutlana geldi…
Bu yıl da öyle yapacağız: Üzerimize boca edilecek reklamlara, “kadınlar çiçektir, onlara iyi davranın güzellemelerine, “anamız-bacımız” edebiyatına kulak asmadan, ocağı, toz bezini, süpürgeyi, bulaşıkları, ütüyü terk edip sokaklara, meydanlara dökülüp yan yana olmanın tadını çıkaracak, itirazlarımızı, taleplerimizi bir ağızdan haykıracağız.
Biliyorum, farkındasınız: dünya işleri bölünürken kadınların payına aşırı külfet düşmüş – buna karşılık, yararlandığımız nimetler ise neredeyse yok.
İnternete girip herhangi bir “hocaefendi”nin (örneğin “Cübbeli Ahmet’in) cennete dair anlattıklarını bir dinleyin, lütfen. Cennette hemen her şeyin erkekler için olduğunu görürsünüz: leziz şaraplar akan dereler, uçsuz bucaksız meyve bahçeleri, içki kadehlerini boş bırakmayacak, bıyığı yeni terlemiş gılmanlar, özellikle de huriler… Huriler, hani şu cennetlik erkeklere diledikleri sayıda bahşedilecek olan, her ilişkiden sonra yeniden bakire olacak, genç, “ahu gözlü” kadınlar.
Ya “cennetlik” kadınlar mı? Onlara cennetteki kocalarının her daim 33 yaşındaki tek eşi olup her münasebetten sonra tekrar bakire olmanın dışında pek bir şey vaat edilmez. Sabahtan akşama, çamaşır, bulaşık, temizlikle uğraşmak zorunda kalmayacaklarına, olur olmaz nedenlerle dayak yemeyeceklerine dair bir garanti yoktur kutsal kitaplarda – öyle ya, “dayak cennetten çıkma”dır ne de olsa!
Aslına bakarsanız, gökyüzü, yeryüzünün idealleştirilmiş imgesinden başka bir şey değil…
Yani, cennetteki nimet-külfet dengesi, yeryüzündeki yaşamımızdaki adaletsizlikler modelinde kurulu.
Biliyor musunuz, dünyadaki işlerin yüzde 66’sını kadınlar yapıyor; ama toplam mülkiyetin yalnızca yüzde 1’ine sahipler… Evet, evet, han, hamam, apartman, fabrika, tarla, arazi, hisse senedi, hatta fikri mülkiyet… Yeryüzünde taşınır ya da taşınmaz, reel ya da sanal tüm mülkiyetin yüzde 99’u, işlerin yalnızca yüzde 34’ünü yapan erkeklere ait.
“İşler” dedim… Gerçekten de ücretli bir işte çalışsınlar-çalışmasınlar, “ev işi” olarak nitelenen işlerin -çocuk-yaşlı-hasta bakımı, yiyeceklerin hazırlanması, yemek pişirmek, temizlik, çamaşır, bulaşık, giysilerin onarımı… Bitmedi, yoksul ülkelerin kırsal kesiminde tarımsal faaliyetlerin yanı sıra eve su taşınması, bahçede meyve-sebze yetiştirme, çanak-çömlek-sepet-elişi imalatı, bunların pazarda satışı sağaltım hizmetleri… Yani “yeniden üretim” olarak tanımlanan ve bir emekçinin ertesi gün sağlıklı bir biçimde işbaşı yapmasını sağlayacak işlerin neredeyse tümü, kadınlar tarafından gerçekleştirilir.
Dilerseniz yoksul ülkeleri, kırsal kesimi şimdilik bir yana bırakıp zengin ülkelerin kentlerinde kadınlarla erkekler ev işlerine günde ne kadar vakit harcadığına bakalım…
ÜLKE | ERKEK (dakika) | KADIN (dakika) |
Avustralya | 93 | 168 |
Avusturya | 79 | 170 |
Çin | 48 | 155 |
Danimarka | 107 | 145 |
Almanya | 90 | 164 |
Hindistan | 19 | 298 |
İtalya | 57 | 204 |
İsveç | 79 | 95 |
Japonya | 24 | 199 |
Meksika | 75 | 280 |
Polonya | 93 | 194 |
Portekiz | 51 | 258 |
Türkiye | 21 | 261 |
İngiltere | 66 | 133 |
OECD tarafından oluşturulan bu tablonun tümünü (sözü fazla uzatıp sayılara boğmamak için) paylaşmadım. Ama şurası bariz: dünyanın büyük bölümünde erkekler ev işlerine 100 dakikalarını ayırmazken kadınların ev içi çalışma süreleri 150 dakikanın (günde 2.5 saat) altına düşmüyor. Yani fabrikada, ofiste, mağazada günde 8 saat çalışan bir kadın, eve döndükten sonra en az iki buçuk saatini ev işlerine ayırmak zorunda kalıyor. “Talihli” olanlar… Yoksa Hindistan, Meksika, Portekiz gibi ülkelerde ev işlerine harcanan zaman günde 5-6 saati buluyor. Türkiyeli kadınlar da “talihsizler” kümesinde yer almakta. Ülkemizde kadınların ev işlerine ayırdıkları süre, günde dört buçuk saate yaklaşıyor. Ve tabii, kadınların ev işlerinde çok çalıştığı ülkelerde erkeklerin ev işlerine ayırdıkları zaman da kısalmakta. Türkiyeli ve Hintli erkekler bu konuda kendi çaplarında bir “rekor”u ellerinde tutuyor. Hindistan’da erkekler ev işlerine günde ortalama 19 dakikalarını ayırırken Türkiye’de bu süre biraz uzuyor: 21 dakika…
Sorun yalnızca ev işleri olsa… Değil. Kadınlar dünyanın hemen her yerinde, şiddetin başlıca hedefi. Savaşta-barışta, sokakta-evde…
Evet, evet, özellikle evde. Araştırmalar, bu ülkede yaşayan kadınların yarıya yakınının yaşamlarında en az bir kez fiziksel ve/ veya cinsel şiddete maruz kaldığını gösteriyor. Şiddetin faili ise çok tanıdık: şiddet gören kadının kocası-eski kocası/ sevgilisi-eski sevgilisi/baba-ağabey-diğer erkek aile bireyleri…
Diyebilirsiniz ki, (nitekim iktidar çevreleri sık sık diyor) “kadına yönelik şiddet abartılıyor, şiddet toplumun genelinde var ve erkekler arası şiddet çok daha yaygın… Ama hiçbir erkek, bir başka erkeğe, “Yemeği neden yaktın?”, “Niye tanımadığın bir erkeğe saati sordun?” “Neden izin almadan sokağa çıktın?” “Bu ne biçim kıyafet, bacakların, göğsün görünüyor?” “Neden boşanmak istiyorsun?” gibi nedenlerle şiddet uygulamıyor.
Abartmıyorum… Kadına yönelik şiddetin uç noktası, kadın cinayetlerinde en sık rastlanan öldürme nedeni, kadının ayrılmak, boşanmak istemesi ya da erkeğin birlikte olma teklifini reddetmesi… Örneğin 2019 yılında 152’si faili meçhul olmak üzere 474 kadın cinayeti işlenmiş. Bunlardan faili bilinen 218’inde katil koca, eski koca ya da sevgili. 218 katilin 114’ünün, yani yarıdan fazlasının öldürme gerekçesi, maktulün boşanma/ayrılma istemesi, barışmayı ya da ilişkiyi reddetmesi – cinayet nedeninin bilinmediği 218 vak’a da cabası…[3]
Kadın cinayetlerinin tırmandığını ve iktidarın bu konuda kılını kıpırdatmaya niyetli olmadığını bilmeyen var mı? “Eşcinselliği teşvik, aile düzenini tehdit ettiği” gerekçesiyle İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması başka nasıl izah edilebilir? Evet, “aile düzenini korumak”, AKP iktidarı için aile içi şiddeti önlemekten daha önemli.
Ayrılmak/ boşanmak isteyen, birlikte olma teklifini geri çeviren, ya da yemeği yakan kadını öldürmek (ya da daha hafif bir “yaptırım”la dövmek), erkeğin kendisinde bu yetkiyi görecek bir üstünlük duygusuna işaret eder. “O kim ki benden ayrılmak istesin/ benimle olmayı reddetsin?” yollu bir düşünce, ilişkide kadının bağımsız karar alma yetisini, dahası bağımsız bir birey olduğunu reddeden bir “üstünlük duygusu” ve bu duygunun rencide edildiğine ilişkin bir ruh hâline işaret eder. Kabul etmek gerek, Türkiye’de siyasal İslâm’dan beslenen mevcut iktidar da bu “üstünlük duygusu”nu pekiştirmek için elinden geleni ardına koymamaktadır. Yalnız söyledikleri, yaptıklarıyla değil, söylemedikleri, yapmadıklarıyla da…
Söyledikleri, yaptıkları ne mi? Hatırlayalım mı?
- Cumhurbaşkanı Erdoğan I. Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesi’nde yaptığı konuşmada “kadınla erkeği eşit konuma getirmenin fıtrata aykırı” olduğunu söyledi…
- Cumhurbaşkanı Erdoğan Başbakanlık döneminde Konya mitinginde, Hopa’daki olayları protesto etmek için tank üzerine çıkan ve polis saldırısında kalçası kırılan Dilşat Aktaş için “O kadın, kız mıdır kadın mıdır?” ifadelerini kullanmıştı. Erdoğan bu ifadeyi çok sevdiğini, geçtiğimiz günlerde, “Annem karne hediyesi olarak et aldı” haberini yapan muhabir için, “O kameraman kadının veya kızın neyse, ne kadar bu işte hem cahil hem de yapısı itibarıyla bozuk olduğunu ortaya koyuyor,”[4] sözleriyle bir kez daha gösterdi…
- Maliye Bakanı Şimşek işsizlik ile ilgili yaptığı bir konuşmada “İşsizlik oranı niye artıyor biliyor musunuz? Çünkü kriz dönemlerinde daha çok iş aranıyor. Özellikle kadınlar arasında kriz döneminde işgücüne katılım oranı daha artıyor” ifadelerini kullanmıştı.
- Ankara’nın sabık belediye başkanı Melih Gökçek katıldığı bir TV programında “Anası tecavüze uğruyorsa neden çocuk ölsün, günahı ne? Anası ölsün öyleyse,” demişti.
- Melih Gökçek 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlamasında yaptığı konuşmada da kadınlara, “Sizler burada eğleneceksiniz. Fazla konuşmak istemiyorum. Özellikle evlerde bizlerin her şeyini siz bayanlar topluyorsunuz. Onun için sizlere gerçekten çok şey borçluyuz. Allah sizlerden razı olsun” diye teşekkür edecekti. (8 Mart 2014)
- Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, kadınların “İş istiyoruz sayın bakanım” sözlerine karşılık olarak, “Evdeki işler yetmiyor mu?” yanıtını verdi.
- Sosyal Doku Vakfı kurucusu ve başkanı Nureddin Yıldız, çalışan kadınları hedef alarak “Her çalışan kadın, gözü doymamış erkek demektir. Bir kadın çalışmayı tercih ederek fuhşa hazırlık yapmış olur” dedi.
- Bülent Arınç, Başbakan yardımcısı ve hükümet sözcüsü iken “Kadınsa o da iffetli olacak. Mahrem namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak, bütün hareketlerinde cazibedar olmayacak” diye payladı gülen kadınları.
- AKP Milletvekili Sefer Üstün, “Tecavüzcü kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur” diyecek kadar ileri götürdü işi.
- Eski Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül “Türk hanımları evinin süsüdür, erkeğinin şerefidir, Batı kadınları maalesef ezilmektedir” diyebildi.
- Trabzon’un Of İlçesi’nin AKP’li Belediye Başkan Vekili Halil Alireisoğlu, afet ve acil durumlarla ilgili eğitim veren müftülük çalışanı Ayşe Yılmaz’ın konuşmasına, “Sen kimsin de bize vaaz veriyorsun? Bu kadın nereden çıktı? Bu ne iş. Erkekler kadınlardan vaaz mi alırmış? Bizim kadınlardan alacağımız eğitime ihtiyacımız yok” diye bağırdı ve mikrofonu kapattırdı. Aliresioğlu kendini “Temelde bayan olduğu için tepki gösterdim. Bayanların konuşacağı yer vardır, erkeklerin konuşacağı yer vardır” diye savunacaktı. (3 Nisan 2016)
- Meclis’te boşanmaları araştırmak için kurulan komisyonun toplantısında AKP İsparta vekili Sait Yüce, sunum yapmak için davet edilen Eşitlik İzleme Kadın Grubu’ndan (EŞİTİZ) avukat Hülya Gülbahar’a “Gidin dışarıda konuşun”, “Ben sana haddini bildirmeye çalışıyorum” gibi çıkıştı. (19 Şubat 2016)
- Dönemin başbakanı Erdoğan, Gezi protestoları sırasında Habertürk’te Fatih Altaylı’ya verdiği röportajda Dolmabahçe’deki ofisinden kadınların kıyafetlerini incelediğini söylemişti: “Değerlerine önem veren anne, baba kızının birilerinin kucağına oturmasını ister mi? Dolmabahçe’de ofisimin önünden Kadıköy’den gelenlerin filan orada durumunu görüyorum. Bütün bunları gördüğüm zaman, bunlar benim aslında kendi değerlerimle uyuşan şeyler değil. Buna rağmen benim toplumumun insanıdır diyorum, giyimine kuşamına şusuna busuna karışamam diyorum…” (Haziran 2012)
- Dönemin Başbakanı Erdoğan, Münevver Karabulut cinayetinin ardından “Çocuğumuz öyle nereye giderse gitsin olmaz. Yalnız bırakılan ya davulcuya ya zurnacıya..” diyebildi. (Temmuz 2009)[5]
İşte AKP’li siyasetçilerden kadınlar konusunda “ne” düşündüklerine dair samimi itiraflar… Bu örnekler uzar gider, ama uzatmaya gerek yok.
“Ya yaptıkları” mı?
AKP’nin “kadın politikaları”nın özünü, kadının “müstakil” bir varlık, bir kişi olarak yok sayılması ve aileyle tanımlanması oluşturur.
Örneğin, Türkiye’nin taraf olduğu kadın eşitliğini sağlamaya yönelik (CEDAW gibi) sözleşmeler gereği, kadın-erkek eşitliğini sağlamak ve kadına karşı ayırımcılığı önlemek amacıyla kurulan Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü ve bu Müdürlüğün bağlı olduğu Devlet Bakanlığı, Önce Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı olarak takdis edilmiş; ancak iktidar bakanlığın adındaki “Kadın” sözcüğünden rahatsız olmuş olacak ki, 2011’de bu bakanlık kaldırılarak yerine “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ihdas edilmişti.
Evet, AKP, kadının aileden bağımsız, müstakil bir özne olarak varlığına tahammül edemediğini, teorik olarak kadın-erkek eşitliğini sağlamakla yükümlü kurumların adlarıyla (ve hiç kuşku yok ki görevleriyle) oynayarak gösteriyor.
Bunun bir başka örneğini ise, kamuoyunda kısaca “Boşanma komisyonu” olarak bilinen, “Aile Bütünlüğünü Olumsuz Etkileyen Unsurlar ile Boşanma Olaylarının Araştırılması ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi İçin Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi İçin” kurulan Araştırma Komisyonu oluşturuyor. İktidar partisinin, ne hikmetse 2002’den bu yana yüzde 1400 artan kadın cinayetlerini değil de, boşanmalardaki yüzde 1.7’lik artışı “sorun” edinerek oluşturduğu komisyonun birbirinden tüyler ürpertici önerileri, kamuoyunda bir hayli tartışılmıştı. İşte en “parlak” önerilerden birkaçı: tecavüzcünün, kurbanıyla beş yıl boyunca “sorunsuz” bir evlilik sürdürmesi durumunda, denetimli serbestlikten yararlanabilmesi. Özcesi, mağdurenin tecavüzcüsüyle baş göz edilmesi! Boşanma davalarında arabuluculuk yoluna gidilmesi… Şiddet durumunda uygulanacak tedbir süresinin, kocayı mağdur etmemek için 15 günle sınırlandırılması… Aile hukukuna ilişkin tüm davalarda “gizlilik” uygulanması… Ve “altın vuruş”: İlahiyat mezunlarının aile danışmanı olabilmesi…[6]
Bir başka icraat da, “En az 3 çocuk” politikasıyla kadınları aile içine hapseden anlayışın sonucu, yönetici pozisyonlardaki kadınların sayısındaki gerilemedir. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü verilerine göre, toplam kamu çalışanlarının ise yüzde 39.36’sı kadın iken devlet kadrolarının yüzde 60.64’ünü erkekler oluşturuyor. Ama yönetici kademelerinde üste doğru çıkıldıkça, erkeklerle kadınlar arasındaki açı, giderek büyüyor. Bürokraside üst düzey yöneticilerin yüzde 88.62’si erkek ilen sadece yüzde 11.38’i kadın kadrolardan oluşuyor.[7] Zaten AKP iktidarı “yönetimdeki kadın sayısını arttırmakla” değil, “yönetimdeki türbanlı kadın sayısını arttırmakla” övünüyor. İktidar partisinin ikircimsiz bir şekilde savunduğu tek “kadın özgürlüğü” alanı!
Yalnız kamu yönetiminde değil. İktidar politikaları kadın istihdamında da bir gerilemeye yol açtı: Kadınlarda işgücüne katılım yüzde 30.8’le 1990’ların gerisinde. Türkiye bu oranda OECD sonuncusu… Çalışma çağındaki 28 milyonu aşkın kadın nüfusun 11.5 milyonu “ev kadını” olarak tanımlıyor kendini…
2.5 milyon dolayındaki kadının okuma yazması yok. Okuyanlar da iş bulamıyor.
Ve AKP’nin kadınlar konusunda (şimdilik) son icraatı: İmzacı devletlerin aile içi şiddete karşı bir dizi yasal ve idari düzenleme yapmasını öngören İstanbul Sözleşmesi’nden “aile birliğini korumak” adına çıkmak… (İktidar partisinin, kadınları şiddetten koruyacak “yerli ve milli bir sözleşme” vaadi ise, kof çıktı…)
Gelelim iktidarın kadınlara ilişkin “söylemedikleri”ne, “yapmadıkları”na…
Sözü fazla uzatmamak için birkaç saptamayla yetineceğim.
– Cumhurbaşkanı dâhil hiçbir AKP’li politikacı, “Kadın-erkek eşitliği”ni savunan tek laf etmedi… Ve bu doğrultuda bir icraatta bulunmadı.
– Cumhurbaşkanı dâhil hiçbir AKP’li politikacı, son yıllarda sıkça rastlanan tarikat/cemaat kurumlarındaki çocuk istismarını kınamadı… Ve bu doğrultuda bir icraatta bulunmadı.
– Cumhurbaşkanı dâhil hiçbir AKP’li politikacı, kadın cinayetlerini, kadına yönelik şiddeti protesto eden kadınların haklı olabileceğine dair en küçük bir telmihte bulunmadı… Ve kadın cinayetlerini, kadına yönelik şiddeti önleyecek (göstermelik önlemler dışında) bir icraat koymadı ortaya.
– Cumhurbaşkanı dâhil hiçbir AKP’li politikacı, kadınların ev içi iş yükünü sorunsallaştıran tek bir cümle kurmadı… Ve bu doğrultuda bir icraatta bulunmadı.
– Cumhurbaşkanı dâhil hiçbir AKP’li politikacı, farklı cinsel yönelimli bireylerin toplum içinde ve kamusal alanda maruz kaldıkları şiddet ve ayırımcılığı kınayan tek bir laf etmedi… Ve bu doğrultuda bir icraatta bulunmadı.
– Cumhurbaşkanı dâhil hiçbir AKP’li politikacı, kadınların işsizlik, yoksulluk, eğitimsizlikteki paylarının erkeklere göre çok daha yüksek olmasını bir “sorun” olarak gördüğüne dair bir cümle kurmadı… Ve bu doğrultuda bir icraatta bulunmadı.
Ve bu coğrafyada herkesin bildiği “sır”: çocuk gelinler. “Her ne pahasına olursa olsun nüfusu arttıralım,” dürtüsü, kız çocuğu bir an önce kazasız belasız sahibine devredilmesi gereken patlayıcı olarak gören namus anlayışı, kız çocukların “başlık parası” kisvesiyle alınıp satıldığı yoksulluk sahnesi, 8-9 yaşında kocaya verilmelerine cevaz veren dinsel gelenekler birleştiğinde, “Kadınların yüzde 40’ının çocuk gelin”[8] olması, karşısında AKP’nin ne yapmasını bekliyorsunuz? Bildiğiniz gibi, bir “kınama” bile yok!
Ortalama erkek yurttaşlar AKP’nin “söyleyip yaptıkları”nın yanısıra, “söylemeyip yapmadıkları”nı da son derece doğru okudular. Ve AKP iktidarı boyunca, kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri kat be kat arttı… Kadın işsizliği ve kadınların ev içi yükü de…
* * *
AKP iktidarının “kadın icraatı”na ilişkin değerlendirmeler, bu politikaları iktidarın siyasal İslâm’cı yönelimiyle ilişkilendirme eğilimindedir, çoğunlukla…
Bu, eleştiriler doğrudur, ama öykünün yalnızca bir kısmıdır…
Kadınların uğradığı “değersizleşme” hem dizginlerinden boşanan kapitalist sistem, hem de onun içinden çıkamadığı kronik krizlerinin bir getirisi olan genel “sağcılaşma/muhafazakârlaşma, giderek “bir süreç olarak faşizm” ile ilintili…
Açımlayayım:
Reel sosyalist sistem 1980’li yıllarda dağıldığında, kapitalist sistem, üzerindeki her türlü toplumsal denetimden kurtuldu – “neoliberalizm” olarak tanımlanan bu “özgürleşme” işçi ve emekçilerin yüz yılı aşkın mücadeleleriyle kazandıkları hakların büyük çoğunun imhasını getiriyordu: esnekleşme, taşeronlaşma, örgütsüzleşme, iş güvencesinin yitimi, sosyal hakların budanması, kamu hizmetlerinin (eğitim, sağlık, ulaşım, elektrik, ısınma, su, konutlar…) özelleştirilerek yüksek bedellerle erişilebilir olması, ücretlerde düşme… Kapitalizm, 1970’li yılların sonunda girdiği krizi (her zaman yaptığı gibi) emekçilerin sırtından aşmaya çabalıyordu. Örgütsüzleşen emekçiler ise bu dayatmalara karşı direnecek güçten yoksun kalmışlardı
Neoliberal politikaların bir getirisi emeğin örgütsüzleştirilerek ucuzlatılması ise eğer, bir diğer sonucu da, kısa yoldan dev servetler devşirerek “küresel sermaye”yle bütünleşmeye çabalayan “korsan sermayeler”in önünü açması oldu.
“Yükselen sermayeler”in, daha doğrusu küresel ölçekte rekabete girişen bu yeni kapitalistler”in, pastadaki paylarını büyütebilmek için bir takım girdilere ihtiyaçları vardı: hileli ihaleler, siyasal oyunlarla mülklere çökme, devlet teşvikleri, ucuz işgücü…
İşgücünü ucuzlatmak… Bu girişimin ülkemizdeki bir yönü sığınmacıları kayıtdışı, boğaz tokluğuna çalıştırmaya dayanıyorsa eğer; çok önemli bir boyutu, kadınları düzenli istihdam piyasasının dışına iterek kayıtdışına mahkûm kılmaktır.
Gerçekten de AKP iktidarı boyunca formel sektörlerde çalışan kadınların sayısı istikrarlı bir tempoda azalıyor. Kadın emekçiler kayıtlı istihdamın üçte birinden daha azını oluşturmakta. “Doğurun, daha çok doğurun” söylemleriyle kadınlar -eğitim düzeylerine bakılmaksızın evlere doğru itiliyor. AKP hükümetlerinin birbiri ardısıra açtığı “kadın istihdamı paketleri” de, kadın istihdamını arttırmaktan çok, kadın doğurganlığını arttırmayı hedeflemekte. Bu süreç 2020-2021 pandemi yıllarında daha da katmerlendi. DİSK-AR, Mart 2021’de yayınladığı ‘Covid-19 döneminde Kadın İşgücünün Görünümü’ başlıklı raporunda kadın istihdamında son yıllarda görülen gerilemeyi dört başlık altında özetliyor:
– Her dört kadından sadece biri çalışıyor.
– Covid-19 etkisiyle geniş tanımlı kadın işsizliği, yüzde 37.7’den yüzde 43’e çıktı.
– Covid-19 döneminde kadınların ortalama iş kaybı, 1 milyon 484 bin oldu.
– Kadın işgücü bir yılda yüzde 8.2 azaldı.
Kasım 2019’da 1 milyon 755 bini işsiz ve 8 milyon 639 bini istihdamda olmak üzere toplam olarak 10 milyon 596 bin kadın işgücündeydi. Covid-19 salgınından bu yana 867 bin kadın işgücünden çekildi ve kadın işgücü 9 milyon 729 bine geriledi. Kadın işgücündeki gerileme yüzde 8.2 oranında gerçekleşti. Aynı dönemde erkek işgücündeki azalma oranı ise yüzde 2.5 idi. Böylece kadınlar son bir yılda erkeklere göre işgücü piyasalarından daha fazla çekildi. Kadınların işgücüne katılma oranında da ciddi düşüş meydana geldi. Kasım 2019’da yüzde 33.9 olan kadınların işgücüne katılma oranı bir yılda 3.3 puan azalarak yüzde 30.6’ya geriledi…[9] Bu ise, su götürmez bir “kadın yoksullaşması” anlamına gelir.
Evlere püskürtülen, ancak çoğunlukla kendilerini derinleşen bir yoksulluk içinde bulan kadınların önünde, büyük çoğunluğunun içinde yer aldığı muhafazakâr ortamda, “aile bütçelerine katkıda bulunabilecekleri” tek seçenek bulunmaktadır: bulabilirlerse, esnek, son derece düşük ücretli, güvencesiz, kayıtsız işler.[10] Bunlar işyerinde değil de çoğunlukla aile ortamında gerçekleştirildikleri için, bu kadınlar kendilerini “işçi/ emekçi” olarak değil, aile bütçelerine katkıda bulunan “ev kadınları” olarak tanımlarlar: bu nedenledir ki örgütlenmezler, hak mücadelesine yabancıdırlar, talepkârlık düzeyleri düşüktür.
“Esnek çalışma”… yani işçi olduğunun, sömürüldüğünün, sırtından devasa artık değer devşirildiğinin bilincine varmadan, çoğunlukla mahalleden bir aracı, konu-komşudan bir elci, akrabadan ya da cemaatten bir taşeron-patron için, ürettiklerinin uluslararası markalar tarafından el yakan fiyatlarla pazarlandığının farkında dahi olmadan, günde 13-14 saat, boğaz tokluğuna çalışmak… Bu arada ev işlerini, çocukları, bulaşığı, çamaşırı da ihmal etmemek… Yani hem üretimi, hem de yeniden üretimi, boğaz tokluğuna üstlenmek… Ve bu sayede korsan sermayeyi uçuşa geçirmek… 10-15 yıl öncesine dek birer imalathaneden ibaret işletmeleri, “dünya zenginleri” listesinde yer alan dev holdinglere dönüştürmek. Ramazanlarda lüks arabalarıyla mahallelerine teşrif edip iftarlık dağıtan Ray-Ban gözlüklü, Vuitton çantalı, ipek tesettürlü patron aileleriyle “din kardeşi” olmanın gururunu yüreğinde hissederek!
Tüm bunlar yetmiyormuş gibi, giderek yoksullaşan, işten atılmak, iş bulamamak, borcunu ödeyememek, eve ekmek getirememek kaygısındaki “evin temel direği”nin iktidarını kanıtlayabileceği tek alan olarak her an, her bahaneyle şiddete uğrama riskiyle karşı karşıya olmak…
Hayır, biz bunları hak etmiyoruz!
Biz, eşit ve özgür bireyler olarak her türlü şiddetten uzak, insanca yaşamak, saygı görmek, kendimizi, yeteneklerimizi geliştirebileceğimiz bir ortamda, birlikte üretmek, emeğimizin ürünlerini birlikte paylaşmak, yaşamlarımız ve içinde yaşadığımız toplumun yaşamı üzerinde söz ve karar sahibi olmak istiyoruz.
8 Mart’ta meydanlarda bu özlemimizi, bu talebimizi haykıracağız.
O gün meydanlarda buluşmak üzere, hoşça kalın.
6 Şubat 2023 12:27:51, İstanbul.
N O T L A R
[1] 26 Şubat 2023 günü Sarıyer’de düzenlenmesi planlanan Kaldıraç etkinliği için hazırlanan konuşma metni… Kaldıraç Dergisi, No:260, Mart 2023…
[2] Cemal Süreya.
[3] https://bilimveaydinlanma.org/content/images/pdf/rapor/turkiyede-kadin-cinayetlerinin-nedenleri-ve-oneriler.pdf
[4] “Erdoğan ‘Karne Hediyesi Et’ Haberini Yapan Muhabiri Hedef Aldı”, Artı Gerçek, 30 Ocak 2023, https://artigercek.com/guncel/erdogan-karne-hediyesi-et-haberini-yapan-muhabiri-hedef-aldi-237386h.
[5] Diren Deniz Sarı, “AKP Zihniyetinin Kadına Bakışı: 12 Yılda Kim Ne Dedi” (Birgün, 18.06.2015) https://www.birgun.net/haber/akp-zihniyetinin-kadina-bakisi-12-yilda-kim-ne-dedi-83051 ile Bianet’in AKP’li Siyasetçilerin Cinsiyetçilik Arşivi” (7 Nisan 2016, https://m.bianet.org/bianet/print/173705-akp-li-siyasetcilerin-cinsiyetcilik-arsivi) başlıklı haberlerinden derlendi.
[6] “TBMM Boşanma Komisyonu Kadın ve Çocuk Haklarını Sıfırladı”, Evrensel, 16 Mayıs 2016… http://www.evrensel.net/haber/280306/tbmm-bosanma-komisyonu-kadin-ve-cocuk-haklarini-sifirladi
[7] “CHP Raporu: AKP İktidarı Döneminde En Az 7 Bin 600 Kadın Öldürüldü”, Duvar, 25 Kasım 2020.
[8] “Kadınların Yüzde 40’ı ‘Çocuk Gelin’…”, Milliyet, 17 Mayıs, 2015, s.18.
[9] DİSK-AR, “Covid-19 döneminde Kadın İşgücünün Görünümü”, https://arastirma.disk.org.tr/wp-content/uploads/2021/03/8-MART-2021-Kad%C4%B1n-%C4%B0%C5%9Fg%C3%BCc%C3% BCn%C3%BCn-Durumu-Raporu.pdf
[10] “Çalışan Her 100 Kadından 53’ü Kayıt Dışı Çalıştırılıyor” Evrensel, 18 Kasım 2013, s.4.
I am really enjoying your site It is now a daily stop for me