Sosyal psikoloji ve amaca yabancılaşma
demişti Enver Gökçe.
On yıllar öncesinden,
Sevmenin, insanları ve hakikati öğrenmenin
Bedeline işaret etmişti…
Sanki daha o günden
Bugünün tatlı su balıklarını,
Çalışmadan yorgun, hayata dargın,
Sevdada bile azla yetinecek kadar bezgin
insanlarını görmüştü…
Yabancılaşmaya dair “anahtar bakış”
Yabancılaşma, Karl Marx sosyolojisinin, felsefesinin ve ekonomi-politiğinin temel kavramlarından biridir. Bu kavrama teorik bir çerçeve kazandıranın Marx olması sebebiyle, Marx’ı yok sayan bir tanımlama eksik kalır. Marx sosyolojisi, kapitalist iktisadî düzen ve sınıf ayrımının birey üzerindeki etkisini açıklayabilmek için bu kavrama başvurur. Yabancılaşma kavramının bu sosyolojideki rolü ise işçi sınıfının kapitalist düzen içerisindeki “bozulma”sına işaret etmektir. Öte yandan “yabancılaşma” Marx’ın sosyolojisinde karşımıza iki biçimde çıkar. Birincisi; insanın mevcut doğa dışında kendisine bir başka doğa kurgulayarak doğaya yabancılaşmasıdır; doğadan kopmasıdır. İkinci tür yabancılaşma ise insanın kendi emeğine, dolayısıyla da kendine, kendi doğasına, kendi varlığına, üretimlerine ve çevresine yabancılaşmasıdır.
Marx’tan önce de sonra da yabancılaşmaya değinildi, çok şey yazılıp söylendi ancak Marx, kavramı “emeğin yabancılaştırılması” ile ilişkilendirerek, sınıfsal bağlamı kurmuş, tüm zamanlara özgü bir perspektif, bir “anahtar bakış” oluşturmuştur.
Marx’tan sonra süreç işlemeye, kapitalizm derinleşip kapsam büyütmeye devam etmiş, buna paralel olarak yabancılaşma da çeşitlenerek yaşamın her kesitinde etkili olma aşamasına gelmiştir. Marx’ı doğru yorumlayanlarca önemli bir eşik kabul edilen “1844 El Yazmaları”ndan yaklaşık 100 yıl sonra Lefebvre, 1947’de Gündelik Hayatın Eleştirisi’ni yazar ve Marx’tan sonra kapitalizmin işlemeye devam eden bozucu etkisinin boyutlarına dikkat çeker. “Gündelik hayatın tüm düzeylerinde” yabancılaşmanın karşımıza nasıl çıktığını anlatır. Benzer bağlamda Oscar Wilde, ondan çok daha önce, “gündelik hayatın sığlıklarının dışına çıkmayı” önerir.
Yabancılaşmayla ilişkilendirilerek anlatılan içten fethetme, bozma ve hatta çürütme etkinliğinin devam ettiğini, özellikle son 50 yıllık kesitte hız kazandığını düşünürsek; gelinen aşamada neoliberal süreçte “halkın nasıl çözüldüğünü” (W. Brown), karakterin nasıl aşındığını (R. Sennett), kamusal insanın nasıl çöktüğünü (R. Sennett), akışkanlığın ortaya nasıl bir neoliberal birey çıkardığını (Z. Bauman) incelersek; bugün pek çoğumuzun yanıtlamakta zorlandığı sorulara doğru yerde ve doğru biçimde yanıt arama şansı olur.
Amaca yabancılaşma
Bu alanda yapacağımız düşünsel seyahat, sosyal psikolojiye de toplumsal normlara da ahlak vb. konulara da uzanacaktır. Daha da önemlisi konumuz gereği genel olarak mevcut toplumsal bozulmanın, ölçüsüzlük ve savrulmanın; yani amaca yabancılaşmanın nasıl kapsam büyüttüğünü, risklerini ve nereye-nasıl yansıdığını inceleyeceğiz.
Konu gerçekten, hakkı verildiği oranda boyutlanan nitelikler içeriyor. Örneğin bir doktorun hastasını yanlış ameliyatla öldürmesinden, bir mühendis ve mimarın yaptığı binanın çökmesinden, bir devrimcinin bırakalım sistemi değiştirmeyi, “tek yol milletvekilliği” diyerek ve bunun için sınıf karşıtlarını taklit dahil her yola başvurarak vekilliği bir ticari metaya dönüştürmesinden söz ederek “amaca yabancılaşmayı” ele almak mümkün.
Sorularla devam edersek: Araçlar nasıl amacın önüne geçti? Günlük maişet derdi nasıl ve neden devrimsel ufku baskılar hale geldi? Sistemin gündelik mıknatıslarına direnç neden bu denli zayıf düştü? Hemen tüm dünyada bu noktaya nasıl gelindi? Bunun arkasında neler ve kimler var? Sebeplerini nerede arayacak, bunu nereden ve nasıl okuyacağız? Toplumsal olarak nasıl değiştireceğiz? Bireysel olarak kendimizi nasıl değiştirip buna karşı nasıl direneceğiz? gibi bir yığın soru sormak mümkün.
Albert Camus’un “Umutsuz edebiyat sözü birbirini tutmayan iki sözdür. Çünkü edebiyat olan her yerde umut vardır.” ifadesiyle benzerlik kurarak söylersek; “bireyci sosyalizm” olmaz; bireycilikle sosyalizm yan yana gelmez; ucuz, sığ, geleceksiz hesaplar bugünün sosyalizmi olan devrimciliğe sığmaz.
Dikkat edilirse bugün, insanların toplumsal/kolektif davranma kabiliyetleri ve bilinçleri aşındırılabildiği oranda “ben” ile toplum, toplumsal olan ile bireysel olan arasındaki açı büyüyor. Toplumsal propaganda bile dar bağlamlı çıkarlar için yapılabiliyor. Hatta bugün artık bu, en azından kimi yapılar için, rant ve sömürü aracı haline gelmiş durumda.
Öyle bir dönemden geçiyoruz ki kitleleri aynı anda hem yönlendirmek hem de tüm insiyatif kendilerindeymiş gibi hissetmelerini sağlamak hiç bu kadar kolay/mümkün olmamıştı. Bu zeminde alınmış olan yoldan ve sağlanmış olan kazanımlardan deyim yerindeyse bir geriye dönüş söz konusu. Bu nedenle olup biteni anlamak; bulunduğumuz tarihsel kesitte basılan yeri ve taşınan perspektifi bir kez daha test etmek, toplumsallık ve devrim bir yana, kişinin ruhsal sağlığı ve hayatı anlamlı yaşaması açısından da önemlidir.
Başkasınca yürünmüş yollar,
Kendi tecrübemizin yerini işgal etmemelidir.
Bu bir hayat devrimidir.
Kişi önce kendisi olmalı.
Başkasına yaslandığında,
Bir payanda değil,
Bir kucaklaşma hali oluşmalı;
Bütünleşme yüke dönüşmemeli,
Yarım da kalmamalıdır…
Amaç ne idi de amaçtan koptuk?
Aynı soruyu, “amacı ne olarak görüyor olabiliriz ki bu amacı gündelik hayatla hatta insani gerekliliklerle karşı karşıya getirebiliyoruz?” biçiminde de sorabiliriz. Eğer gerçekten kafa yormak, doğru yanıtlara ulaşmak istiyorsak öncelikle bu çabanın kolektif arayışlar/üretimler gerektirdiğini bilmeli ve sorumluluğu böyle bir bağlam içinde üstlenmeliyiz. Öyle ki ölmüş kuşakların (yoldaşlarımızın) da rolü dikkate alınmalıdır. Çünkü insan üç boyutlu yaşayan bir canlıdır.
Evet “Herkes düşlerinin büyüklüğü kadar özgürdür” (Che) ancak bu düşlerde geçmişin de ütopyaların da “yarının gerçeğinin” de (Hugo) rolü vardır.
“Bugünü yaşayan biziz, geleceği kurgulayacak olan da biziz, ölmüş kuşakları bu işe neden karıştırıyoruz” deme ihtimaline karşı sözü Marx’a bırakalım:
“İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar. Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker” (Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i)
“Bunca bedel, bunca üretim ve yaşanmışlıktan sonra bu özeleştirel duruş, bu başa dönme eğilimi neden” diye sorabilecek olanlar için sözü yine Marx’a bırakalım:
“Proleter devrimleri, sürekli özeleştiri yapar, koşarken hep ara verir, halledilmiş görünene geri dönüp yeniden başlar. (…) Geri dönüşü imkansız kılan durum yaratılana ve bizzat koşullar ‘işte gül haydi danset’ diye seslenene dek.” (Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i)
Marx’ın en temel niteliklerini tanımladığı sınıfsız-sömürüsüz özgürleşme dünyasına dair söz de eylem de o günden bugüne hiç kesilmedi. Her coğrafyada, her tarihsel kesitte sınıflar mücadelesine dair pratikler sergilendi. Paris Komünü’nde ortaya bir model konuldu. Devamında, pek çok ülkenin devrimcileri kendi devrimini yaptı. “Paris Komünü idealleri” eksende olmak kaydıyla biriktirdikleri, algıladıkları ve deneyimledikleri ölçüde sosyalizme doğru yol almaya çalıştı.
Bugün dönülüp bakıldığında -kimilerinin yaptığı gibi- Sovyetler, Çin, Vietnam, Küba vb. deneyimlerden bugüne taşınacak, öğrenilecek bir boyut (hatta hiçbir şey) olmadığı söylenebilir. Bu, ilk bakışta derin bir yaklaşım çağrışımı yapsa da gerçekte tarihimize büyük bir haksızlık olur. Tarihimize bu haksızlığı yapmamak için bağlamı doğru kurmanın yanında soruları da doğru sormalıyız.
2 kez dünya savaşı görmüş, iç savaştan, NEP’ten geçmiş, ilk olma özelliği sebebiyle kuşatmaya da pek çok deneme ve yanılmaya da uğramış Sovyet pratiğinden öğrenmeyi, olup biteni tekrar etmek olarak algılayacaksak tabii ki “öğrenilecek bir şey yok” deriz. Bu, işgal koşullarından geçmiş, “Uzun Yürüyüş” gibi halk savaşı gibi çok özgün pratiklere sahip Çin için de ABD işgalinden, destansı bir direnişten ve ülkenin ikiye bölünmesi pratiğinden geçmiş Vietnam için de bir ada devleti olan Küba için de geçerlidir.
Ne var ki öğrenmek, ezberlemek veya tekrar etmek değildir; ders çıkarmak ve farklı bir tarihsel toplumsal sürece deneyim aktarmak çok başka bir şeydir. Sürece böyle bakabildiğimizde, sınıf mücadeleleri tarihinde devrimlerden ibaret olmayan öğretici ne çok pratiğin olduğunu görürüz.
Yürüyüş kolumuzda Spartaküs’ün, Bedreddin’in, Pir Sultan’ın olmadığını, “Kendini bil” diyen Sokrates’ten, “Bana bak onu gör hep aynı şeyiz” diyen Hallacı Mansur’dan, “Ne ararsan Kendinde ara Kudüs’te Mekke’de Hac’da değildir” diyen Hacı Bektaş-ı Veli’den öğrenmediğini hangi devrimci söyleyebilir?
Ernst Bloch’un dediği gibi “Ütopyanın esas işlevi, varolanın eleştirilmesidir.” Düşsel boyut da taşıyan bu türden tasarımlar şablonla uyuşmaz; değişkendir. Varolan ve iktidarlaşmış kötülüğün boyut ve niteliğine göre farklılık arz eder. Örneğin “Günümüzde insana en çok acı veren şey, yoksulluk değil, büyük bir çarkın küçük bir dişlisi, bir robot haline gelmiş olmak ve yaşamının boş ve anlamsız olmasıdır.” (Erich Fromm, Özgürlükten Kaçış) dediğinizde, ütopya menzilli düşsel ufuk; o boşluğun ve anlamsızlığın nasıl aşılacağını gösterme, somutlama sorumluluğu ile karşı karşıya kalır.
Sosyalizm yolunda güncel sorumluluklar
Algı oluşturma operasyonları aynı zamanda toplumsal psikolojiyi yönlendirme operasyonlarıdır. Bunun çapını ve etkileyici faktörlerin toplamını düşündüğümüzde devrimciliği, egemen rüzgara karşı direnç olarak tanımlamak yanlış olmaz. Bu süreçlerde kişisel olanla toplumsal olanın uyumunu sağlamak çok önemlidir. Çehov’un “Dışımızdaki evren ile içimizdeki evren arasında kurabildiğimiz bağ kadar mutluyuz” sözü, Marx’ın “En mutlu insan, en çok insanı mutlu edendir” ifadesi, toplumsal olanla kişisel olanın birbirini tamamlayıp çoğaltabildiğini gösteriyor.
Konumuz amaca yabancılaşma. Amaç çok uzak görüldüğünde veya araç fetişleştirildiğinde an ile gelecek karşı karşıya gelebilir. Viktor Frankl, “İnsanlar araçlara sahip, fakat amaçları yok” diyor. Yani bazen araç dünyasında amaçsızlık içinde boğulabiliyoruz.
Devrimcilik, salt bir bedel veya kahramanlık olarak görüldüğünde, gerek fiilen yani eylemde gerekse kafada amaçtan kopulabilir. Sennet‘e göre güvensizlik, ahlaki bir kimliğin oluşumunu imkansız kılabiliyor. Savaşa, krizlere, ekonomik ve sosyal yıkıntılara bağlı olarak eğer yabancılaşma artıyorsa o halde yaşamı anlam yitimine uğratan ve sığlaştıran etmenlerde de bir artış söz konusu oluyor. Ve sonuçta, yaşanan çözülme oranında küçücük amaçlar oluşturuyor, o amaçların sığ sularında büyük amaçlarımızı boğabiliyoruz. Örneğin çocuk, aile, aşk, iş yaşamı ve hatta vekillik; bunlar yabancılaşma alanı olabileceği gibi özgürleşme ve yeniden üretim alanı da olabilir. Zaten mücadele artık, çok yönlülüğün kavranılabildiği ve hayatın her alanında yürütülebildiği oranda sonuç veriyor. Çünkü kapitalizm, Eagleton’un dediği gibi normalde gözle görülmeyen soluduğumuz hava aslında. Onu nesneleştiremiyoruz…Benzer şekilde alternatifi de ana izdüşürüp somutlaştıramıyoruz.
Tam da bu bağlamda, sosyalizm dünyayı yeniden kurmaksa ve sıradan emekçiyle meslekten siyasetçi arasındaki ayrımın ortadan kalkacağı bir düzense bunun günümüze izdüşümü; bugünden yapılması gerekenler, atılması gereken adımlar, gözetilmesi gereken ölçüler nedir? Daha da basitleştirerek söylersek; Beynelmilel filminde yapıldığı gibi sosyalizmi “İncir zamanı incir yemektir. Ama herkesin incir yemesi ” biçiminde tanımlamanın bugüne yüklediği görev ve sorumluluklar nedir? Bu sorumluluklar güncellenebildiği yani amaç soyuttan somuta izdüşürülebildiği oranda amaçtan kopmak, yerini bağ/bağlam kurmaya ve yol almaya bırakacaktır; alternatif yaşamın normlarını ve örgütsel biçimlerini bugünden üretmek, yapılandırmak ve geleceğin inşa taşları (basamakları) haline getirmek mümkün olacaktır.