(saat 04. 17)
Oturdum, düşündüm dün gece
Aşk nedir diye; aşk, benim kendimin uydurmasıymış.
İnsan ne tuhaf bir malzeme, çabuk kırılan, çabuk çöken, çabuk giden.
Çok sevenler hep terk ediliyor, zokayı hep onlar yutuyor.
Niye, sebep nedir, işte üzerinde düşünülesi değil, üzerinde oturulası bir duygu durumu!
Malzeme dedim, bu ara hep malzemeyi konuşuyoruz, demiri, çeliği, üzerimize düşen tuğlayı, altında kalan insanı.
Yalancıktan bir dünya!
Yalandan bir dünya, yalan dünya!
Elini sürmek istemiyorsun artık, dokunmak istemiyorsun, zor bir duygu durumu.
Bir türkü dinliyorsun, batıyor.
Bir hayat dinliyorsun, sadece sen yaşamışsın sanki.
Yorgun ve bitkin bir hayat…
İki yarası vardır insanın birinin faili hep sen olursun, tanrıya döner bakarsın, bu kadar mı yahu dersin!
Yazdığın kitap bir hikâyeye döner, uydurma bir hikâyeye.
Ben hep, gidenleri götüremeyenler oldukları için bekledim, sevdim, inandım.
İnanmak, sevmenin en büyük kısmı…
Oysa seni severken ben “ namlu gibiydim.”
Sabahları kuşandım mı bin kilometre yol giderdim, bin kilometre şarkı söylerdim, şiir okurdum, yorulmak nedir bilmezdim.
Her sabah saat dörtte uyanıyorum, seni bir hasret gibi kuşanıp, seni bir kırılan merdiven gibi aklıma getirip uyanıyorum…
Gözlerine bakıyorum işte, o kırılan ne varsan, kırılan her şey gibi, son anına yetişemiyorum, gitmelerin hiç birine yetişemiyorum…
Bakıyorum etrafıma, sağıma soluma, güzel olan hiç bir şey kalmamış benim küçük annem, eğilip elini öpüyorum.
Bakıyorum etrafıma, ağır ve yaralı herkes.
Sanki seninle iyileşiyor bütün yaralılar.
Seninle düşünüyor sanki söğüt dalları, ortasından kırılmış taşlar, uyuyan çocuklar.
Bu kadar mı incittim ben kendimi.
Bu kadar mı kıydım kendime, de bu kadar “git” dedin bana.
İşte herkes “git” dediği yeri hatırlıyor, kimsenin “kal” dediği bir cümlesi yok!
Kimse hayatı suçlamıyor, herkes beni, sanki hayatın tek sahibi benim, sanki hayat çocukluğumun geçtiği o evdeki oda “hayat odası, hayatê malê” benim.
Kimse kendi yarasındaki kabuğa bakmıyor; kanar diye, sızlar diye, herkes bir başkası üzerinde ölmek çabasında, kimse failsiz ve fiilsiz konuşamıyor. Herkes kendi parantezine açılıyor, herkes kendi parantezine kusuyor, herkes kendi parantezinde susuyor!
Sabahın dördünde uyanıyorsun, senin olmayacak bir güne. Kimse yok, Cuma, cemaat, camii, hiçbir şey yok, iki arkadaşın var sadece, bu saatte suç işlemeye çıkmışlar yaşamak için.
Onlara, onların ardında bıraktıkları sessizliğe bakıyorsun, bir tek şey var burada, bu saatte; sessizlik, sadece hayatın bana bıraktığı bir sessizlik, sessizliğe bakmak özgürlüğüm var burada!
Saat beş olacak birazdan, bir şarkı var, bu saatte uyananlar bilirler bir tek, sessizliğe ithaf bir şarkıdır, ağladığınız zaman hatırladığınız, çaresiz kaldığınızda dinlediğiniz bir şarkı.
Bakıyorum ardından onların, hafiften bir aydınlık, ölüme koşanları; yaşamak için ölüme koşanları hatırlıyorum.
Çocukluğunun bana sırtını dönüp bakma hallerini hatırlıyorum.
Bu şarkı nasıl da zor…
Dinlemek, söylemekten daha zordur bazen.
Hiç tanımadığım biri kapıda bekliyor, hiç tanımadığım bir yüz, ilk defa gördüğüm bir hayret, bana seslenmek istiyor sanki, bana koşmak istiyor sanki, tüm perdeleri kapatıyorum, gecenin en korktuğum saatidir bu saat, kapatıyorum perdelerin en ince yerini bile, ışık sızmasın, ışıktan bu kadar korkmamıştım hiç, ilk defa oluyorum böyle!
Kollarım incelmiş, kendimden dışarı çıktım ilk defa, kendime bakıyorum, kendimin olmayan kendime.
Sanki benden başka herkes suçsuzmuş gibi bana bakıyorsun, boynunu ardına verip.
Bu saatte şarkılar bir başkadır diyor giden arkadaşlar, niye gidenlere bu kadar uğradım ki hem de bu saatte!
Neresi çarşı pazar, bilmiyorum!
Neresi bu kadar eskimiş bir hayat, bilmiyorum!
Neresi?
Bilmiyorum!!!
Kim yazdı bu şarkıyı, kim söyledi, kim dinledi; bu saatte bir yaralı: nasıl iyileştirebilir* kendisini.
Göğsümde iki yara, birinin sahibi hayattır diyemedi, ikisi de Kürt dedi, nasıl da acımasız bir şarkıymış bu böyle, nasıl da acımasız bir gitmek.
Mazlum Çetinkaya