Önceki iki yazımızda Sri Lanka Modeli’ni ve bu modelin, Tamil Kaplanları’nın askerî olarak tasfiyesiyle sonlanan sürecini ele almıştık.
Orada, Sri Lanka örneğinin en belirgin yönünün barışın müzakereyle değil, askerî zaferle sağlanması olduğunu; ayrıca Sri Lanka ile Türk devlet yapısının benzerliklerini ve Tamil Kaplanları’nın sürecin başarısızlığındaki rolünü vurgulamıştık.
Bu yazıda ise Türkiye’de son yıllarda giderek daha sık duyulan “Türkiye Modeli” kavramının anlamını ve arka planını inceleyeceğiz.
“Bu işi kendi içimizde çözeriz” anlayışının, özellikle de son dönemde TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un ifadeleriyle “Türkiye Modeli” adı altında yeniden üretildiğini; bunun rastgele değil, bilinçli bir kavramsallaştırma olduğunu göreceğiz. Böylece, Sri Lanka gibi istisnai biçimde başarısız bir barış sürecinin bile gerisine düşen bir anlayışın nasıl “model” olarak sunulduğunu tartışacağız.
Devlet Açısından Başarı, Toplum Açısından Başarısızlık
Sri Lanka Modeli’nin “başarısız” olarak nitelenmesi, kuşkusuz masanın diğer tarafında yer alan örgütün kazanımlarıyla ölçülüyor.
Aksi halde bir devlet açısından bakıldığında, modelin son derece başarılı olarak görüldüğünü unutmamak gerek.
Kürtlerle yüzyılı aşkındır mücadele eden ve Türkleştirme politikaları dahilinde onları entegre etmeye çalışan Türk devleti, geçmiş tecrübelerinden faydalanarak bu politikaları kurumsallaştırma ve güçlendirme arayışını sürdürüyor.
Dolayısıyla 2009 ve 2013’te başarısızlıkla sonuçlanan çözüm süreçlerinin ardından bugün içinde olduğumuz sürece, bu gerçeklikten hareketle bakarak daha temkinli olmamız gerekiyor.
‘Türkiye Modeli’ ve Bu Modelin Dünyaya Pazarlanması
TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un 17 ve 27 Eylül 2025 tarihlerinde yaptığı açıklamalarda “Türkiye Modeli” ifadesini kullandığını duymuştuk. Öyle görünüyor ki önümüzdeki süreçlerde bu ifadeyle daha sık karşılaşacağız.
Son olarak 7–8 Ekim 2025 tarihlerinde İstanbul’da Birleşmiş Milletler Terörle Mücadele Ofisi (UNOCT) tarafından düzenlenen Küresel Parlamenter Konferansı’nda yaptığı konuşma, Kurtulmuş’un bu ifadeyi gelişigüzel kurmadığını açık biçimde ortaya koydu.
Kurtulmuş konuşmasında şunları söyledi:
“Umuyorum ki çok kısa bir zamanda dünya, terörle mücadelede ya da barış çözümleri literatüründe ‘Türkiye Modeli’ olarak yerini alacak bir modeli bütün ülkelere arz etmiş olacağız.”
(UNOCT Global Parliamentary Conference, İstanbul, 8 Ekim 2025)
Bu ifadelerden de anlıyoruz ki devlet erkânı, “Türkiye Modeli”ni yalnızca iç politik bir söylem olarak değil; dış politika ve güvenlik doktrini düzeyinde kurumsallaştırılmış bir kavram olarak dünyaya pazarlayacak düzeye getirmiş durumda.
Devletin Yeni Doktrini: “Yerli, Müzakeresiz, Hızlı”
Peki nedir bu “Türkiye Modeli”?
13 Temmuz 2025’te yayımlanan bir haber, kavramı en sade ama en net biçimde tanımlıyordu:
“Türkiye, terörle mücadelede uyguladığı stratejilerle dikkat çekiyor.
Bu süreçte hiçbir müzakere yapılmadı; hiçbir üçüncü taraf, gözlemci veya arabulucu sürece dahil edilmedi.
Silahlar teslim edilene kadar hiçbir siyasi ya da hukuki konu tartışmaya açılmadı.
Ayrıca sürecin uzamaması için yıllar değil, aylar içinde sonuca varma kararlılığı gösterildi.”
(haberler.com, 13 Temmuz 2025)
Bu haberden üç gün sonra, SETA Dış Politika biriminden Can Acun, “Terör Sorununa Yönelik Yeni Konsept: Türkiye Modeli” başlıklı makalesinde benzer bir çerçeve çizdi:
“Yerli kapasiteye dayalı, dış müdahalelere kapalı ve kısa sürede sonuç üretmeyi hedefleyen bir konsept.”
(FokusPlus, 16 Temmuz 2025)
Acun yazısını şu cümleyle bitiriyordu:
“Süreç sonunda bu konsept, terörle mücadele literatürüne ‘Türkiye Modeli’ olarak geçecektir.”
Bu makale, kavramın yalnızca akademik bir öneri değil, aynı zamanda devletin güvenlik merkezli doktrininin entelektüel tercümesi olduğunu ortaya koyuyordu.
MİT Akademisi Başkanından Kurumsal Doğrulama
20 Temmuz 2025’te Anadolu Ajansı’nda yayımlanan ve MİT Akademisi Başkanı Prof. Dr. Talha Köse imzalı makale, bu yaklaşımı kurumsal olarak teyit eder nitelikteydi:
“Türkiye Modeli’nin özgün yanı, sürecin tamamen yerli ve milli kapasiteye dayanmasıdır.
Dünya genelindeki birçok barış süreci üçüncü tarafların gözetiminde yürütülmüştür.
Oysa Türkiye, tasarımı ve yürütümü yalnızca kendi kurumlarıyla üstlenmiştir.”
(AA, 20 Temmuz 2025)
Köse ayrıca, “2009 ve 2013 süreçlerinden çıkarılan derslerin kurumsal hafızaya dönüştürülmesi sayesinde daha dirençli bir çerçevenin inşa edildiğini” belirtiyordu.
Böylece “Türkiye Modeli”, artık devletin kalıcı barış stratejisi olarak tanımlanmış oluyordu.
Türkiye Modeli’nin kurumsal omurgasını oluşturan yapı, yasama, istihbarat ve düşünce kuruluşları ekseninde şekilleniyor.
TBMM’nin siyasal söylem düzeyinde üstlendiği rol, MİT Akademisi’nin güvenlik bürokrasisi içinde geliştirdiği kuramsal çerçeve ve SETA’nın bu yaklaşımı entelektüel düzlemde meşrulaştıran yayınları, birlikte değerlendirildiğinde modelin çok katmanlı bir devlet doktrini haline geldiği görülüyor.
Amaç açık: Türkiye’nin güvenlik merkezli çözüm anlayışını hem içeride kurumsallaştırmak hem de uluslararası alanda “örnek model” olarak sunmak.
Kavramın Kökeni ve Model Arayışları-2010
“Etnik çokluğun ulusal bütünlükle nasıl meczedilebileceği konusundaki toplumsal arayışlarımız sürüyor.”
Bu ifade, Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE)’nin Ocak–Mart 2010 bülteninde, Dr. Merve Seren imzasıyla yayımlanan bir makaleden alıntı..
Bu makale, o dönem devlet çevrelerinde şekillenmeye başlayan “Türkiye Modeli” düşüncesinin hem felsefi hem de siyasal temelini oluşturmakla beraber, kavramın ne zaman ve hangi kaygılarla üretildiği konusunda da önemli ipuçları sunuyor.
Makalenin yazarını hatırlamakta fayda var:
Seren, Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi mezunudur.
Doktora çalışmalarının ders aşamasını Kara Harp Okulu Uluslararası Güvenlik ve Terörizm Bölümü’nde tamamlamış, ardından Polis Akademisi Uluslararası Güvenlik Bölümü’ne geçmiştir.
2005–2015 yılları arasında TBMM’de Parlamenter Danışman olarak yasama ve güvenlik politikaları alanında çalışmış; danışmanlığını yaptığı AK Parti Niğde Milletvekili Oğuz Kağan Köksal, 2013 çözüm sürecinde devletin güvenlik öncelikli çizgisini temsil eden isimlerden biri olmuştur.
Dolayısıyla Seren’in bu yazısı, yalnızca “Kürt meselesi üzerine bir analiz” değil, devletin güvenlik paradigmasına yakın bir bakış açısından geliştirilmiş erken dönem bir doktrin notu olarak okunmalıdır.
Seren, Türkiye’nin içinden geçtiği “açılım” dönemini, ‘etnik çoğulculuğu ulusal bütünlükle meczetme arayışı’ olarak tanımlar ve şu çerçeveyi çizer:
“Demokratik açılım sürecinin en önemli ayağını oluşturan Kürt sorunu, Türkiye’nin yalnız iç meselesi değildir; Irak, İran ve Suriye’ye dağılmış Kürt nüfus nedeniyle bölgesel nitelik taşımaktadır.”
“Bölgede yaşayan Kürt halkının, özellikle siyasi rejimlerin ve başarısız yönetimlerin etkisi altında bulunmaları, sorunu ülkemiz açısından daha da derinleştirmektedir.”
“Kürdistan Federasyonu’nun kurulması ve zamanla bağımsız bir devlete dönüşmesi ihtimali, Türkiye’nin üniter yapısına yönelik kaygıların temel nedenleri arasındadır.”
“Bu durum, böyle bir olasılığın Türkiye’de yaşayan diğer etnik grupları da alevlendireceği ve bağımsızlık taleplerinin demokratik haklardan öteye geçeceği algısını doğurmuştur.”
Görüldüğü üzere Kürdistan Federasyonu’nun kurulması ve bağımsız bir devlete dönüşme ihtimali Seren tarafından temel bir sorun olarak ifade edilmekte ve AK Parti hükümetinin tüm bu gelişmelerden hareketle bir çözüm modeli arayışında olduğunu belirterek şöyle devam eder:
“Sorunun dile getirildiği ilk zamanlarda birçok model incelenmiştir.
Bu bağlamda Ağaç Modeli’nden İngiliz, Alman, Cezayir örneklemelerine kadar birçok alternatif üzerinde durulmuş,
ancak İçişleri Bakanı Beşir Atalay, ‘Türkiye Modeli oluşturacaklarını’ açıklamıştır.”
Tam da burada, makalede adı zikredilen Beşir Atalay’ın o dönem İçişleri Bakanı olmasının yanı sıra ‘Demokratik Açılım’ sürecinin siyasi koordinatörü olarak görev yaptığını hatırlayalım.
Seren’in yazısı, “Türkiye Modeli” kavramının ilk defa açık biçimde hem Kürt meselesiyle hem de devletin güvenlik eksenli modernleşme arayışıyla ilişkilendirildiği bir metindir.
Yani kavram, daha 2010’da “demokratik açılım” sürecinin içinde biçimlenmiş; ancak asıl amacı etnik çoğulluğu ulusal güvenlik çerçevesiyle ‘meczetmek’ olmuştur.
Sri Lanka’dan Türkiye’ye Uzanan Hat
Sri Lanka sürecinin bu yazı dizisine konu edilmesinin iki nedeni vardı:
Birincisi, Sri Lanka ile Türk Devleti arasındaki; Tamil Kaplanları ile PKK arasındaki benzerliklerdi.
İkincisi ise, Sri Lanka sürecinin benzer barış süreçleri arasında istisnai bir başarısızlık örneği teşkil etmesi ve bu nedenle “Sri Lanka Modeli” kavramına zemin oluşturmuş olmasıydı.
Bugün Türkiye’de devlet yetkililerinin “Türkiye Modeli”ne yükledikleri anlam, Sri Lanka’nın bile gerisine düşen bir anlayışı temsil ediyor.
Sri Lanka sürecinde garantör ülke yoktu ama Norveç başta olmak üzere birkaç ülke, arabulucu ve gözlemci rolü üstlenmişti.
Üstelik süreç başında Sri Lanka hükümeti, Tamil Kaplanları’na özerklik görüşmelerine açık oldukları mesajını vermişti.
Türkiye Modeli ise tüm bunları dışarıda bırakıyor:
Hiçbir arabulucu, gözlemci veya garantör yok.
Hatta müzakere dahi yok. Dolayısıyla masa da yok!
Silahlı güçlerin hiçbir karşılık beklemeden silah bırakarak Kürt milletinin Türkiye’ye entegre olması bekleniyor.
Türk yetkililer bu modeli “benzersiz” olarak tanımlıyor.
Oysa tarih bize, üçüncü tarafsız süreçlerin başarılı olma imkânının olamayacağını defalarca gösterdi. Dahası, bir barış süreci varsa, devletin karşısında mutlaka bir muhatap da olmalıdır.
Bugün “Terörsüz Türkiye” denilen süreçte, ‘Türkiye Modeli’ çerçevesine uygun olarak bir masa yok.
Ancak 2009’dan bu yana Kürtlerin temsilcisi olarak Abdullah Öcalan muhatap alınıyor.
Öcalan’ın 2001’den beri tutsak olması, erişim olanaklarının kısıtlılığı ve siyasi temsil eksikliği, sürecin yapısını tartışmalı kılan etkenlerden sadece biri.
Örneğin İngiltere–IRA süreci, örgütün silahlı kanadıyla değil, siyasi kanadı Sinn Féin üzerinden yürütülmüş ve sonuç alınmıştı.
Ancak Türkiye’de devletin başka muhatap arayışı olmadığı gibi, siyasi kanat da bu konuda inisiyatif almayıp “İrademiz Öcalan’dır” diyerek her fırsatta İmralı’yı adres göstermekte.
O halde Öcalan, bu masasız, garantörsüz, arabulucusuz ve güvencesizliği içeren Türkiye Modeli’nin neresindedir?
Ve bundan sonra nasıl bir rol üstlenecektir?..
İşte bir sonraki yazının konusu bu olacak..
Devam edecek…







