Cumartesi, Temmuz 19, 2025
Son Haber
  • Yazarlar
  • Manşetler
  • Son Haber Tv
  • Künye
No Result
View All Result
  • Yazarlar
  • Manşetler
  • Son Haber Tv
  • Künye
No Result
View All Result
Son Haber
No Result
View All Result
Home Manşet Haberler

SOLUN PARLAMALARI VE BUGÜNLERE NASIL GELDİK?

Naim Kandemir & Cengiz Tūrūdū by Naim Kandemir & Cengiz Tūrūdū
16/10/2023
in Manşet Haberler, Manşet Yazarlar, Politika, Türkiye, Yazarlar
A A
0
SOLUN PARLAMALARI VE BUGÜNLERE NASIL GELDİK?
0
SHARES
23
VIEWS
Share on FacebookShare on TwitterShare on Whatsapp Send Mail

OLDUĞU GİBİ DİYALOGLAR

 

Cengiz Türüdü&Naim Kandemir

 

Naim- Bugün, Türkiye’de Tanzimat’tan bu yana solun haline kuş bakışı bakalım. 200 yıla yakın bir zaman diliminde solun kazanımlarında bir süreklilik göremiyoruz. Çeşitli dönemlerde parlamalar biçiminde sol mücadelenin yükseldiğini, ancak o parlamaların sonraları çeşitli nedenlerle sönümlendiğini görüyoruz. Bu, bir yanıyla güç sorunu ise de bir yanıyla da solun yanlışlarıyla ilgili bir durum. Bu bahiste genel olarak ne düşünüyorsun?

 

Cengiz- İnsanlık tarihine, özellikle medeniyet tarihine baktığımız zaman, sol modern çağa ait bir kavram ve Fransız Devrimi ile ortaya çıkıyor. Fransız Devrimi’ndeki parlamentoda Jirondenler’e sağcı deniliyor, Jakobenler’e solcu deniliyor oturuş sırasına göre. Solda oturanlara solcu, sağda oturanlara sağcı. Sol kelimesinin ortaya çıkışı böyle.

 

Bu isimlendirme modern çağda giderek yaygınlaşıyor. Sol zamanla alt sınıfları, işçi sınıfını tarif etmek için kullanılan bir kelime oluyor. Özellikle Batı tarihine baktığımız zaman da; modern toplumlara özgü sınıfsallaşma, sınıfların ortaya çıkış biçimleri, sınıfların kendini ifade etmeleri, yeni programları, özellikle başta sendikalist hareket (sendikalist hareket ilk önceleri özellikle makine kırıcıları şeklinde başlıyor, bilinçsiz işçiler hedefi yanlış seçip burjuvaziyi direkt hedef almak yerine, kendiliğinden bir davranışla makineleri kırıyorlar. İngiltere’de bunlara Çartistler deniliyor. Bu hâl işçi sınıfının kendisi için sınıf olmadığı zamana tekabül ediyor.) bölgesel ayaklanmalar, fabrika işgalleri, direnişler; bütün bunlar yaygın bir şekilde Fransız Devrimi’nden sonra feodal hâkimiyetin, kültürün gücünü kaybetmesi sonucu, yeni bir kültürün, sanat, felsefe, bilim anlayışının ortaya çıkışı, üniversiteleşme, okullaşma süreçleri yaygınlaşıyor.

 

Burjuvazinin iktidarı almasına bağlı olarak modern çağda burjuvazinin önü açılıyor ve burjuvazi kendi sınıf menfaatlerine göre bir toplum, devlet dizayn ediyor. Buna bilindiği gibi ulus devlet deniyor. Bu ortaya çıkarken aynı zamanda bir kurumlaşma ağı ortaya çıkıyor; ekonomiden, yargı kurumlarından, siyaset kurumlarından, eğitim kurumlarına, sosyal hayata kadar kapitalizme özgü farklı bir örgütlenme ortaya çıkıyor. Ve bu örgütlenme süreci içerisinde işçi sınıfı da sırf kendiliğindenci eylemleri yerine siyasal ve ekonomik olarak kendini ifade edecek yeni örgütlenme aşamalarına geçiyor. Bunlar; sendikalar ve daha sonra siyasi partiler ve dernekler… Bunlar yaygınlaşıyor ve sol kavramı sadece Fransız Devrimi’ne ait bir kavram olmaktan çıkıp işçi sınıfına mâl ediliyor. İşçi sınıfının eylemlerine, bu faaliyetlerine sol deniliyor. Böylece sol işçi sınıfının çıkarlarını ifade eden bir kavrama dönüşüyor.

 

Kapitalizme karşı gelmek,onu eleştirmek, burjuvaziye karşı mücadele etme, işçi sınıfının hak, özgürlük ve daha sonraki formüle edilişiyle iktidar mücadelesini geliştirme, bunun aygıtlarını, siyasal-ekonomik organlarını siyasi partileri, sendikaları ve eylem aygıtlarını yaratmak için kullanılan bir ifade haline geliyor. Bu süreç birden olmuyor. İlk önceleri ütopik sosyalizm şeklinde ortaya çıkıyor sol düşünce. Owen, Simon, Fourier öncüleri oluyor bu düşüncenin. (Engels’in Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm kitabında bunun hikâyesi geniş biçimde anlatılır). Ütopik Sosyalizm tepkiler biçiminde, duygusal ifadelerle, bir hayırseverlik, ahlak hareketi olarak ortaya çıkıyor önceleri.

 

Daha sonraki süreçte Marks’ın, Engels’in ortaya çıkışı, bilimsel sosyalizmin doğuşunu sağlayan klasik yapıtların ortaya çıkışı, yayınlanışı yeni bir sol-sosyalizm türü ortaya çıkartıyor. Bu, Marksizm diye bildiğimiz bir düşünce akımı, felsefi akım. Bu, ütopik sosyalizmden ayrılıyor. Marksizmin özelliği kapitalizmi çok detaylı biçimde araştırıp analiz etmesi ve kapitalizmi kapitalizm yapan sırrı çözmesi. Bu sır, artı değer sömürüsüdür. Marksizmin insanlığa yaptığı en büyük katkılarından birisi; artı değer sömürüsünü, artı değer teorisi ile formülü ederek, kapitalizmin nasıl bir sömürü aygıtına, sistematiğine sahip olduğunu, işçilerin iş güçlerinin nasıl bir bölümüne el konulduğunun mekanizmasını anlatarak kapitalizmin sırrını çözmesidir. Marks’ın kitaplarının çoğunun temelinde bu teorinin dile getirildiği sömürü mekanizmasını açıklama çabası var. Marks, kapitalist toplumda sermaye nasıl elde ediliyor, bu sermaye birikimi nasıl sağlanıyor, sömürü nasıl gerçekleşiyor, bu gerçekleşirken hangi sınıf savaşı ortaya çıkıyor, bir tarafta burjuvazi, diğer tarafta proletarya denilen iki sınıf nasıl ortaya çıkıyor, ulusal pazar nasıl oluşuyor, ulusal pazar nasıl ulusal sınırların dışına taşıyor, bütün bunlara cevap arıyor ve bunların cevabını veriyor Marks.

Bugün en bağnaz iktisatçılar bile Marks’ın kapitalizm analizinin mükemmel olduğunu söylüyorlar. Marks’ın en büyük özelliği kapitalizmin sırrını çözmesi ve buna bağlı olarak sınıfsallaşmanın kökenini bilimsel olarak izah etmesi ve bunu sınıf mücadelesinin teorisi ile geliştirmesi…

 

Marks, J. A. Weydemeyer’e yazdığı bir mektubunda şunu söylüyor: Sınıf mücadelesi teorisini ortaya atan ben değilim, bu benden önce burjuva iktisatı tarafından ortaya konmuş bir şey. Ben bu sınıf mücadelesinin nereye varacağını, nasıl sonuçlanacağını ortaya koyan bir adamım. Marks, Komünist Manifesto’da bu kapitalizmden hareketle, kapitalizm öncesi üretim biçimlerini araştırarak, marksist tarih felsefesinin ışığında, tarihin bir sınıf mücadelesi tarihi olduğunu ileri sürüyor. Marks, kapitalist toplumda sınıf mücadelesinin aldığı biçimleri ifade etmek için sol kavramını yaygınlaştırıyor, kitleselleştiriyor ve emek hareketlerini anlatmak için kullanılan bir kelime oluyor sol. Sol, sol hareket, sosyalizm modern kapitalist topluma ait kavramlar oluyor, en gelişmiş haliyle. Önce ütopik haliyle zuhur ediyor, daha sonra bilimsel analizlerle başka bir boyut kazanıyor; Marksizm ortaya çıkıyor. Sol kavramı burjuvazinin ve işçi sınıfının var olduğu modern topluma ait temel sömürü biçiminin artı değer sömürüsü olduğu; modern sınıfların ortaya çıktığı ve modern sınıfların birbirine karşı iktidar mücadelesi verdiği bir dönemde ortaya çıkıyor, yaygınlaşıyor.

***

Bu kaba değerlendirmeyi yaptıktan sonra şunu diyelim: Osmanlı’da, Türkiye’de niye bu sol, sol hareketler, sol düşünce gelişmedi? Çünkü Osmanlı’da modern anlamda sınıf yoktu. Osmanlı’da gelişmiş bir burjuvazi yoktu, işçi sınıfı yoktu, tek tük işçiler vardı küçük atölyelerde çalışan. Osmanlı’da artı değer sömürüsünden elde edilmiş bir sermaye birikimi yoktu. Taner Timur’un Osmanlı Toplum Düzeni kitabında ifade ettiği biçimiyle; Osmanlı toplumu fütuhata dayalı bir toplumdur. Fetih ve kılıç zoruyla elde edilenlere dayalı bir ekonomi şekli vardı Osmanlı’nın. Bunu geçmişte Niyazi Berkes ve Doğan Avcıoğlu tartışmıştı Osmanlı toplumu neden kapitalizme yol açmadı, diye.

 

Feodalizm, batıda kapitalistleşmeye yol açıyor, kapitalizmin ön koşulları feodal toplum içinde oluşuyor; oluşan koşullar gelişince feodalizm tasfiye ediliyor, burjuvazi direkt iktidarı ele alıyor. Ama Osmanlı’da feodalizm kapitalizme yol açmıyor, başka yollar gelişiyor. Rozaliyev’in Türkiye’de Kapitalizmin Gelişme Özellikleri kitabında anlattığı gibi Türkiye’de kapitalizm devlet aracılığıyla, devletin teşvikleri ile gelişiyor. Osmanlı’da burjuvazi ve proletarya olmadığı için, buna ait kültür, felsefe, sanat da olmuyor. Örneğin o zamanlar roman, klasik müzik, bale, opera da Türkiye’ye hep batıdan gelmiştir. Türkiye, kendi kültür yapısı içerisinde bunları üretememiştir. Türkiye’de sınıfsal anlamda devlete hükmeden bir burjuvazi yoktu, modern anlamda üniversite yoktu, Osmanlı’da medreseler vardı. Modern bir toplum değildi Osmanlı toplumu; feodal bir toplumdu. Osmanlı Devleti fütuhatçı, monarşik, teokratik ve feodal bir devlettir. Bir burjuva devleti değildi. Osmanlı’da sınıflar oluşmadığı için, modern sınıflara ait değerler, eğilimler, kültürler de oluşmamıştır. Osmanlı’da bir burjuva  hukuku, felsefesi, estetiği yoktu. İlk Osmanlı romanları hep Batı taklitçisidir. Modern kültürün parçaları hep batıdan alınmıştır. Osmanlı’da salon kültürü, kıyafetler, çatal-bıçakla yemek yeme hep batıdan alınmıştır. Eskiden Anadolu’da herkes aynı kaptan yiyip içerdi.

 

Burjuvazinin ve işçi sınıfının modern anlamda oluşmadığı, gerçek anlamda sermayenin, şirketleşmenin, meta üretiminin bulunmadığı, sigortacılığın, ulusal pazarın gelişmediği böyle bir toplumda bu iki sınıf yoktu haliyle. Dolayısıyla modern sınıflara özgü değerler, kültürler de yoktu. Osmanlı’da siyasal partiler, sendikalar, iş hukuku yoktu. İllegal kurulmuş partiler var tabii: İttihat ve Terakki ve sonrasında Genç Osmanlılar var. Örgüt olarak siyasal partiler esas olarak 1908’den sonra ortaya çıkıyor. Değişik eğilimde siyasal örgütlenmeler olarak partiler ve dernekler burjuva devrimlerinin açılımı olan 1908’de ortaya çıkıyor. Anayasa, hukuk, modern devlet kurumları ondan sonra ortaya çıkmaya başlıyor. Osmanlı’nın hali bu.

 

Dolayısıyla böyle bir ülkede sol yok, sol kültür de yok. Osmanlı aydınları ne ile ilgilenmiştir? Prens Sabahattin’ler filan batıdaki dayanışmacı okullarla, liberal okullarla ilgilenmiştir. Prens Sabahattin’in adem-i merkeziyetçiliği liberal felsefeye dayalı batıdan alınmadır. Namık Kemal’ler de liberalizmle ilgilenmişlerdir. Osmanlı toplumunda marksizm ile ilgilenen aydın yoktur. Daha sonraları pozitivizm ile ilgilenilmeye başlanılmıştır. Pozitivizmin en temel ilkesi laiklik olduğu için pozitivizm bu çağı bilim çağı ilan ettiği için, ilk pozitivistlerden Ahmet Rıza, pozitivizmi din haline getirelim, diyor. Osmanlı aydınlarında tek geçerli felsefe pozitivizm olduğu için; bu felsefeyi yaygınlaştıralım, buna göre bir devlet kuralım, buna göre toplum düzeni oluşturalım, buna göre bir laiklik anlayışı geliştirelim, din ve devleti buna göre birbirinden ayıralım, diyorlar. Ziya Gökalp ise Durkheim’den solidarist (dayanışmacı) felsefeyi alıyor. Osmanlı aydınları büyük ölçüde pozitivizmle (Kemalizm de Cumhuriyeti pozitivist felsefe üzerine kurdu) ve ayrıca idealist felsefe, solidarizmle ve liberalizmle ilgileniyorlar. Kesinlikle Marksizmle bir ilgileri yok.

 

Bu  aydınlar bu felsefeleri de İslam çerçevesinde yorumlayıp İslam’la birleştirmeye çalışmışlardı. Çok sığ yorumlar yapmışlardır. Yorumlarının hiçbir felsefi derinliği yoktur. Öyle bir kültür, ekonomik, siyasi süreç, toplumsal hayat, sinema, tiyatro, üniversite, eğitim sistemi olmadığı için modern anlamda siyasal kurumlardan, siyasetten bahsetmek mümkün olmuyor Osmanlı’da. Osmanlı’daki sol sözde soldur. Hiçbir değeri, felsefesi olmayan, aforizmalar biçiminde etkilenme düzeyinde kalmış soldur. Bu aydınlar içerisinde sosyalizme ait bir eser vermiş aydın yoktur. Böyle bir toplumda sol kültür, gelenek olmadığı için, daha doğrusu bir burjuva kültür de olmadığı için modern anlamda bir burjuvazi-proletarya ayrımı da olmadığı için, kapitalizm gelişmediği, sermaye birikmediği için mesela Atatürk; kaynaşmış, sınıfsız bir kitleyiz, diyor. Kemalist kadrolar toplumu böyle görüyor. Ziya Gökalp de toplumu kaynaşmış kitle, olarak görüyor, sınıf yok, algı bu. Kemalizm solidarizmden, pozitivizmden etkileniyor ve Cumhuriyetin kuruluş felsefesi pozitivizm oluyor. Dine karşı tavır da bu pozitivist felsefe çerçevesinde geliştirildi. Pozitivizm sadece Comte’un değil, Kemalizmin, Cumhuriyetin kuruluş felsefesidir.

***

Dergi çevrelerinde solla ilişkili olmaya çalışanlar hep hapse atılıp, sürgüne gönderilmiş. Sola baştan beri bu ülkede hiç aman verilmemiş. Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği gibi: Bu ülkede marksistler, solcular kuduz köpek kovalar gibi kovalanmıştır sistem tarafından. En büyük tehlike, baş düşman olarak görülmüşlerdir. Cumhuriyetin kuruluş ilkelerinden biri -açıkça ifade edilmese bile- antikomünizmdir. Cumhuriyetin temel kimliğini, Türk milliyetçiliğini oluşturan ana etkenlerden biri anti-komünizmdir, sol düşmanlığıdır. Bu kısır ortamda o zamanlar Hikmet Kıvılcımlı, Kerim Sadi, Şefik Hüsnü ve Mustafa Suphi’ler bir şeyler yazmışlar. Kıvılcımlı da belirgin bir özgünlük arayışı var. Gerçekte bugünkü mücadeleye ışık tutan, toplumu ileriye götürecek sol bir perspektif yok, araştırma düzeyinde kalmış bilgiler var bu yazılarda.

 

Zaman içinde solun içine ajanlar yerleştirilmiş, sol dağıtılmış, tevkifatlara uğramıştır sol (27-51 tevkifatları gibi), işkencelerle sola izin verilmemiştir. Kırklı yıllarda sol partilere izin verilse de hemen kapatılmıştır. Sendikal haklara izin verilmemiş, grev hakkı verilmemiş, işçinin kendini sınıf olarak var edeceği çabalar hep engellenmiştir. (Alparslan Işıklı Sendikacılık ve Siyaset kitabında bu konuyu çok iyi anlatır.) Böyle bir toplumda sol düşünce olabildiği kadar haliyle aydınlar düzeyinde kalmış, işçiye-köylüye ulaşmamış. Örgüt bazında da böyledir. Mesela TKP bile tarihinde hiçbir zaman işçi sınıfının partisi olamamıştır. Aydınlar partisi olarak kalmıştır. Devlet ülkede baştan beri sola ağır baskı, şiddet uyguladığı için solun geçmiş yıllarda büyük mücadele geleneği yoktur.

 

Ne zaman ki Türkiye’de 1960’daki askeri darbeden sonra 61 Anayasası çıktı, bu anayasadan sonra grev hakkı, örgütlenme hakkı, basın kanunları değiştirildi ve böylelikle sol 61 Anayasası’ndan sonra nefes almaya başlayıp belli ölçüde legalize oldu. Belli faaliyetlerine izin verildi ve sol bundan sonra yavaş yavaş kitleselleşmeye başladı; sosyalizm dilden dile, dergilerle-broşürlerle, anlatılarla Türkiye’nin her yerinde duyulmaya, tartışılmaya başladı.

 

Özellikle 60’lı yıllarda batıda kapitalizme karşı gelişen feminist, anti bürokratik, anarşist, biraz da komünist yapılı isyancı öğrenci gençliği Türkiye’yi etkilemiş, aynı zamanda Vietnam Halk Savaşı’nın emperyalizme karşı başarısı, Latin Amerika’da Cephe şeklinde isimler alan Öncü Savaşı’na dayalı gerilla hareketleri, Afrika Ulusal Kurtuluş Hareketlerindeki gelişmeler Türkiye solunu etkilemiş ve hareketlendirmiştir. Türkiye’de aynı zamanda 60’lardan sonra kapitalizm özellikle Demokrat Parti ile birlikte hızla gelişmeye başlamış; sanayi dışında, tarım alanında da kapitalistleşme başlamış; Türkiye büyük ölçüde dönüşmüş, ülke yavaş yavaş yarı feodal kapitalizmin geliştiği burjuvazinin-proletaryanın ortaya çıktığı siyasi ve hak örgütlenmesinin ortaya çıktığı, eylemlerin yapıldığı bir ülke haline geliyor. Kapitalizm gelişiyor, sermaye büyüyor, sermaye birikimi hızlanıyor, tarımda kapitalizmin gelişmesi ile ağalık sistemi zayıflıyor. Türkiye, azgelişmiş, emperyalizme bağımlı kapitalist bir ülke olarak gelişmeler gösteriyor ve dünyadaki soldaki gelişmeler ülkedeki solu etkiliyor. Soldaki genel bürokratik sol anlayış (TKP-TİP) yerine daha özgürlükçü ve eylemci bir sol anlayış ortaya çıkıyor.

***

Bütün bu gelişmeler kitleselleşerek bir başarı sağlıyor ama bütün bunların yanında solun tarihine baktığımız zaman da sol örgütler tarafından örgütlenmiş yaygın eylemler yok. Tariş, Kavel, Profilo direnişleri, toprak işgalleri, üniversite işgalleri var ama sol tarafından örgütlenmiş büyük bir eylem yok.

Türkiye’de iki büyük kendiliğinden eylem ortaya çıkmıştır: 15-16 Haziran eylemi ve Gezi Hareketi. İkisinin de temel karakteri kendiliğindenci olmasıdır. Fabrikalarda 15-16 Haziran yasalara karşı (bunda biraz DİSK’in etkisi var) çıkmıştır. Bunların örgütlenmesinde sol örgütlerin iradesi yok; kendiliğindencilik var. Solun tarihinde kasabalarda direnişler olmuştur ama bunlar bir bütünlük kazanmamıştır. Hiçbir zaman sol, mücadeleyi belli bir potada eritip, bir kanala aktaramamıştır. Sol hep bir bölünme içerisinde olmuştur. Geleneksiz, kökleri zayıf bir sol olmuştur. 60’lı, 70’li yıllarda en büyük sorun, marksizmin-sosyalizmin yine aydınlar düzeyinde tartışıldığı ve kitlelere ulaşılmasında sorunlar yaşanmış olmasıdır.

 

Bu bağlamda baktığımız zaman da Türkiye’de marksist solun:

1- Sosyal bilimle bağı çok zayıftır,

2- Felsefe ile alâkası yoktur. (Korkut Boratav, Taner Timur, Server Tanilli gibi bazı sosyalist hocaları saymazsak, solun özgün bir araştırması yoktur kendi alanında. Bu hocaların araştırmaları Türkiye toplumuna ışık tutmak açısından önemli araştırmalardı.) 70’lerdeki sol dergilerde felsefe üzerine bir yazı bulamazsınız. Solun sanatla, felsefeylle bağı çok zayıftı. Felsefe alanında sol tek bir düşünür yetiştirememiştir.

3-Orhan Kemal, Ahmed Arif, Enver Gökçe, Nazım Hikmet, Arif Damar gibi bazı sanatçılar dışında sol büyük sanatçı yetiştirememiştir. Solun bu üçüyle; bilimle, felsefeyle, sanatla bağının güçlü olması lazımdır ama Türkiye’de solun bu üçü ile de ilişkisi çok az olmuştur.

***

Solun Türkiye’ye özgü teorik bir geleneği, bu alanda ürünleri olmadığı için sol hep yaygınlaşmış ama düşünce olarak cılız kalmış, derinlere kök salamamış ve özgünlük kazanamamıştır. Bu anlamda sol zayıftır, bugün de bu zayıflık halen devam ediyor. Türkiye solunun en büyük karakteristik sorunu teorik sığlığıdır. Bu geçmişte de böyleydi, şimdi de böyle. Ne 60’lı ne 70’li yıllar bu soruna çözüm getiremedi. Türkiye solu hiçbir zaman karmaşayı, teorik sığlığı, dogmatizmi aşamadı. Kerim Sadi’nin, Hikmet Kıvılcımlı’nın bu ülkenin orijinalitesine yönelik çalışmaları oldu ama o çalışmalar bugünü açıklayacak, teorik bütünlük sağlayacak, bugün yürünecek yolun taşlarını döşeyecek bilgiler değil. Dolayısıyla felsefesiz, sanatı biraz gelişmiş, sosyal bilimlerle bağı çok az olan, teorik sığlık içerisinde karakterize edebileceğimiz bir soldur Türkiye solu.

 

Bu kafa karışıklığ, bilgisizlik, bir anlamda cehalet, solun kaderini belirleyen en önemli etkenler olmuştur. Sol; teorik bütünlükten, felsefeden ve bilimden yoksun olduğu için, kendileri arasındaki basit sorunlardan mitoz bölünmelere uğramış, devamlı parçalanmış ve bu parçalanma devlet tarafından devamlı kışkırtılmıştır. Sol böylece, kolay lokma olmuştur. 70’lerde sol elli parçadır; ortada teori ve fikir olmadığı için parçalanma bölünme çok oluyor. Bütün bunlar solun Türkiye’de eylemlerinin parlamalar şeklinde olmasının, gerisinin gelmemesinin, bir bütünlüğe, bir kanala, bir hedefe yöneltilememesinin, kurumlaşamamasının, süreklilik kazanamamasının, gelenek, norm haline dönüşememesinin en önemli nedeni, bu bölünme ve parçalanmalardır. Bu parlamaların sönümlenmesi, ateşin devam etmemesinin nedeni de bu yöndeki eksikliklerdir.

 

Naim- 12 Mart Muhtırası ve 12 Eylül Darbesi’nde devletin solu kendisi için tehlike olmaktan çıkarması operasyonel olarak en fazla birkaç yıl sürdü. Ama bakıyoruz ki 12 Eylül’ün operasyonlarından bu yana kırk yıl geçti ve sol hâlâ kendine gelemiyor. Bu durumda solun kendi içinde bir sorunlar silsilesi, bir yetmezlik, beceri eksikliği vb. yok mu?

Öte yandan, genel olarak sağ kesime baktığımızda, bu 200 yıllık süreçte, sağ cenahın; faşist, İslamcı, muhafazakâr, liberal vs. örgütlenmeleri devlet desteğiyle de olsa mevzilerini genişletmişler. Bu genişlemeyi salt devlet desteğine bağlamak körlük olmaz mı? Beğenmediğimiz bu sağ cenahın ekipleri aslında solun boş bıraktığı alanlarda cirit atmıyorlar mı? Hayat boşluk kabul etmiyorsa, devrim yapmaya niyetlenilen ülkeyi tanıma, doğru teori, doğru örgütlenme ve doğru önderlik zorunludur desek, kimse itiraz etmez de niye 200 yıldır hep sadece parlamalar düşüyor hissemize? Ülke mi çorak, sosyalist hareket mi?

Şartlara uymayan taklit teoriler ve ekipler arası gizli yarışlarla yürütülen mücadele aynı zamanda  bugünlere gelinen yolun taşlarını döşemedi mi?

Biliyoruz ki toplumsal hareketlerin ve siyasal hareketlerin yaptıkları-ettikleri sadece oldukları dönemi kapsamaz. Bu hareketlerin elbette dönemlerinde yaptıklarıyla kayıpları-kazanımları oldu ama o hareketlerin kendi dönemlerinde yaptıklarının-yapamadıklarının bugünlere sirayet eden olumlu-olumsuz sonuçları da oldu ve olmakta. Kuşaklar sahneden çekilse de etkileri sürüyor…

 

Cengiz- Az önce Türkiye’de solun neden parlamalarla kaldığını, belli bir yapıda kurumsallaşamadığını, gelenek oluşturamadığını, belli bir yapıda süreklilik sağlayamadığını, dünya bağlamında etkileşim süreçleriyle değerlendirmiştik.

 

Şimdi bu soruya gelince… Türkiye’deki egemen sınıfların, devletin ideolojisinin bir kimliği var: anti komünizm, sol düşmanlığı. Türkiye tarihine baktığımız zaman sol düşmanlığı özellikle Sosyalist Sistem’in ortaya çıkmasına bağlı olarak çok daha acımasız bir hale geliyor. Soğuk Savaşın en sert yaşandığı ve Anti-Komünizmin histerik bir biçimde en çok yaşandığı ülkelerden birisi Türkiye oldu. Türkiye’de yazarları hapse atmak, işinden etmek, sürmek gibi cezalar uyguladılar. Bundan amaç, solun canlanmasını önlemekti. 61 Anayasasından sonra belli bir yumuşama oluyor. 61 Anayasasının yarattığı boşluklardan 141-142’ye rağmen sol örgütlenmeler yapılıyor. Marksizm bir ölçüde legalize oluyor. Marksist düşünceye belli çevrelerden bir ilgi oluyor. Tüm olumsuzluklara karşın sol belli bir gelişme gösterip kitlelere ulaşıyor, işçiye, köylüye, esnafa, öğrencilere, kadınlara, memurlara belli ölçülerde sol düşünce ulaşıyor. Egemen sınıflar bundan rahatsız oluyor. Özellikle 68 gençlik hareketleri, işçi-köylü hareketleri korkuyu pekiştiriyor.

 

Egemen sınıflar bu korkularının giderilmesi için 12 Mart’ı gerçekleştiriyor. 12 Mart’ın gerekçelerinden en önemlisini cuntanın başındaki general Memduh Tağmaç ifade etmiştir: sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı. Türkiye ekonomisinin, kapitalizminin gücü bunu karşılamaya yetmiyor. Sosyal uyanış burjuvazinin egemenlik gücünü sarsacak seviyeye geldi, diyor. Bunu durdurmak gerekiyordu ve bu 12 Mart’ın gerekçesi oldu. Bu gerekçe de anarşi ve terörü durdurmak şeklinde kılıflandı. Aslında asıl amaç uyanışı engellemekti, aydınlanmayı, sosyalist fikirlerin kitleler içinde yaygınlaşıp belli bir örgütlenme gücüne ulaşmasını engellemek ve egemen sınıfların egemenlik sistemini tehdit edecek her türlü tehlikeyi bertaraf etmek, egemen sınıflar için dikensiz gül bahçesi inşa etmek biçiminde düşünüldü ve onun için 12 Mart yapıldı.

 

12 Mart ve 12 Eylül’de bütün amaç sömürüyü kısıtlayacak, egemen sınıfların tahakküm gücünü tehdit edecek her türlü tehlikeyi savuşturmaktı. Egemen sınıflara göre tehdit o zamanlar irtica idi. O boş bir tehditti, aldatmak için kullanılan bir değerlendirmeydi, asıl tehlike soldu. 12 Mart ta, 12 Eylül de  solu bastırmak, sol örgütleri dağıtmak, sosyalizm fikirlerini yaşatmamak için yapıldı. 12 Eylül’de aynı zamanda filmler, kitaplar yakıldı. Aynı şeyi Almanya’da Hitler yapmıştı. Sol yayınlar yasaklandı, yayınevleri engellendi, kapatıldı. Tüm bunlar o zamanki Soğuk Savaş döneminde oldu.

 

Tüm bu zulümler, hukuksuzluklar yapılırken, bunun yanı sıra kendileri için tüm bu tehlikeleri durduracak bir dalgakıran arandı. Bu dalgakıran İslam’dı. Tarikat liderleri ile görüşüldü. Zamanın MİT müsteşarı Fuat Doğu, Fethullah Gülen’i çağırarak bu dalgakıran görevi ona verildi. Bu görevlendirmenin, örgütlenmenin temelini İzmir’de Fuat Doğu atıyor. Solu durdurmak için din duvar olarak kullanılıyor. Halkın saf inanışları, dini inançları kullanılarak solun kitleselleşmemesi, sol düşüncenin yayılmaması için İslami düşüncenin, şeriatçıların önü açılıp onlara büyük örgütlenme alanı tanınıyor. Vakıflar, dernekler, tarikatlar geliştiriliyor. Bunlar gelişerek holdingleşiyor. Bunlar sadece inanç örgütü değil, bunlara ekonomiden büyük paylar veriliyor ve bu şekilde sisteme dahil ediliyorlar, sistem kendini bu şekilde güvenceye alıyor. Bunlar özel mülkiyetçi, kapitalizm ve emperyalizm yanlısı düşünce akımları olduğu için destekleniyor ve sistem bunların gücüyle kendini korumaya çalışıyor. Dincilik, gericilik üzerinden bir kitleselleşme yaratılıyor. Bunu büyük ölçüde gerçekleştiriyorlar. Türkiye’de dini amaçlı faaliyet gösteren 16.000 civarında dernek var. Televizyon, yayınevi, dergi, gazete hep bu gericililiği yaymak, aydınlanma düşüncesini, laikliği, çağdaş toplum değerlerini engellemek, toplumu cahilleştirmek istiyorlar. Toplumdan bilimi, sanatı, felsefeyi kovmak amacıyla, İslami örgütlerle egemen sınıfları güvence altına almak için yapılıyor bütün bunlar. 12 Eylül toplumu dinselleştirmek, tekrar İslamileştirmek, devlette dinin etkisini artırmak, dini bir inanç olmaktan çıkarıp egemen sınıfların bir yönetim ideolojisi haline dönüştürmek istiyorlar. Siyasal İslam dediğimiz olay bu zaten.

 

Sistemi güçlendirmek, toplumu devletin yanına çekmek, ezilenleri egemen sınıflara boyun eğdirmek, biat ettirmek, sadaka, sosyal yardım yöntemleri ile kayırmacılıkla devlette liyakatı kaldırmakla oluyor bunlar. Devlete itiraz etmeyen, biat eden, yarı meczuplaştırılmış cahil bir kitle yaratılıyor, düzenden yemlenen bir kitle yaratılıyor.

***

Egemen sınıfların tarihten aldığı dersler var. Kendi düzenini garantiye almak, daha tehlikesiz, alternatifi olmayan düzen haline getirmek için bunlar yapılıyor. Kenan Evren 12 Eylül’de; Ben hoca çocuğuyum, deyip ayet okurdu alanlarda. Dinselleşme 12 Eylül ile başlatıldı. Siyasal İslam’ın yolu o zaman açıldı. Bunu meydanlarda alenen yaptılar. Bu daha sonra devam etti. Özal, ikide bir, Allah’ın ipine sarılın, derdi. Allah’ın ipi Kur’an’dı. Dine sarılın diyor. Özal, Bir elinde Kur’an bir elinde bilgisayar olan bir gençlik, istiyordu. Çocuk modern olacak, teknolojiyi bilecek ama sisteme karşı gelmemesi için de bir elinde Kur’an olacak. 12 Eylül geçti ama bu dinselleşmenin yolu kapanmadı. Egemen sınıflar 12 Eylül öncesinden büyük ders aldı. Yalçın Küçük bir yazısında, ABD istihbarat çevreleri Türkiye’yi komünizmin kucağına düşmüş bir ülke, olarak görüyorlardı diye yazmıştı. Bir daha bu kucağa düşmemek için operasyon Kenan Evren’in cunta dönemi ile kalmadı, ondan sonra da devam etti. Bu egemen sınıfların operasyonuydu. Devleti alabildiğine gericilleştirmek, laik, Kemalist, pozitivist devlet ideolojisi yerine İslami, gerici bir ideolojiyi devlete enjekte ederek devletin ideolojisini değiştirmek; bu operasyonla bu büyük ölçüde başarıldı. Devlete her ne kadar Cumhuriyet deniliyorsa bile devleti yöneten ideoloji laik, pozitivist, Cumhuriyeti kuran Kemalist bir ideoloji değil; tam tersine, Orta Doğu’dan, İran’dan, Arap ülkelerinden alınma bir siyasal İslam ideolojisidir, İhvan ideolojisidir, Müslüman Kardeşler ideolojisidir. Türkiye’de bu dönüşümden devlet rahatsız olmuyor. Son seçimlerdeki devletin tavrı, bütün gücüyle seçime girmesi ve siyasal İslamcılara kazandırmasının altındaki neden de bu. Operasyon devam ediyor. Toplumla devlet arasında kurulacak bağların organlarını, kurumlarını, formlarını değiştirmek; daha itaatkâr, hak aramayan, bilinçsiz, cahil bir toplum yaratmak için bütün bu operasyonlar sürdürülüyor. Bu büyük operasyonun en büyük kaybedeni de sol oldu. Yani devlet bu operasyonu yaparken, diğer büyük operasyonunu da sola yaptı. Bütün bunların nedeni solu alternatif olmaktan çıkarmak için solun başına çorap örmek içindi. Solun başına çorap örmek sadece işkence ile terörle, idamlarla, faili meçhullerle değil, aynı zamanda siyasal İslamı, dini kullanarak da solun önü kesilmeye çalışıldı. Bunlar egemen sınıfların marifetleri… Bunlar hep oldu. Sol bunları göğüsleyebildi mi? Göğüsleyemedi. Solun bunları göğüsleyecek bir fikri yoktu, bir siyasi hareketi yoktu, bu aygıtlar 12 Eylül ile dağıtılmıştı, solun Türkiye’de yayılması durdurulmuştu, sol dernekler, yayınlar yasaklanmış, kısıtlanmıştı.

 

Sol devamlı baskı altında iken öbür taraftan sağcılara, şeriatçılara, faşistlere alabildiğine olanak tanındı, devlet kademelerinde yükseldiler ve büyük teşvikler yapıldı. Egemen sınıflar dengeyi böyle kuruyor. Egemen sınıflar tüm bunları yaparken, sol bunları önceden göremedi, böyle bir öngörüsü olmadı. Solun buna karşı bir hazırlığı yoktu. Solun bu siyasal İslam’ın seçenek haline gelmesini engelleyecek ne bir geleneği, ne de kuramsal bilgisi, düşüncesi, perspektifi vardı. Sol bunu öngörse bile bunu örgütleyecek bir örgütsel gücü yoktu. Sol örgütler dağıtılmıştı ve sol örgütler 12 Eylül’den sonra kendilerini var edemediler, yaygınlıkla kitleselleşemediler. Sol,  kendini üretemedi, bu hastalıklarla hesaplaşamadı; bir teorik hat belirleyemedi, yeni perspektif, strateji geliştiremedi, süreci yeniden bir program haline getiremedi, böyle bir siyasi aygıt yaratamadı, eski kalıpları aşıp kendisini yeniden üretemedi, tekçi, tekkeci, eski fraksiyoncu anlayışları değiştirecek bir siyasal kültür oluşturamadı. Yeni dönemin çağdaş, solun ahlakına yönelik bir girişimde bulunmadı, toplumdaki hareketi önceleyemedi. Örneğin Türkiye’deki ekolojik hareketi, çevre hareketi ve kadın hareketi soldan etkilenmesine rağmen kendi başlarına geliştiler. Sol inisiyatifini, iradesini, örgütsel gücünü kaybetti. Bütün bu kayıplara çözüm bulacak bir atılım da yapamadı. Bütün bunların toplamının sonucu olarak sol böyle bir sonuçla karşılaştı. Bu açmazdan kurtulmanın, fasit dairenin dışına çıkmanın, bu çözümsüzlüğü aşmanın bir tek yolu var; bütün bunları aşacak, bütün bölünmüşlüğe, yozluğa, namussuzluğa, geleneksizliğe son verecek yeni bir kültür oluşturmak!

 

Türkiye’de solun, sosyalizmin yeni bir kültürü olmalı. Artık eski bakışlarla, yazılanlarla bu işler olmuyor, olsaydı şimdiye kadar olurdu. Artık onların devri kapandı, onlar tarihte yerini aldı, tarihte onlar anlamlı. Onlar bugüne ışık tutan bilgiler, teorik analizler değil. O aşılmalı. Türkiye’de yeni bir teori, yeni analizler, yeni bakış açıları, yeni felsefe, perspektifler, yeni sanat ve ahlak anlayışı geliştirilmeli. Sol teorik ve sosyal ilişkiler anlamında kendini baştan sona yenilemeli. Sol kendini gençleştirmeli, hayatın her alanında yenilenerek kendine gençlik aşısı yapmalı. Sol ya bu gençlik aşısını kendine yapıp dirilecek, gürbüz bir güç haline gelecek ya da eski kalıplar içinde kalarak marjinalliğe mahkum olacak ve hiçbir etkinlik gösteremeden cılız bir ses olarak bir hatıracılar topluluğu olarak kalacaktır.

 

***

Niye sağcılar bu kadar güçlü? Bu toplumun geçmişinde bin yıl İslam var. Selçuklu da, Osmanlı da İslam’la yönetildi. İslam bu ülkede devleti yönetmenin temel araçlarından birisi olmuş. Osmanlı teokratik, monarşik bir İslam devletidir. Osmanlı’da şeriatçı olmayan hukuk vardır ama Osmanlı da dini kullanarak yönetilmiş teokratik bir devlettir; laik bir devlet değildir. Bin yıllık İslam geçmişi, devletin din ideolojisiyle yönetilmesi ve İslam ideolojisinin devleti yönetmenin temel ideolojisi olması, hem Selçuklu’dan, hem Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras olarak kalmıştır. Yüzlerce yıldır tarikatlarla, tekkelerle, zaviyelerle toplumun sürekli İslami çerçevede tutulması, İslami değerlerin aktarılması, İslam’ın büyük kültürel mirası Anadolu’da bugün hâlâ canlılığını korumakta, etkinliğini sürdürmektedir. Hem devlet hem toplum İslam’ın kültürel mirasçısıdır. Dolayısıyla bir gelenek, kültür, ona uygun bir yaşama biçimi vardır Anadolu’da ve devlet hayatında.

 

Laiklik, bunu kırmak için uğraştı ama tam başarı sağlayamadı. Laikliğin süreç içinde gücü kırıldı. Geleneksel güçler modern güçleri büyük ölçüde tasfiye etti ve iktidarı ele geçirdiler. Şimdi bu niye oluyor? Marks’ın bir sözü vardır Alman İdeolojisi’nde: Bir toplumun egemen fikirleri egemen sınıfların fikirleridir. Türkiye’de egemen sınıflar baştan beri dinle yönetiyor. Bu zincir Cumhuriyette tam kopmadı. Cumhuriyet bunu değiştirdi, dinin devlet üzerindeki etkisini ikinci plana attı. Devleti dini ayırmış göründü ama diğer taraftan Şeyhülİslamlığın yerine  Diyanet İşleri’ni kurarak dini kontrol altına aldı.  Her ne kadar lafta din-devlet birbirinden ayrılmış olsa da, devletin dini İslamdır maddesi anayasadan çıkarılmış olsa da pratikte devletle din iç içe oldu.  Bunun en basit örneği Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Diyanet İşleri Başkanlığı özerk bir kurum değil, devlet kurumudur. Amacı da devletin güdümünde dinle toplum arasında bağ kurmaktır. Devlet toplumla ideolojik bağını Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kullanarak kurguluyor.

***

Sağcıların çok güçlü olması toplumun büyük ölçüde bunları tercih etmesi, sağcıların zekasından, yeteneğinden kaynaklanmıyor. Toplumun geleneği bu. Devlet, toplum ve egemen sınıflar bu ideoloji üzerinde var olmuş ve yürümüşler. Topluma bu ideoloji enjekte edilmiş. Dolayısıyla bunların hazır bir ideolojisi var. Yasaklanmayan, devlet tarafından korunan ve devlet tarafından bazen Türkçülük, bazen dincilik olarak kullanılan bir ideolojik geçmişi var bunların. Devlete bağlı grupların içerisinde bu ideoloji egemen olarak var zaten. Devlet bu ideolojinin teşvikçisi, destekçisi, geliştiricisi, yayıcısı. Bu işin merkezinde devlet var. Dolayısıyla devletin ve devlete bağlı kurumların devlet ve ittifak içindeki egemen güçlerini, egemenliklerini korumak, ittifaklarını sürdürmek, düzeni garantiye almak için Selçuklu ve Osmanlı’da var olan bu geleneksel değerleri, İslam’ın kültür mirasını, inanışları, yaşam biçimini, aydınlanma, modernite, laiklik karşıtlıklarını kullanarak bu güç geliştirildi. Bu gücün gelişimine bağlı olarak devletin ideolojisi değiştirildi. Laik, pozitif, aydınlanmacı ideolojiden vazgeçildi, yerine geleneksel Osmanlı Selçuklu ideolojisi monte edilmeye çalışıldı ve bunun teorisi geçmişte Aydınlar Ocağı çerçevesinde dile getirildi, orada teorileştirildi, buna Türk İslam Sentezi denildi. Devlet bunu kabul etti. 12 Eylül’den beri devletin ideolojisi bu oldu.

***

Türkiye’de solun cılız olmasının nedeni sadece 12 Eylül’ün başarısı değil. Dünyada da sol cılız. Çünkü kapitalizme alternatif olarak görülen Sosyalist Sistem büyük bir gürültüyle çöktü. Bunun yarattığı dünyayı alt üst eden sonuçları oldu. Sosyalist Sistem’in yıkılışının dünyada yarattığı şok etkisi dalgalar halinde devam ediyor. Türkiye de bu dalganın içerisinde. Türkiye’de solun 12 Eylül’de dağıtılması, dünyada Sosyalist Sistemin çöküşü ve küreselleşme içinde solun cılızlaştırılması, solun izole edilmesi, eski barbarlığın, mitosların canlandırılması da etkili oldu. Türkiye’de bu sorunları aşmak yerine sol neden kitleselleşemiyor, işçi sınıfıyla bağ kuramıyor, teorik sağlamlığa ulaşamıyor, önderlik iradesi yaratılamıyor; bütün bunlar solun önünde sorun olarak duruyor. Böyle bir akıl, düşünür, bilge de yok. Bütün bunlar solun yoklukları.

***

Bütün bu cılızlıklar ortada dururken, bir de sol kendi içerisinde yozluklara uğradı, bir sürü insan afalladı, yolunu şaşırdı. Örneğin, geçmişte çağdaş sosyalizmin Türkiye’deki temsilcisi olarak kendini lanse eden Birikimciler, siyasal İslam’ın yedeğine düştü. Siyasal İslam Kasım 2002’de iktidara gelince, “Muhafazakâr Demokrat İnkılâp” diye onları selâmladılar ve Birikim’in en başındaki bir numaralı adam AKP’ye oy verdiğini itiraf etti ve AKP’nin yaptıklarından dolayı da “Helâl AKP” dedi. AKP’nin yapıp ettiklerine helâl AKP diyen Birikimci önderlik vardı. Medine Sözleşmesini (vesikasını) kapak yapıp yayınlayan, Gülen Cemaati’nin özel sayısını çıkartan, AKP’nin iktidara gelişini muhafazakâr inkılâp diye selâmlayan, AKP’ye oy verdiğini söyleyen, AKP’nin yaptıklarına helâl AKP diyen sol liberal bir sapma vardı.

 

Türkiye’de egemen sınıflar sadece gericilikten, bilinen faşist güçlerden, muhafazakârlardan güç almadı, aynı amanda solun içerisinden devşirdiği, değişik şekillerde, değişik yöntemlerle düzene dahil ettiği, düzenin yedeği haline getirdiği sol bozulmalardan da örneğin Birikim tipi, Aydınlıkçı PDA gibi bozulmalardan da destek aldı. Onlarla kendini meşrulaştırdı. Örneğin AKP’nin meşrulaşmasında, ilk başlarda kendi medyası olmadığı için, en büyük meşrulaşmayı sağlayan, AKP’nin önünü açan; “bunlar  bildiğiniz şeriatçı değil, bunlar tehlikesiz, bunlar şık-modern giyinen,  modern insanlar”  biçimindeki cilâlamalarla onların önünü açan, onlara modern, reformist sağ güç deyip, buradan bir demokrasi bekleyen, Hristiyan demokratlar gibi bir Müslüman Demokratlar Hareketi olarak gören bir yanlış algı vardı bu sol liberal anlayışta. İşte bunlar onları böyle meşrulaştırdılar.

 

Türkiye’de siyasal İslamın meşrulaşmasında, ideolojik güç haline gelmesinde, bu sol liberaller tarafından, korkulacak bir güç değildir, noktasına getirilmesinde İslamcıların kendi aydınlarından daha çok soldan devşirme sol liberal aydınların ihanetleri vardır. Abant Toplantıları da bunun örnekleri ile doludur!

***

Türkiye’de solla konuşurken söylediklerinin çoğunun bir yerden alınma olduğunu bilirdik. Türkiye’de sol; Enver Hocacıydı, Stalinciydi, Dimitrovcuydu, Gramsciydi (eski liberaller). Türkiye solunda hep birinden alınmadır söylenenler, fikirler. Türkiye solunun en büyük sorunlarından biri de kendi kavramlarını üretememesidir. Dünya soluna Türkiye solunun hiçbir teorik katkısı yoktur. Kavramlarını üretememiş, Türkiye gerçeklerine uygun orijinal devrim teorisini üretememiş, bugüne dek ciddi biçimde Türkiye’nin sosyo psikolojik yapısını derinlemesine analiz edememiş, teorik sığlık içerisinde kalmış, kendine bir yol çizemeyen, bir yapıya, karaktere sahiptir sol.

 

Türkiye’de kavramlar ve teoriler orijinal olmadığı için hep batıdan alınmıştı Osmanlı aydınları gibi. Sosyalizm marksizm Türkiye’ye ait bir ideoloji değildir. Bu da batıdan gelmiştir diğerleri gibi. Batıdan gelirken bu kavramlar Türkiye’ye dönüştürülememiş, uyarlanamamış; olduğu biçimiyle alınmış ve kullanılmıştır. Bu durum, bu kavramları topluma açıklamada zorluklar yaratmıştır. Bunlarla toplum açıklanamamıştır. Bunu aşmak için Kerim Sadi’nin bir çabası olmuş. Kerim Sadi, Hikmet Kıvılcımlı ve Mustafa Suphi’nin marksizmi bu topraklara yerleştirmek, bu toprakların marksizmini yaratmak çabaları olmuştur. Doğru düşünceyle hareket etmişler ancak sonuca ulaşamamışlardır. Çünkü kavramların felsefesini değerlendirememişlerdir.

***

Türkiye’de sol kendi kavramlarını üretemediği için batı taklitçiliği diyebileceğimiz bir biçimde dünya devrimci hareketinden faydalanmıştır. Sovyetik, Orta Yolcu (THKP-C kökenliler), Maocu gruplar olsun, bütün kullandıkları kavramları, temel konuları, örneğin emperyalizm, kapitalizm, faşizm, parti, kadın… gibi konularda bütün kavramları batıdan almışlardır. Kendi kavramları yoktur. Bu anlamda sol, Türkiye’de yaratıcı değildir.

 

Türkiye’de geleneksel TKP geleneğinin ve Hikmet Kıvılcımlı’nın dışında genç kuşakta teorik bir gücü olan Mahir Çayan  vardı sadece. Mahir Çayan’ın kavramlarına baktığımız zaman, örneğin Suni Denge, Evrim Devrim Aşamaları İç İçe,  Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi, Emperyalizmin 3. Bunalım Dönemi, hep Batı kavramlarıdır. Örneğin, Üçüncü Bunalım Dönemi kavramı Ermeni kökenli Sovyet iktisatçı A. Arzumanyan’ın kavramıdır; Suni Denge, Che Guevara’nın kavramıdır; Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi, J. Quartum’un kavramıdır; Emperyalist Entegrasyon kavramı J. Quartum’un  Regis Debray ve Brezilya Devrimci Hareketi kitabında vardır; Türkiye ordusu savunma ordusu olmaktan çıkmış, halk ayaklanmalarını bastırmak için bir iç savaş ordusu haline getirilmiştir, tezi Paul Sweezy’nin Kapitalizm Nereye Gidiyor? kitabında anlattığı, Latin Amerika için kullandığı bir tezidir.

 

Mahir Çayan’ın tezleri, oradan buradan alınıp kolajlanmış, eklektik bir yapıya sahiptir. Ayrıca kendine ait kullandığı bir tek kavramı yoktur. Mahir Çayan’ın kullandığı kavramlar özellikle Latin Amerika solundan alınmıştır ve bunlar kendisinde eklektik bir karakter kazanmıştır. Türkiye’de devrimci hareketin bir dönem hareketlenmesine, ışık tutmasına rağmen soldaki gelişmeler karşısında yetersiz kalmıştır ve bugün Kesintisizler aşılmıştır. Tezlerinin eklektik karakteri ortaya çıkmıştır. Artık bundan sonra Mahir Çayan’ın Kesintisizler’inde teorize ettiği görüşlerle yol almak mümkün değildir. Kesintisizler gibi teorileri artık tarihe havale etmenin zamanı geldi.

 

Yeni şeyler söylemek, yeni kavramlar üretmek, yeni bakış açılarını geliştirmenin tam sırası şimdi. Bu yeni dönemde, yeni şeyler söyleme sürecinde Kesintisizler’in kavramlarına ihtiyaç olmayacak, çünkü Kesintisizler’in kavramları bugünü açıklayan kavramlar değil. Bu dönemde yeni kavramlar gerekli, yeni algılar, yeni çözümler, yeni formülasyonlar, yeni ifadeler, söylemler gerekli. Kıvılcımlı’nın, Kesintisizler’in hükmü kalmamıştır bugün. Bunlar tarihsel hükmünü kaybetmişlerdir. Kesintisizler’de formüle edilen tezlerin yanlışlığı hayat tarafından kesinlikle ortaya çıkarılmıştır ve bugün Kesintisizler’de ifade edilen Çayan teorisi Türkiye gerçeklerine uymayan, gerçeklerden, hayattan kopuk, bilimsellikten uzak teorilerdir. 12 Eylül sonrasındaki gelişmeler de bunun yanlışlarını kanıtlamıştır.

 

70’li yıllarda çeşitli engellerden dolayı bunların yanlışlığı tartışılamadı. Ama bugün yanlışlığı bariz şekilde ortaya çıkmış tezler toplamıdır. Bugün Türkiye pratiğinde Kesintisizler’in hiçbir teorik geçerliliği yoktur.

 

Sol liberal Birikimcilerin ve Kesintisizler’in Türkiye’de sosyalist hareketin yenilmesinde anlattığım nedenlerden dolayı direkt değil ama dolaylı etkileri olmuştur. Niyetleri öyle olmasa da ulaşılan sonuç bu olmuştur.

 

Ayrıca biliyoruz ki cehennemin yolu da iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir.

16 Ekim 2023

 

 

 

Tags: #marksizmBurjuvacengiz türüdükapitalizmNaim KandemirSOlSol muhalefet
Previous Post

Abhazya Parlamentosu’nun Açıklaması (1997/ARŞİV)

Next Post

Biden: Gazze işgali büyük hata olur.

Next Post
Biden: Gazze işgali büyük hata olur.

Biden: Gazze işgali büyük hata olur.

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Güncel Haberler

Suriye’nin Süveyda kentinde çatışmalar sürüyor: 600’e yakın kayıp, İsrail onayıyla ordu yeniden bölgede
Manşet Haberler

Suriye’nin Süveyda kentinde çatışmalar sürüyor: 600’e yakın kayıp, İsrail onayıyla ordu yeniden bölgede

19/07/2025
Türkiye, Lahey Grubu’nun İsrail’e yaptırım paketine imza atmadı
Dünya

Türkiye, Lahey Grubu’nun İsrail’e yaptırım paketine imza atmadı

19/07/2025
TBMM’de “Süper Talan Yasası”nın ilk 19 maddesi kabul edildi
Manşet Haberler

TBMM’de “Süper Talan Yasası”nın ilk 19 maddesi kabul edildi

19/07/2025
ABD’den Hizbullah’a silahsızlanma planı
Dünya

ABD’den Hizbullah’a silahsızlanma planı

19/07/2025
Abdülkadir Selvi Tülay Hatimoğulları’nı Neden Hedef Gösterdi? Ya da İktidarın Makbul “Kürt Siyaseti”…
Manşet Haberler

Abdülkadir Selvi Tülay Hatimoğulları’nı Neden Hedef Gösterdi? Ya da İktidarın Makbul “Kürt Siyaseti”…

18/07/2025

Arşivler

  • Yazarlar
  • Hakkımızda
  • Künye
  • Reklam
  • İletişim
  • Söyleşi / Podcast
  • Kitap Önerileri
  • Öykü
  • Manşetler
  • Dosyalar
  • Arşiv

© 2024 Sonhaber / Bağımsız, doğru , gerçek habercilik

No Result
View All Result
  • ANA SAYFA
  • İSVİÇRE
  • TÜRKİYE
  • DÜNYA
    • AVRUPA
    • ORTADOĞU
    • ASYA
    • AMERİKA
    • AFRİKA
  • YAZARLAR
  • POLİTİKA
  • EKONOMİ
  • SÖYLEŞİ
  • YAŞAM
    • EĞİTİM
    • SAĞLIK
    • KADIN
    • LGBT
    • EMEK DÜNYASI
    • Podcast / Röportaj
  • SANAT
  • BİLİM
  • EKOLOJİ
  • FORUM
  • Languages

© 2024 Sonhaber / Bağımsız, doğru , gerçek habercilik