Tarık Akan’la görüşmem, 1992 yılının Kasım ayı içinde İstabul-Bakırköy’deki Taş Mektep’te gerçekleşmişti. Tuncer Necmioğlu ile ise 2000 yılının Ocak ayı sonlarında, “Hoşçakal Yarın” filminin gösterimi dolayısıyla Viyana’ya gelen ekip içinde yer aldığı günlerde, Leopoldstadt’daki İbis Hotel’in kafesinde!
HÜSEYİN A. ŞİMŞEK
Bilindiği gibi 1 Nisan, aynı zamanda sinema sanatçısı, edebiyatçı ve siyasetçi Yılmaz Güney’in doğum günüydü. Salgına rağmen, hem medya organlarının en azından kiminde, hem de ve en çok da sosyal medya takipçileri tarafından bu doğum gününde de unutulmadı Güney. Gazetemiz www.sonhaber.ch’de iki yazı yer aldı. İlki, sinema dünyasından arkadaşımız Levent Kaçar’ın, Fatoş Güney’le gerçekleştirdiği görüşme; ikincisi ise, yine gazetemiz yazarlarından Mehmet Sönmez’in çocukluğunun Bakırköy’ünün Taş Mektep‘inde henüz ilkokul dördüncü sınıf öğrencisiyken, bir film çekimi sırasında Yılmaz Güney’le karşılaşmasını anlatan yazısıydı.
Yılmaz Güney gibi üretken ve çok yönlü bir insanı anmak ve anımsatmak için gerekçe yaratmak, veri bulmak çok zor değil. Bu çerçevede, benim de elimde paylaşabileceğim iki önemli belge vardı. Güney’le sinema alanında çokça mesaileri olmuş Tarık Akan ve Tuncer Necmioğlu ile görüşmeler yapmış; onlardan, Yılmaz Güney değerlendirmeleri de almıştım. Basılı ve sanal arşivimde yer alan bu değerlendirme ve tanımlamaları www.sonhaber.ch sayfasına taşımak istedim. Tuncer Necmioğlu ve Tarık Akan da artık hayatta değil. Bu vesileyle onları da anmış olacağız.
Tarık Akan: “Dönüşümü ilk önce Yılmaz Güney yaptı”
İlk görüşmeyi, henüz İstabul’da yaşıyor ve çalışıyorken, 1992 yılının Kasım ayı içinde Tarık Akan ile ve arkadaşımız Mehmet Sönmez’in de devam ettiği Taş Mektep’te gerçekleştirmiştim. O sıralarda, günlük Gündem gazetesine dışarıdan (telifle) yazıyordum. Görüşme, 15 Kasım 1993 günkü nüshada, “Daha yapılacak o kadar çok şey var ki!” başlığıyla yayımlanmıştı. Akan’la böyle bir görüşme yapmamın güncel vesilesi, onu, haftada bir ‘Taşların Sırrı’ adlı televizyon dizisiyle ekranlarında görüyor olmamızdı. Bir müze müdürünü canlandırıyordu. Dizinin diğer başrol oyuncusu ise Ayşegül Aldinç idi. Görüşmemizin esası söz konusu diziyle, Türkiye’de arkeolojik çalışmalar, tarihi eser kaçakçılığıyla ilgiliydi.
Ama son iki soru Yılmaz Güney’le ilgiliydi. Tarık Akan, “salon jön”ü klişesini 1978’de Maden, 1979’da Demiryol ve Sürü ve sonra Yol filmlerindeki rolleriyle kırmış, bambaşka bir sinema sanatçısı olarak çıkmıştı izleyicinin karşısına. Bu zincirin devamı da gelmişti: Derman, Ses, Pehlivan, Karartma Geceleri, Su da Yanar, Yağmur Kaçakları… Yukarıda sıralanan filmlerden Sürü ve Yol, Akan’ın Yılmaz Güney’le yürümeye başladığı iki başyapıt olmuştu. Burada, Tarık Akan şahsında vurgu yaptığımız bu süreç bir yerden sonra kesintiye uğramıştı, bir durgunluk yaşanmaktaydı.
Neden böyle olduğunu, “Yılmaz Güney’le” ve “Yılmaz Güney’siz” bir kıyaslamayla açıklamasını istemiştim. Verdiği cevap şu olmuştu: “… yapılacak daha o kadar çok şey var ki! Maalesef şu an hiçbir şey yapılamıyor. Kişi olarak, yapılması gerekenin en iyisini yapmanın mücadelesini veriyorum. Başaramadığım zaman bu beni çok üzüyor. Kimi başarısızlıklar benden de kaynaklanıyor olabilir. Düşündüğüm gibi çıkmamış olabilir. Yönetmenden kaynaklanıyor olabilir vs. Artık şuna dikkat etmeye başladım: Eski dönemlerde, maddi meselelerimizden dolayı yanlış işler de yapmışız. Artık bunu yapma durumum yok! Ne prodüktör müsaade edebilecek, ne biz istediğimizde yapabileceğiz. Projeler hazırlandığı zaman, bunun içerisindeki seçim, gelecekte bugün yaptıklarımıza oranla daha kaliteli olacaktır. O bakımdan, hep yükselme diye bir düşünce var ama nasıl başaracağımız önemli bir sorun.”
Sinemaya jön olarak girmiş, yıldızı çok da çabuk parlamış bir sanatçıydı Akan. Ama o dönem kapanmış, jönler yavaş yavaş ortalıktan çekilmiş; o da, kendini yenleyip oyunculuğunu fiziğinizin önüne geçirmeyi başaran az sayıdaki aktörlerden biri olmuştu. Artık madenciydi, Kürt çobandı, kan davalı ağaydı, müze müdürüydü, gazeteciydi… Bu dönüşümün yaşandığı atmosferi sorduğumda, en önemli etken olarak Yılmaz Güney’le yolunun kesişmesini ifade etmişti: “Böyle bir dönüşümü ilk önce Yılmaz Güney yaptı. Birçok vurdulu kırdılı filmden sonra, sinema sanatı açısından üst düzeyde filmler yaptı. Hem sanatını, hem halkını avucunun içine alabilecek kuvvette yapıtlara döndü. Bu, bir bilinç ve kültür neticesinde elde ediliyor. Bizler bu birikimi yaparak geldik.”
Tuncer Necmioğlu: “Sinemayı, Güney’le öğrenmeye başladım”
Sinema ve tiyatro sanatçısı Tuncer Necmioğlu ile ise 2000 yılının Ocak ayı sonlarında, Deniz Gezmiş ile arkadaşlarının idamını konu alan 1998 yapımı “Hoşçakal Yarın” filminin gösterime girmesi dolayısıyla Viyana’ya gelen ekip içinde yer aldığı günlerde görüşmüştüm. Necmioğlu ile yaptığı görüşmeyi, röportaj tarzında düzenlemiştim ve Avrupa çapında dağıtımı yapılan günlük gazete Özgür Politika’nın 4 Şubat 2000 günkü nüshasında, “Fikir ve umut kaybını önlemeliyiz” başlığıyla yayımlanmıştı. 20 Ağustos 2006 günü aramızdan ayrıldığında, 70 yaşındaydı Necmioğlu. Birçok önemli ayrıntıyı içeren o röportajın tamamını başka bir gün buradan da tekrar yayımlarız belki.
O röportajdan, sadece “Yılmaz Güney’le sinemalı yıllar”a dair olan kısmını alıyorum buraya. Tuncer Necmioğlu, aslında ilk sinema rolünü 1960’da üstlenmişti. Bu, Süreyya Duru’nun “Ateşli Kan” filminde ve hatır için alınmış bir roldü. Bu sebepledir ki sinema mazisini, 1965’ten sonra, yani Yılmaz Güney ile tanışması ve çalışmasıyla başlatır. “Sinemayı, Güney’le birlikte öğrenmeye başladım. Kin doluydu. Çok da inatçıydı. İlk filmimizde kan kardeş olduk ve bir daha da ayrılmadık” diyor. “Beyaz Atlı Adam”, Yılmaz Güney’le oynadığı ilk filmiydi onun. Bunu, aralarında Hudutların Kanunu, Kızılırmak Karakoyun, Eşrefpaşalı, Kozanoğlu, Eşkiya Celladı, Umutsuzlar, Baba gibi filmlerin de bulunduğu 16 başka film izledi. Sinemaya, Yılmaz Güney gibi biriyle bulaşmıştı, ama tiyatrodan da kopmayacaktı.
Necmioğlu o görüşmemizde, “Bugün 62 yaşındayım ve gözlerimde hâlâ bir parıltı var” demiş ve harcını Yılmaz Güney’le kardığı kararlılığını şöyle dile getirmişti: “Ya hep ya hiç gibi bir inadım var. Bu bir meziyet. Bedeli ağır oluyor ama. Kimine göre bir arıza, bir maraz da sayılabilir. Yine de bu yanımı tutuyorum. Bir aykırılık, seçilmiş bir deliliktir bu. Projelerim var. Yılmaz Güney’in Boynu Bükükleri’ni çekmeyi planlıyorum. Bu filmi dört mevsimde çekmek istiyorum. Yılmaz’a nasip olmadı, ama benim ona sözüm var. Kültür emperyalizminin bilinçli bir kuşatması altındayız bugün. Yalnız enerji kaybı yok. Fikir kaybı, umut kaybı da var. Kültür bir eğlencelik, bir makara unsuru değildir oysa. Kültür makaracılık sayılırsa, sanatçı da tazı köpeği olur.”
Ne yazık ki Necmioğlu, Yılmaz Güney’in Boynu Bükükler romanının filmini çekemeden, o görüşmemizden sekiz yıl kadar sonra ayrıldı aramızdan. Tarık Akan’ı ise 16 Eylül 2016 günü kaybetmiştik. Akan’la gerçek hayatta ilk karşılaşmam Selimiye Kışlası’nın hapishane bölümlerinde, 1981’de olmuştu. Henüz 19 yaşımdaydım. O benden çok erken çıkmıştı içerden. Ben beş yıl kadar sonra tahliye oldum, 11 yıl sonra karşısına gazetici olarak çıkıp Selimiye günlerini anlattığımda, çok şaşırmış ve duygulanmıştı. Yılmaz Güney, Tarık Akan ve Tuncer Necmioğlu’na sevgi ve saygıyla!
……………………………………………
www.huseyin-simsek.com
huseyin.şimsek@gmx.at
İnsanın yasarken böyle hayat tarzları olmalı, ki gelecek nesillerin kendilerine kalan Kültürel ,Sanatsal Mirasın hangi koşullarda ve zorluklarda yaratılmış olduğunu bilmeleri ve su an ellerindeki Mirasın değerini anlamaları için. Eline aklına sağlık. umarım en kısa zamanda Tuncer Necmioğlu ile olan röportajın tamamını okumak için sabırsızlanıyorum