Temel taşlarını kırmayacaktınız bu ‘cumhuriyet’in

HomeWelt

Temel taşlarını kırmayacaktınız bu ‘cumhuriyet’in

Bayrak yarışı yapıp, “vatan-millet-sakarya” nutuklarıyla ötekini sağır etmeye çalışanlar çoğunluk kaldıkça, bu cumhuriyet, geride bırakılan yüzyıla, bir yüz yıl daha eklendiğinde de sorunlarını çözememiş olacaktır.

HÜSEYİN A. ŞİMŞEK

Viyana – Kurucu organ olarak Birinci Millet Meclisi ile kurucu yasal zemin olarak 1921 Anayasası, Türkiye Cumhuriyeti’nin en başta gelen iki temel taşıydı. Bu temel taşları yerinden oynatılmasa, daha da kötüsü kırılıp param parça edilmeseydi, en azından bir “burjuva demokrasisi” olanağı bulunmuş olunacaktı. 100. Yılı’nda  dönüp geriye baktıklarında, uygulanagelen yönetim biçiminin ağırlıkla “gizli faşizm”, sık sık da “açık faşizm”, demokrasinin görece ağır bastığı sadece üç kısa dönem olduğu gerçeğiyle yüz yüze kalmazdı yeni kuşaklar.

Girişte zikredilen iki temel taşın konulmasını sağlayan bir ön süreç var ki orada olup bitenler de çok daha az önemli değildi. Birinci Meclis kurulmazdan, kurucu bir anayasa yapılmazdan önce, bugünkü Türkiye’nin yer aldığı birçok bölgede “yerel kongreler” düzenlendi örneğin. Anti-emperyalist mücadelenin organize bir temelde yürütülmesini ve başarıya ulaştırılmasını sağlayacak sac ayaklarıydı bunlar. Söz konusu yerel kongrelerin en önemli özelliği -100 yıl sonra Türkiye’de bugün göremeyeceğimiz- bir çeşitlilik üzerinden yürütülüyor olmasıydı. Yeni bir devletin kuruluş harcında sosyal, fikirsel, inançsal, ulusal (etnik) bir çeşitlilik; zengin, “bir ve iri olma”nın zorunlu önşartı ve gereği şeklinde görülmüştü. O günün koşullarında, önemsenecek “çoğulcu bir” yönelim söz konusuydu.

HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar bu çeşitliliğe, çoğulculuğa dikkat çeken politikacılardan biriydi, 100. Yıl Dönümü vesilesiyle: “Mevlevi, Nakşıbendi şeyhleri var, Abdullah Çelebi var. Dersimli Seyid Diyap Ağa var, Lazistan mensupları var, Lazlar var. Kürtler var, Araplar var. Kısacası Türkiye’nin o zamanki etnik, dinsel ve toplumsal çeşitliliğinin önemli bir kısmı var ve bu insanlar kendi kimliklerini saklamadan tam aksine kendi kimliklerini açıklayarak giriyorlar. Kendi kimlikleriyle katılıyorlar. Bu birinci Meclis’in en önemli vasıflarından biridir.”

Bu meclis için başlangıçta kullanılan tanımlama ya da ad, “Büyük Millet Meclisi” şeklindeydi. Kuruluşundan bir yıldan az bir süre sonra, Mustafa Kemal’in konuşmalarında yer aldığı şekli, yani “Türkiye Büyük Millet Meclisi” (TBMM) adı tercih edilir oldu. Bu tercih, 8 Şubat 1921 tarihli Bakanlar Kurulu Kararnamesi’yle kesinlik kazandı.

Mithat Sancar, konuşmasında Birinci Meclis’in bu özelliğinin bir dizi başka alandaki aynı veya benzer özelliklerle tamamlandığını da vurguladı. İşte o diğer alanların başında, tarihe “1921 Anayasası” olarak geçen anayasa yer alıyordu. Bugün ülkenin ve toplumun yaşadığı en ağır, en kangrenleşmiş sorunların temelinde, vakti zamanında iyi bir başlangıç yapılmışken, bir süre sonra birçok şeyin ters yüz edilişinin yattığını bir kere daha anımsamak ve anımsatmak için, söz konusu anayasaya biraz ayrıntılı bakalım.

Büyük Millet Meclisi ilk toplantısını 23 Nisan 1920’de Ankara’da yaptı. Kuruluşundan aşağı yukarı 9 ay kadar sonra, 20 Ocak 1921’de 1921 Anayasası’nı (Teşkilât-ı Esasîye Kanunu) kabul etti. Hem Osmanlı dönemi, hem de sonraki  anayasalar göz önüne alındığında, sadece içeriği değil aynı zamanda hazırlanışı bakımından da o coğrafyanın bu kadar üst düzeyde ortaya çıkardığı en demokratik anayasaydı. Cumhuriyetin temel taşı olarak gündeme geldi ama 100 yıl boyunca o cumhuriyete damgasını vuramadı bir türlü.

Peki, neler içeriyordu bu 1921 Anayasası? Her şeyden önce bu anayasa, “kurucu bir” çerçeveydi. Kelimenin gerçek anlamında, henüz “hukuki” bir belge değildi. Öyle olmasının amaçlandığından söz edilebilirdi. Olağanüstü ve geçici olması umulan bir süreçten, “fiili bir iktidar” aracılığıyla çıkışın yol haritası. Düze çıkıldığında, daha da geliştirilmesi, eksiklerinin giderilmesi gereken bir yol haritası! Önce, yol haritasının kendisine bakalım, sonra da düze çıkıldığında neler yapıldığına.

1921 Anayasası, 23 maddelik çok kısa bir anayasaydı. En önemli temel ilkelerini sıralayalım:

  • Millî egemenlik ilkesini ilân etti. Egemenliğin hükümdara ait olduğu bir sistemden çok farklı bir sistem tanımladı.
  • Bu anayasanın öngördüğü hükümet sistemi, meclis hükümeti sistemiydi. Yani, Büyük Millet Meclisi. Bu meclis, sadece yasama yetkisine değil, yürütme yetkisine de sahipti.
  • Anayasanın 7’nci maddesine göre, anlaşmalar yapmak ve barış masasına oturmak Büyük Millet Meclisi’ne aitti.
  • Anayasanın toplam 14 maddesi, merkezî idarenin taşra teşkilâtlarına ve yerel yönetimlere ayrılmıştır.

Günümüz açısından, 100 yıl boyunca hayata geçirilmediği için önemsenmesi gereken o 14 maddedir. 1921 Anayasası, bakanların seçim usûlünü düzenlemiş değildi, ama o 14 maddede nahiyelerin idare heyetlerinin bile nasıl seçileceğini düzenlemişti. Yani, ciddi anlamda “adem-i merkeziyetçi bir ruh”a sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Yeni bir devletin, cumhuriyet idaresi tercihi üzerinde kuruluş süreci, 1924’te çok kesin olarak yeni bir dönemece girdi. Galebe çalan kesimler, güçler “tek parti egemenliği”ne meyletmekteydi. Kendilerine göre bir dizi gerekçe sıralamaları başka bir konu. Meclisin, kelimenin gerçek anlamında örgütlü bir muhalefeti dışarıda bırakıldığı ikinci çalışma döneminde, 1924 Anayasası yapıldı.

Yeni bir anayasa yapmak kaçınılmazdı elbette. 1921 Anayasası, yeni devletin ihtiyaçlarını karşılayacak derecede ayrıntılı değildi. 1924 Anayasası’nın 102. Maddesi’nin son fıkrasında, devlet şeklinin cumhuriyet oluşuna karşı değişiklik talebinde bulunmanın yasaklanması, bu hükmün sonraki bütün anayasa değişikliklerinde “dokunulmaz” ilan edilmesi gerekliydi. Ancak, “Türklük” başlığı altındaki maddelerde tanınan hakların sahibi olarak sadece “Türk”ten veya “Türkler”den bahsetmesi; 1921 Anayasası’ndaki “çoğulculuk”tan vazgeçip, “çoğunlukçuluk”a yönelmenin açık ve net ifadesi oldu.

Bugün Türkiye’nin başına bela olmayı sürdüren, bu “ilk temel taşları” kırımıdır. Yüzde 51’ci (ki gerekirse bunu yüzde 40’lara da çekmeye hazırlar) “çoğunlukçu demokrasi” anlayışı, çoğunluğun iradesinin, “genel irade” olduğunu, bu iradenin daima kamunun iyiliğine yöneldiği ve yanılmaz olduğunu kabul eder. Buna karşılık, “çoğulcu demokrasi” anlayışı, çoğunluğun yönetme hakkını inkâr etmemekle birlikte, bu hakkın sınırlandırılmasını benimser. Bu anlayışa göre, çoğunluğun yönetme hakkı mutlak değildir. Çoğunluğun yönetme hakkı, azınlığın temel hak ve özgürlüklerinin dokunulmazlıklarıyla sınırlıdır.

1924 Anayasası’nın ilk şeklinde, “devletin resmî bir dinî” yer almıştır: “Türkiye Devletinin dini, Din-i İslâmdır.” 1928 değişikliğinde bu hüküm kaldırılmış, 1937’de ise “lâiklik ilkesi” eklenmiştir. Aynı değişiklik çerçevesinde, tek parti konumundaki CHP’nin “altı umde”si (cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, lâiklik ve inkılâpçılık) anayasanın ikinci maddesine katılmıştır.

Gönüllü birlik, rızaya dayalı birarada yaşamanın olmazsa olmazları vardır: Ana dokudaki sosyal, düşünsel, politik, ideolojik, inançsal, ulusal (etnik) kimlikler/aidiyetler çeşitliliği can-ı gönülden, özümseyerek benimseyecek, kabul edecek ve gereklerini yerine getireceksiniz. Üretim, paylaşım ve yönetim süreçlerinde eşitçi olacaksınız. Toplumsal barışın, her vatandaşın katılımcı, çoğulcu, direkt ve yerinde bir demokratik yaşam tarzı sürebilmesine bağlı olduğunu aklınızdan çıkarmayacaksınız. Geride bırakılan 100 yıl, ne yazık ki bütün bunların tersinin yapılageldiği, birçok açıdan heba edilmiş uzunca bir zaman dilimi oldu.

……………………………………………
www.huseyin-simsek.com
huseyin.şimsek@gmx.at

guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments