Kapitalist-emperyalist bir dünyada yaşıyoruz.
İçinde yaşadığımız ülke de Kapitalist-emperyalist dünyanın bir parçasıdır.
Ve yine TC emperyalizmin ortaklaşa bir sömürgesidir (AB, ABD vs.) ve NATO’ya üyedir.
NATO’ya üye olan bir ülkenin devlet yapılanması NATO’dan bağımsız olamaz. Kurulduğu günden beri NATO’nun bir görevi de kendine bağlı ülkelerin devletlerini sosyalizme ve ulusal kurtuluş mücadelelerine karşı dizayn etmektir.
TC de ordusuyla, parlamentosuyla, medyasıyla, anayasasıyla devlet olarak böyle dizayn edilmiş bir ülkedir.
TC Emperyalistlerce kendine tanınan egemenlik alanı içindeki tüm halkları tarihi boyunca ve bugün, baskı ve şiddet ile yönetiyor. Halklar hapishanesine çevirdiği ülkede; halkların kimlikleri, dilleri üzerinde yasaklarla bir tahakküm kurarak, bu halkları, kendisinin efendisi olan emperyalistlerin adına da kendisine tahsis edilmiş egemenlik alanında sömürüyor.
Bu anlamda, içinde gelişen her türlü çelişkiyi asla kendi olağan iç işleyiş dinamikleriyle doğal mekanizmalarla çözemiyor(öteleyemiyor), çıkan sonuçlara olağan yöntemlerle direnemiyor ve bu yüzden dolayı da sürekli darbe üreten bir sistemle yönetmeye çalışıyor.
Halkların imhası ve inkarı üzerine bir kurduğu iktidarında ne zaman seçim yapacağım derse, ülkenin devrimcisinin etraflıca bir tahlil yapması olmazsa olmaz ve zorunlu oluyor.
Oysa bu ülkede maalesef bu işler böyle yürümez. Ezilmişlik öylesine çok, mücadele geleneği öylesine uzak hafızalarda kalmıştır ki (Gezi’yi bile unutarak) umutsuzluğu kendine ve tüm topluma tek reçete yaparak umut diye; tüm toplumsal dinamikler, tüm sınıfsal ve emperyalistler arası çelişkiler ve planlar göz ardı edilerek, mevcut baskıcı yönetimi seçimle yenmek(!) için olası adaylardan en fazla demokrasi vaat eden adayın ya da partinin peşine takılarak, demokrasinin hayali kurulur ve demokrasi gelecek inancı ile tüm politika ve buna bağlı propaganda ve ajitasyon da bunun üzerine oturtulur. Bunun altında yatan nedenler ise devlet denilen mekanizmayı tanımamak ve 12 Eylül’de savaşmadan yenilmenin ve bu yenilgiyle yüzleşmemekten kaynaklı yenilgi psikolojisidir.
Eğer bir sosyalist; kapitalist “modern” burjuva devleti günümüzde, faşist ve demokratik diye ikiye ayırırsa, faşizmin parlamentoyu ve parlamenter sistemi, parlamenter sistemin de faşizmi içerdiğini bilmez ya da unutursa, devletin toplumu yönetirken uyguladığı şiddetin oranının, o anki sınıf savaşımın şiddetine bağlı olduğunu unutursa, devletin halka ve işçi sınıfına uyguladığı şiddetin bir tercih değil, işçi sınıfının ve halkların mücadelesinin zafere ulaşma olasılığının yüksek olmasından kaynaklandığını bilmezse, ne devleti, ne iktidarı, ne de rejimi anlamaz ve bunları da anlamadan sınıf savaşımını, sınıf savaşımının mücadele ve örgütlenme yöntemlerini de doğru biçimde kavrayamaz.
Bu eksik anlayış sadece devleti ve mücadele yöntemlerini kavrayamamasına yol açmaz, aynı zamanda burjuva mücadele yöntemlerini de sınıf adına kullanabileceğini sanmasına yol açarak, etik bir soruna, çürümeye de yol açar ve bu çürüme onu burjuva politikalarına mahkûm eder. Artık devrimci ahlak da yerini, burjuva ahlakına terk eder.
Konunun diğer bir tarafı ise yenilgi psikolojisidir ve üzerinde çok az da olsa durmak konunun anlaşılması açısından faydalı olacaktır. Çünkü burjuva ahlakın oluşması, sosyalist bir insanı etkilemesi, sıradan basit bir tercih konusu değildir.
Bir sosyalisti, bir devrimciyi kendi özünden uzaklaştırmak için şiddet faktörü de gereklidir ve bu zorunlu seçimi yaptıracak şiddet 12 Eylül’de yeterince mevcuttur. Hele ki bir yanıt da verememişsen.
Yenilen ama özellikle savaşmadan yenilen bir bünye, sadece korku üretmez. Aynı zamanda bir öz güvensizlik de üretir. Bu öz güvensiz ürkek bünye yaşam içinde, iddiasını savunabilecek güce sahip olmadığı için teslimiyete yatkındır. Teslimiyet ise sadece mücadele kaçkınlarına özgü bir şey değildir. Büyük harflerle, tumturaklı laflar edenler de aslında, sıra devrimin gerekliliklerini yerine getirmeye geldiğinde, meseleyi kendi durumuna uygun olarak teorize ederek kaçışın, sevgisizliğin yolunu açarlar.
Mesela bu kişilik, halk adına sosyalizmden bahsedebilir ama içinde bir gram halk sevgisi yoktur. AKP’ye oy verdiği için halktan nefret eder. Sık sık onlara makarnacı der. (Bir gün farkında olmasa da halktan nefretle söz ederek “Bu halktan bir halt olmaz” diyen birine, “Ne yapalım Latin Amerika’dan daha uygun bir halk mı getirelim, elimizdeki halk bu. Mecburen bununla idare edeceksin.” dediğimde, yüzündeki şaşkınlık, aslında kendisinin nasıl böyle bir cümle kurabildiğinin şaşkınlığından başka bir şey değildi.) Mesela bu kişi devrimci dayanışmadan bahsedebilir ama dayanışma konusu kaç milletvekili çıkartma meselesine gelince, kuru safsatadan ibarettir. Mesela bu kişilik “faşizme karşı omuz omuza” der ama kendisiyle birlikte mücadele etmek için omuz vermeye gelen bir devrimci örgütü küçük olduğu için daha aşağıda görür. İşin ilginci kendisi de zaten, mesela Kürt hareketinin gölgesine sığınmışken yapar bunu. Her türlü çirkin pazarlık ve birbirine atılan iftiralar bu kişiliğin kitlelerde nasıl bir tahribata yol açacağını umursamadan pragmatistçe yapılabilir.
İşte karşımızdaki yenilmiş kişilik, böyle bir ruh hali içindedir ve ürettiği her politika, bu ruh halinden beslenmektedir. Bu kişilik halkın gücüne yabancılaşarak, güçlü olan ne ise onun vaat ettiğine inanır ve onun peşinden koşar. Devrimcilerin bu çözülmüş kişiliği reddedip, bu ruheti haliyeyi ellerinin tersi ile itip, yeni bir diriliş noktası yaratması ve olayları buradan bakarak değerlendirerek, somut durumun somut tahlili ile hareket etmesi zorunludur.
İçinde bulunduğumuz somut durumu tahlil etmek için elimizde önemli kriterler vardır aslında. Bunlardan birisi emperyalist paylaşım savaşıdır. Bugün hangi solcu ile ufak bir sohbet etseniz hemen size “3. Paylaşım savaşının içinden geçtiğimizi, Ortadoğu’nun yeniden paylaşılacağını vb.” sıralayabilir ki bu doğrudur da. Ama genel doğruyu ortaya koyduktan sonra sıra bunun nasıl olacağına geldiğinde, bizim ne yapmamız gerektiğinde, bu savaşın TCnin yapılanmasına nasıl etki edeceğine geldiğinde, dersine çalışmayan her öğrenci gibi farklı bir konuyu anlatmaya çalışırlar. Mesela onlara; çok yakın bir gelecekte İran ile savaş ihtimalinden bahsetsek, buna Türkiye’nin girmeyeceğinden vb. bahsederler. En iyi ihtimalle girebileceğini kestirenler ise bu somut durumdan, bu savaşı durdurmak için kendilerine bir görev çıkartmazlar veya bu sürecin gerektirdiği hazırlıkları yapmazlar, süreçleri bu doğrultuda değerlendirmezler.
Kimileri için ise artık emperyalizm diye bir şey kalmamıştır. Bu savı savunan partilerin ABD ve NATO’nun yaptıklarını görmek istemediklerini, AB fonları ile yaşadığını, siyasal alanda AB’nin, felsefi alanda postmodernizmin, politik anlamda ise liberalizmin savunucusu olduğunu söylememize gerek yok sanırım. Sayısal anlamda az olsalar da politik etkileri anlamında gelişkinlerdir. Pek çok solcu ve sol hareket farkında olarak veya olmayarak bu bakışın etkisi altındadır. Seksenli ve doksanlı yıllarla birlikte hem bu ülkede hem de Avrupa’daki sınıftan kaçışın politik olarak bugüne yansımasının sonuçlarıdır bunlar.
Tüm bu savrulmanın sonuç olarak seçim sürecinde de somut durumun somut tahlili açısından geçmişte olduğu gibi bugün de bir yansıması olacaktı şüphesiz. Hemen seksen sonrası yapılan seçimlerde köprüyü sattırmam diyen Halkçı Parti, ardından siyasi yasaklı eski politikacıların (Demirel, Ecevit, Türkeş,Erbakan) oylanarak ülkeye demokrasi getirileceğine inanılan referandum, ardından, Özal’ı Çankaya’ya gönderme planıyla ANAP’ı seçimlerde yenerek ülkeye demokrasi getirme planı, sonra Ecevit & Bahçeli hükümeti ile gelen demokrasi, ardından AKP ile gelen demokrasi…
Bitmedi… AKP’nin seçimler ve referandumlar sürecinde yenilerek getirilecek demokrasiler vardı mesela. Bu seçimlerde ve referandumlarda neler olmuştu onu da hatırlayalım. Mesela 2017 Referandumunda 2,5 milyon mühürsüz ve imzasız oy, geçerli sayılmıştı. YSK bu oyları geçerli saymış ve ülkeye demokrasi gelememişti. Yoksa az daha gelecekti. Mesela bugün her an muhalefetin dilinden düşmeyen Muharrem İnce “Adam kazandı” diye bir spikerin cep telefonuna mesaj atıyor ve gelmesi gereken demokrasi yine gelmiyordu. Yeri gelmişken burada bir parantez açalım. Muharrem bu sistem için hiç kimsedir. Bu hiç kimseyi ve (daha öncesinde Ekmeleddin’i) topluma umut olarak zerk eden ise bugün solcuların büyük umudu olan Kılıçdaroğlu’dur. Muharrem aslında Kılıçdaroğlu’nun adayıdır ve Erdoğan’ın kaybetmesine rağmen, oylar Erdoğan lehine ayarlanırken, ortada sadece Muharrem değil, Kılıçdaroğlu da yoktur.
Örnekler çoğaltılabilir. Rejimin sayısız ve sınırsız hileleri saymakla bitmez. Ama insanın aklına şu geliyor. Mesela dün 2,5 milyon mühürsüz imzasız kâğıt parçalarıyla seçimi referandumu kazanan partinin bugün o 2,5 milyon oyu 5 milyon yapmasının, mühürsüz ve imzasız olanları mühürlü ve imzalı yapmasının önündeki engel ne? Bugün alacağınız önlemleri zaten o gün de almamış mıydınız? Dün “Atı alan Üsküdar’ı geçti” dendiğinde, halk sokaktayken kendileri köşe bucak saklananlar, bugün ‘Adam’ yine “Atı alan…” dediğinde bizim bilmediğimiz, ne yapmayı planlıyorlar? Mesela pek çok eve yerleştirilmiş ilave seçmenler, hatta fabrikalara ve iş yerlerine seçmen olarak kaydedilmiş oy kullanma ordusu, ellerinde 4-5 farklı kimlikle seçim günü pek çok sandıkta oy kullananlar, YSK tarafından görevlendirilen (Elinde en azından YSK’nın verdiği her sandıkta oy kullanabilir kağıdı olan) polis, özel görevlilerin birden çok sandıkta oy kullanmasına engel olabilecek nasıl bir mekanizma bulundu? Bütün bu hileler ve yenileri bu seçimde de tekrar edilmeyecek mi? Daha şimdiden her adresten on binlerce kayıt dışı yerleştirilmiş seçmen fışkırmadı mı? (Bu arada sakın kimse sanki sandıktan Erdoğan yerine 6’lı ekip çıkarsa sorun çözülecek sanmasın. Bu seçimler, kırk satır mı kırk satır mı seçimleridir ve komünistlerin ve halkların, bu seçimlere alternatif oluşturması meşru ve zorunludur.)
Bütün bunlara rağmen yine de yapılacak bir seçimde iktidarın kazanması ya da kaybetmesi Deniz Adalı’nın da Kaldıraç dergisi Nisan sayısında dediği gibi (seçim sonuçları için) “Mesele Sandığa atılan oylarda değildir, Mesele sandıklardan çıkan oylardadır.” O halde burada artık doğru soruyu sormanın zamanı geldi. Sandıktan neyin çıkacağına kim karar verecek? Sandıktan çıkacak olana karar verecek olanların kriteri ne olacak?
Aslında bu konuda lafı uzatmanın gereği yok. Şüphesiz ortaklaşa sömürge olan bu ülkede siyasal üstünlük ABD’nindir ve nasıl ki Avrupa’da NATO’nun genişletilmesi bir Üçüncü Paylaşım Savaşının bir hazırlığı ise nasıl ki Almanya’da Şansölye Angela Merkel’in siyaseti bırak(tırıl)ması AB’nin ABD tarafından sürüklendiği bu macera sürecinin bir parçasıysa, bu ülkedeki iktidarın değişimi (ya da değişmemesi) yani dizaynı da bu sürecin bir parçası olacaktır. Ancak bu süreçten kastım soyut bir şey değil aksine sıcak bir İran savaşında TC’nin alacağı rol üzerinedir.
Tekrar hatırlatmakta fayda var. Kapitalist-emperyalizmde seçim denilen şey, egemenlerin kendi aralarında verdikleri kararla seçtiklri politikaları ve bunu uygulayacak yöneticileri, halka oylatmasından başka bir şey değildir.
İşte eğer iktidarda bir değişiklik olacaksa da olmayacaksa da bu somut duruma cevap verecek bir iktidar ihtiyacından kaynaklanacaktır. Yani, olası İran savaşı ve Suriye’deki mevcut durum.
Pek çok aklı başında insan RTE’nin siyasi ömrünü tamamladığını ve bu yüzden ABD tarafından kaleminin kırıldığını düşünüyor ki aslında ben de bunlardan biriyim. Ancak bir farkla. Aslında nasıl ki Tahrir Mübarek döneminin sonu olduysa, Gezi de Erdoğan döneminin sonu olmuştur. (Dikkat Erdoğanın değil, Erdoğan döneminin) Fakat fiili olarak Mübarek iktidardan düşerek yolun sonuna gelse de Erdoğan görevde kalmıştı. Ancak görevde kalan Erdoğan aynı Erdoğan değildi. Her zamanki pragmatizmiyle efendisi ABD için ne lazımsa onu yapmaya hazırdı. Bu durumda yeni dönem politikalarında gerekenleri ona yaptırmayı uygun gördü efendileri. Erdoğan’ın yerinde kalmış, BOP projesi ve BOP eş başkanlığı iktidardan düşmüştü. Yani bir sonraki projeyi yürütme görevi yine Erdoğan’a verilmişti. Kötü bir ilaç olarak son kullanma tarihi geçse de zehirli bir ilaç olarak kullanılmaya devam edilmişti. Ardından da yeni bir darbeyle ortakları değiştirilmiş ve halka karşı baskı ve şiddet, zenginler için ise servet ve bolluk demek olan “Saray Rejimi” dönemi başlamıştı. (İngiliz tefecileri bu rejim sayesinde hayatlarının en karlı alış verişlerini yapmıştı). Buradaki Zenginlerden ise sadece Kılıçdaroğlu’nun kastettiği 5’li çeteyi anlayanlar, maalesef yanılmaktadırlar. Tekelci burjuvazi 5’li çeteyi cambaza bak olarak gösterse de en az onlar kadar bu dönemde karlarını devasa boyutlarda arttırmışlardır. Hepsi bu yağma sürecinin bir parçasıdır. Mesela Merkez Bankası, bankalara %14 Faizle kredi verirken, Bankalar halka %30 faizle para satarak devasa karlar elde etmektedirler. Kur politikalarının değişimlerini önceden öğrenen burjuvazinin astronomik karları da cabası.
İşte sandıktan neyin çıkacağına yine efendiler karar verecek derken bunu kullanım avantajı olan bir Erdoğan’la nasıl bir plan uygulayacaklarıyla ilgili olarak karar vereceklerdir demek istiyorum. Yoksa 20 yıldır, hatta Refah Partisi’nin iktidar oluşu da dahil (çöplerden toplanan oylar, 3 partinin baraj altında bırakılması vb.) Siyasal İslam’ın bu ülkede herhangi bir seçim kazanma şansı yoktur. Seçimin sonucunu İran savaşının nasıl planlanacağı tayin edecektir.
Sol, Erdoğan döneminin kapanacağına inanmaktadır. Aslında çok haksız da değildir. Ama son söz henüz söylenmemiştir. Ülkede insanlar kan ağlarken, bu moral ve umut bu sevinç buradan kaynaklanmaktadır. Kimisi ise bir milletvekili olma telaşıyla tüm olan biteni unutmuş durumdadır. Aslında bir bakıma haksız da değildir. Böyle bir iktidar normal şartlarda kapitalist bir sistem için büyük bir risktir ve sürdürülemezdir. (Aslında önerme buysa, bu durumda gelecek olanın sistemi kurtaracağı açıktır ve eğer buradan bir devrim evrilmesi çıkmıyorsa devrimcilerin bu sürecin yanına bile uğramaması gereklidir) Oysa gelişmeler gösteriyor ki Erdoğan İran savaşına hazırlık yapmakta ve efendisine bunu ispat etmeye çalışmaktadır. Yanına ittifak olarak aldığı Yeniden Refah Partisi ve Hizbullah’ı (Onlar HÜDAPAR diyor. Bizim açımızdan adı Hizb-i Kontra’dır, Hizbullahtır) bu çerçevede ele almalı. Gerek Hizbullah ve gerekse Y. Refah oy potansiyeli bulunmayan hatta yok denecek kadar az olan partilerdir. Hatta bırakın oy kazandırmayı AKP’ye oy veren sağ liberal kesimi partiden uzaklaştırıcı rollerinden dolayı oy kaybettirecek iki suç yuvasıdır bunlar. Üstelik niteliksel olarak böyleyken, normalde birleşme ve seçim öncesi takiye yapıp şirin görünmeleri gerekirken aksine onlar, kadın haklarına ve insan haklarına saldırma söylem ve pazarlığını tercih etmişlerdir. Yani aslında AKP ile kapalı kapılar ardında isteyeceklerini AKP’ye oy kaybettirme pahasına alenen söylemişlerdir ki aslında bunu söyleten de AKP hatta büyük efendidir. Çünkü eğer bir şeriat devletiyle savaşacaksan en az onlar kadar şeriata sahip çıkıyor görüneceksin ki bu savaş, “kafirle Müslümanın” savaşı gibi görünüp ilerde başına bela olmasın. İşte oyları olmamasına rağmen bu suç çetesi partinin AKP tarafından tercih edilmesi, efendisine bu savaşa hazır olduğunun sinyalini vermek içindir. Yani İran’la savaş İslam’a karşı laik değil, İslam’a karşı İslam zıtlığı ile organize edilirse, Şii de olsa radikal İslamcı bazı gurupların “kafir” yerine İran’ın yanında yer alması engellenmiş olsun. Aksine radikal unsurların da bu savaşa TC yanında katılması kolaylaşsın. Böylece başta İdlib olmak üzere Suriye’deki cihatçı çeteleri ve Pakistan’da ve Türkiye’deki Taliban’dan kaçan çeteleri İran’a karşı kullanabilsin.
Bu seçimler daha çok su kaldırır. Mevcut hilelere rağmen Erdoğan’ın kazanma şansı yoktur. Bu durumda efendi Erdoğan’ı seçmiş ise Erdoğan için ya yeni sandık hileleri bulunacak ya da bir yolla seçimler, en azından başkanlık seçimleri, iptal edilecektir. Başkanlık seçimlerinin iptali ise siyasi bir suikast ile de olabilir. Mesela İnce’yi böyle bir işte harcasalar kimse yasını tutmaz. Ama isterlerse başkanlık seçimi ise iptal olur. Böylece Erdoğan yeniden bir süre için daha yeniden başkan ilan edilecektir. Erdoğan’ın başkanlığı, toplumsal muhalefette egemenler açısından tehlikeli bir öfkeye sebep olacağı ve bu öfkenin gazının bir şekilde alınması gerekecektir. İşte parlamento seçimleri bu gazı almak için kullanılabilir.
Diğer yandan TC Parlamentosu bir bütün olarak istisnasız, NATO’ya bağlılık yemini ederek, ABD’ye bir bütün olarak kendilerine verilecek her türlü göreve hazır olduklarını ilan etmiştir. Yeterki iktidar olarak (ya da bileşeni olarak) kendi partisini seçsin. Öyle ya bunun provası da yapılmış ve parlamento, Finlandiya’nın NATO’ya girmesinin kabulü oylamasında, NATO’ya biat edeceğini oy birliği ile göstermiştir. Kimse bana oylamaya HDP ve TİP katılmadı diyerek karşı çıkmasın. Onların NATO oylamasına evet demesi de ancak böyle olabilir zaten. Ne yani oylamaya katılıp el kaldırarak ‘evet’ dediklerinde, her şey eskisi gibi olabilir miydi? Bu soruya evet diyen ya siyaset bilmiyordur ya da devrimci ne demek, onu bilmiyordur.
Şimdilerde HDP diyor ki hedefimiz 100 milletvekili ile meclise girmektir. Hiçbir sosyalist buna karşı çıkmaz. Tabii ki dostlarımız mümkün olan en fazla millet vekilini parlamentoya sokarsa bundan sevinç duyarım. Ama şunu da sorarım… Geçmişte 5 milletvekili ile 20 milletvekili ile yaptığınız sert muhalefeti bugün 50 milletvekili ile maalesef yapamadınız. Çok haklı pek çok itirazınız, Parlamentonun dar koridorlarından çıkıp halka ulaşamadı. O halde bugün 50 milletvekiliyle yapamadığınız neyi, yarın 100 milletvekili ile yapacaksınız? Mesela dün 20 milletvekili ile yaptığınızı (O vekillerin çoğu ya hapistedir ya da yeni çıkmıştır) yapmanız bile kıymetli olacaktır. Ve devamla; 50 milletvekili ile “HAYIR” diyemediğiniz NATO oylamasına 100 milletvekili ile mi “HAYIR” diyebileceksiniz? Size oy veren herkes NATO’dan yana mıdır, yoksa ben ve benim gibiler, başka partiye mi oy vermiştik? Evet umarım dostlarımız mecliste nitelikli ve kararlı, 100 milletvekili ile temsil edilir.
Milletvekili seçimleri ise yapılır. Bu toplumun meclisin yeniden yenilendiği hissiyatıyla enerjisini kısmen boşaltması sağlanır. Üstelik Kürt hareketi olmadan, daha doğrusu solu da parlamentoya taşıyan güçlü bir Kürt hareketi olmadan, İran’la girişilecek bir savaşta ya da İran da meydana gelecek bir halk ayaklanmasında, siyasal kazanım olmaz. Bugün İran’da en etkin ve en örgütlü muhalif güç, Kürt hareketidir. Tabii ki bu tahminler çok su götürür. Her an yeni bir gelişme yeni bir durum çıkabilir. Egemenler farklı politikalar uygulamaya karar verebilir.
Egemenler sonuç olarak, nasıl bir yol seçtiler henüz bilmiyoruz. Muhtemelen bu mesele henüz ABD’nin kendi içinde de bir tartışma konusudur. Tartışılan konu ne yapılacağından ziyade nasıl yapılacağıdır ve bu “Nasıl” sorusuna verilecek cevap, TC’nin seçimlerini ve seçim sonrasını nasıl organize edileceğine karar verilecektir.
Bütün bu yazdıklarıma tabii ki haklı olarak itirazlar olacaktır.
Mesela denilecek ki “ne yapalım, sokağa mı çıkalım?” “Hem biz çıksak bile halk sokağa çıkmaz, sen boşuna konuşuyorsun”.
Bu söylem bir yanıyla kibirlidir, bir yanından itiraftır. Kibirdir kendini halktan ayrı görmektir. İtiraftır kendisi sokağa çıkmayacaktır. Ama hepsinden önemlisi ise körlüktür. Tüm bu seçim mekanizmasının halkı sokaktan uzak tutmak için umut saçma oyunu olduğunu, devletin kendini tazelemesi yenilemesi rehabilite etmesi olduğunu görmemektir. Üniversitelerin kapatılmasını eylemlerden korkularından değil de yurtlarda sadece birkaç bin depremzede kalacak bahanesine inanmaktır.
Tabii ki seçimleri tümden reddetmiyorum. Tabii ki devletin olanakları içerisinde de olsa birtakım mevziler kazanmak önemlidir. Ama seçimleri bizler açısından bir küçük mevzi kazanma mücadelesi değil de demokrasi getirecek büyük bir savaş olduğunu düşünmek, en iyi söylemle pembe hayallere kendini ve toplumu inandırarak devletin ekmeğine yağ sürmek ve toplumsal mücadelenin düşmandan daha tehlikeli tıkacı olmaktır.
Bir başka söylem ise “Boykot mu öneriyorsun?” çıkışıdır. İnanın ortada bir seçim olsa yani gerçekten de bir seçim olsa BOYKOT etkili araçlardan biridir. Oysa ortada boykot edilecek dahi bir seçim yoktur. Tablo öylesine rezildir, düşman öylesine kepazedir ki bunlarla bir seçimde yarışmak, bunları muhatap almak, bunları tanımak anlamına gelir ki bu aslında istemeden de olsa rejime verilebilecek en iyi ödüldür.
Ülkede deprem olmuş devlet deprem bölgesindeki olabilecek kitlesel tepkilere, sosyal patlamalara karşı özel kuvvetlerinden ve SADAT’ından başka, halka yardım için hiçbir kuvvetini bölgeye sevk etmemiştir. Devlet banka kasalarını çıkartmayı, SADAT’ı bölgeye sevk ederek halkın dayanışmasını engellemeyi, yardım tırlarını kaçırarak İdlib’teki cihatçılara vermeyi tercih etmiştir. Askeri, enkaz altındakileri kurtarmak için seferber etmek yerine İdlib’te cihatçı çeteleri korumak için ayırmayı, Hulusi Akar’ın deyimiyle “sınırı korumasız mı bırakacaktık”(kimden ve ne için) diyerek, kaklı enkaz altında bırakmayı tercih etmiştir. İşte seçime gireceğiniz ve meşrulaştıracağınız kirli güruh budur. Eğer Kemal gerçekten seçimi kazanmak isteseydi, depremin gündemden düşürülerek, rejimin yaptığı katliamı gizlemezdi. Rejim için bugün en iyi imdat maskelemesi, seçim olmuştur. Seçimler, deremde enkazın altında kalan devlete can suyu olmuştur. Hala 13,5 milyon insanın doğrudan etkilendiği, 3,5 milyon insanın yaşadığı bölgeden göç etmek zorunda kaldığı, en az bir o kadarının (bulabilirse) çadırlarda yaşadığı, tüm varlıklarını ve sevdiklerini enkaz altında bırakan milyonlarca insan ve söylenenlerin aksine, yaklaşık 200-300 bin insanın öldüğü, bir depremden bahsediyoruz. Üstelik bu bitmiş bir deprem de değildir. Hem Jeolojik olarak hem sosyal olarak hem de siyasal etkileri açısından süren bir depremdir. Halkın olanca yoksulluk ve yoksunluk içinde hayatını sürdürmeye çalışması açısından da yaşamsal olarak süren bir depremdir. Ve tüm bu durum, maalesef ne iktidarın ne de diğerlerinin umurundadır.
İşte böylesi bir ortamda oldu deprem. O yüzden dolayı boykot dahi bu süreçte siyasal bir çalışma süreci değildir. Halk için bu seçimler yok hükmünde olması geren seçimlerdir. Sürecin vicdani, sosyal ve siyasal çalışması da bu sebeple depremdir, seçim sonrası olası savaş politikalarına karşı dirençtir. Boykot seçime göre çalışma örgütlemeyi gerektirir. Oysa bu süreç seçimi yok hükmünde sayma sürecidir. Süreç, Halkın gerçek gündemini ve devrimin gündemini öne çıkarma sürecidir. Kim seçim için ne pazarlık yapıyorsa yapsın, kim seçimlerde “Tayyip kötü Kemal iyi” derse dersin, bu suni bir gündemdir ve gerçek gündemi gizlemek için örgütlenmiştir.
Fransa’da sokaklar bayram yeri gibidir. 63 olan emeklilik yaşının 65’e çıkarılmasına karşı halk sokaktadır. Eğer merak ederseniz yazayım, bu seçimler Fransa halkı için pek de bir kurtuluş umudu ol(a)mamış. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 1. tur oylamaya katılım oranı Euronews’e göre %33,9 ikinci turda, Le Pen (kazanır mahvolursunuz) şantajına rağmen %34,3 olmuştu. Tabii ki Fransa’nın da “seçime katılıp kurtulalım” diyen bir kesimi vardı ama buna itibar etmeyen Fransız halkı da var. Yani kayıtlı seçmenin (demek ki orada seçmen değil halkmış) %66sı sandığa gitmemiş. Meraklısı buradan bir değerlendirme yapabilir.
Gelelim seçimin meşruluğunun muhalefet tarafından gündem edilmesine. Muhalefetin bu günlerde en çok itiraz ettiği şeylerden biri de “Erdoğan’ın üniversite diplomasının olmaması”, “Anayasaya göre 3.kez Cumhurbaşkanı seçilemeyeceği” ve “Muharrem’i karşılarına iktidarın çıkarttığı” konuları geliyor.
Gazetecilik refleksiyle muhalif basın da söz etmese, ülkede deprem ve depremzede diye bir gündem, muhalefetin ağzında neredeyse hiç kalmadı.
Yine gıda fiyatlarındaki sadece son birkaç aydaki %85’lik enflasyon da muhalefetin seçim gündeminden çok, gazetecilik refleksiyle, muhalif medyanın gündeminde yer bulabiliyor, tabii ki Muharrem gündeminden fırsat kaldıkça.
Muhalefet bunun yerine diplomayı konuşuyor, tweet atıyor vs. Oysa Einstein’in de dediği gibi “aynı şeyi yapıp farklı sonuç alamazsın”. Diploma meselesi bundan 10 sene öncesinin gündemiydi ve araştırmalar gösterdi ki belirli bir elit azınlığın dışında karşılığı yoktu. Hatta bırakın işe yaramasını, halkın eğitim düzeyi düşük kesimlerinde olumsuz etkiye bile yol açmıştı. Bu sebeple siyasiler bu söylemden ana tema olarak vazgeçmişti. Ta ki bugüne kadar.
3.Kez aday olması anayasaya aykırı deniliyor. Haksız değildir. Ama karşılığı yoktur. Ne YSK’da karşılığı vardır ne de seçmende karşılığı vardır. Buna rağmen bu konu üzerinden de bir propaganda yürütülüyor olması ilginçtir. Mesela bir hafta önce YSK’ya itiraz etmek yerine, seçimlerden çok önce Anayasa mahkemesine itiraz etselerdi, mesele netleşmez miydi? O halde oy karşılığı da olmayan bu süreç, ilerideki bazı olumsuz gelişmelere göre devlet tarafından kılıf olarak kullanılsın diye mi gündem edilmiştir?
Üstelik bu bir şeylerin anayasaya aykırı olma meselesinde ise muhalefet iktidardan daha az masum değildir. Mesela, Cumhurbaşkanı yardımcısının “seçimle seçilmesi” diye bir şey anayasada da yasalarda da yoktur. Ama Altılı Masa’nın bileşenleri için bu bir problem oluşturmuyor. Hatta yetmiyor, İstanbul ve Ankara Büyükşehir belediye başkanları da “İcracı Cumhurbaşkanı Yardımcısı” olacağı ilan ediliyor. Nedense iktidar medyası ve İktidar bu konuda suskundur. Bir şehri yönetmek için halktan oy alan belediye başkanları görevlerinin başında değildir. İktidar ve medyası bu konuda da suskun. Ve yine oldukça yakınlaşan bir İstanbul depremi tehlikesi vardır. Bu konuda çalışma yapması gereken görev başında olması gereken İmamoğlu nerededir? Seçimlerde Akşener’in yanında gezmektedir. Peki bu yasal mıdır? Değildir. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı gibi bir görev siyasi anlamda “tarafsızlık” içermesi gereken bir görev değil midir? Görünüyor ki hukuksuzluk ve adaletsizlik muhalefet tarafından da benimsenmiştir.
Diyelim ki Cumhurbaşkanı yardımcısı olacaksın. Bu durumda İstanbul meclis aritmetiği AKP lehine olduğuna göre yeni belediye başkanı AKP’li olmayacak mı? Yoksa eski pazarlık bu muydu? Son olarak (aslında saymakla bitmez) seçimlerde milletvekili adayı olan bir ilçe başkanı hatta memur bile görevinden istifa etmek zorundadır. İmamoğlu ve Yavaş bundan muaf mıdır? Adaylıkları yasal olmayınca, yasanın arkasından dolaşmak meşru mudur? İktidar bunu görmüyor mu? Olası bir görevden alma için bu yeterli değil midir? Demek ki birtakım dokunulmazlıklar var ya da birtakım pazarlıklar. Başka türlü böylesi bir iktidara karşı bu süreç mümkün değildir. Dokunulmazlık varsa durumu kurtarırlar. Ama pazarlık varsa bu iktidara nasıl güvendiler, insan merak etmeden duramıyor. İşte solun arkasına takıldığı ve ülkeye demokrasi getirecek olan güçler bunlar.
Muharrem İnce fenomeni ise bu seçimlerin baygınlık noktasıdır. Seçimleri iptal ettirmek isteyen karanlık güçlerce, olası başına bir şey getirilse, annesi hariç üzüleni dahi olmayacak, arkasından kimsenin gitmeyeceği bir kişinin bu kadar gündem edilmesi sadece Kılıçdaroğlu’na bir miktar oy kaybettirmekten başka hiçbir şeye yaramayacağını bile bile muhalefet bu hiç kimseyi, siyasi ömrü “adam kazandı”yla biten bu müsveddeyi neden gündem eder. Muhtemelen muhalefetin benden çok daha zeki ve donanımlı danışmanları vardır ve bunu akıl edebiliyorlardır. Öyleyse neden bu İnce’yi gündem etme ısrarı? Mesela muhalefet İnce’yi görmezden gelse, iktidar kanalları 3 gün konuşur ve sonra karşılığı kalmadığını görürse onlar da vazgeçerdi. Öyleyse niye?
Komplo teorisi kursak, muhalefet CB seçimlerini kazanmak istemiyor diyeceğiz neredeyse. Ya da seçimler bir bahane ile iptal edilmesin diye aradaki oy farkının (şu an mevcut seçim sisteminin özel hilesi yüklenmiş haliyle anketler %60’a %40 diyor. Oysa iktidardaki çetenin mevcutta hilesiz reel oyu %25’i geçememektedir. Ben sair hırsızlıklar hariç, SECSIS üzerinden hileli anket halini baz alıyorum) daha az mı göstermek istiyorlar ki bu da çok mantıklı değil, çünkü bu Erdoğan’a kazanacak oyu değil, sadece ikinci tura kalacağı umudunu verebilir. Belki de asıl planlar CB seçimlerinin 2. turunda ortaya çıkacaktır. Veysi Sarısözen’in “seçim sonrası sokak hareketliliğine hazırlıklı olmak lazım” sözünü böyle mi okumalıyız acaba? Seçim öncesi sokakla ilgili hiçbir faaliyeti olmayanların, tüm çözümü seçime havale edenlerin, seçim sonrası sokakta ne denli varlık göstereceği ayrı bir konu tabii ki.
Ama sadece 3. kez seçilme ve diploma mevzusunda samimi isen adaylığını niye tanıyor ve karşısında seçime giriyorsun? Bu durumu meşrulaştırmaz mı? Sen onunla seçime girip kaybedersen, Cumhurbaşkanlığını meşrulaştırmaz mı? Bunları kabul edip vekil olursan, bu parlamentoyu meşrulaştırmaz mı? Yani hepsinin toplamında bugüne kadarki süreci meşrulaştırmaz mı?
Son olarak şunu söylemeliyim ki oyunu kuranlar;
ister Altılı Masa’yla, ister Erdoğan’la yürüsünler, İran meselesini ister bir TC savaşıyla, ister bir iç isyanla çözsünler, seçimlerde parlamentoyu Altılı Masa’ya Cumhurbaşkanlığı’nı Erdoğan’a veya isterse Cumhurbaşkanlığı’nı Kılıçdaroğlu’na parlamentoyu AKP’ye versinler ya da bu aktörlerle her ne yaparsa yapsınlar, sonuç olarak bu seçimlerde bu haliyle sıralanmak hem bugünkü iktidarı hem de gelecekte kurulacak iktidarı meşrulaştırmaktadırlar. Başka şey yapmak için gücümüz yok diyenler kendilerini eksilterek gücümüzden çaldıkları yetmiyormuş gibi bir de halkı bu oyuna dahil ederek maalesef süreci tersine işletmenin bir aracı oluyorlar.
Halkın öfkesi birikmiştir. Bu biriken öfkeyi efendiler ve devlet görmektedir. Görmeyen sadece soldur. Tıpkı Lenin’in dediği gibi “Hiçbir göz, görmek istemeyen bir çift gözden daha kör olamaz.”