Nedenini bilmediğin her şey acı veriyor insana. Bazen her şeyi bırakıp gitmek, geride kalan ne varsa vedalaşmak…yağmur
Nedenini bilmediğin her şey takatsiz bırakıyor insanı, takat bulmak için tutunduğun duvar da yıkılırsa…
Artık bu karanlık şehir gibiyiz, gözlerimiz açık olsa neye yarar.
Senin eskiden akşamların vardı, arada bir, sesin yaşama sebebi oluyordu ama gecesi gündüzü bir olmayanlarla hayat acı veriyor, değil mi?
İnsanın “sevgisi acır” mı, sırf “giz dolu bir şey yaşadı” diye.
Kendimi neden bu kadar ciddiye aldım, neden bekledim su çıkmayacak bir kuyunun başında. Oysa dert çekmeyen derdi nerden bilsin.
Bütün kurşunlar sıyırdı beni.
Bütün adamlar susmuş.
Kadın kendine kendinin olmayan bir ova edinmiş sanki dünyayı.
Kundakta bir bebek ağlıyor, eski ismi Yağmur olan, kundakta bir hayat.
Suya ve ekmeğe inanıyordum.
Sonra anlıyorum ki kime gözlerini açıyorsan onunla kapatıyorsun hayatı.
İndirildiğim yerden daha ileriye gitmiyorum, dönmeyi bilecek kadar, yol benim değilse, yolcu da ben değilimdir.
Dünden gelecek fırtınayı biliyorum o zaman ben neden hep rüzgârı biçiyorum.
Başım önde bütün bunları düşünürken, bir de evin can yakan taraflarını, evin yalnızlığını, evin can yakışına dalıp gidiyorum.
Bunca incitilmişliğin arasında, elinde kısacık bir söğüt dalı, yaprakları yeşil, bana dalı uzatan elin memleketi, bana dalı uzatan elin hasreti…
Burada yağmur ve güneş birlikte mi düşüyor yeryüzüne!
Araboğlu Makası’ndan iniyoruz aşağıya doğru; bizi ağırlayacak hasret kapısına, bizi ağırlayacak ölüm kapısına.
Sîba, güzel uykumuz bizim.
Sîba, sessiz unutuşumuz.
Sana Kimya’yı anlatıyorum; Tebriz’den ayrılışını, Almanya’da gördüğü rüyayı, sonra bakıp bakıp ağlayışını…
Bir kızı olmalı insanın, rüyasına benzeyen bir kızı.
Sîba, rüzgârımın gölgesi, gitmemeli hiçbir yere; ne Almanya’ya ne de dağ yurdu mağaralara.
Başımı bir taşa vermiş uyumuşum çile kapısına bakarken.
Kaç kapısı var buranın, bilmiyorum. Ama beni sadece bu kapıdan alıyorlar içeri.
Elinden tutmuşum senin, o kadar çok anlatıyorum ki, sanki yarın bir daha uyanmayacakmışım gibi bir telaşla, bir aceleyle, bir gitmekle…
Sîba, benim güzel rüyam.
Yurtsuz özlemimin Erbil’deki hayalistanı.
Üstümüzü bir gökkuşağı kaplıyor.
Beyaz bir çizgiden akıyor gözlerimiz, yanlış kapıdasın diyor hiç tanımadığımız biri bize “burada üç mezar var, ziyareti yasaklı üç mezar.”
Uyanamıyorum başım yaslandığı taşa esir olmuş gibi.
Sîba uyanamadığım rüyadan çıkıyor, ellerimi bırakıyor, zaman ve taş kaskatı.
Görüyorum konuşamıyorum, görüyorum ağlayamıyorum, görüyorum kıpırdayamıyorum.
Sîba koşuyor, taşlara çarpıyor, evlere çarpıyor, ağaçlara, dağlara…
Koşuyor, ölümden daha hızlı koşuyor, hafiften başımı oynatabildim, “gidemezsin sen” diyor.
Uzaktan o ses; kimse var mı orada, duyuyorsanız beni üç kere bir yere vurun!
Sîba, evimizin yalnızlığı.
Sîba, evimizin can yakışı oluyor.
Mazlum Çetinkaya