*TOPRAKTAN, ATEŞTEN VE DEMİRDEN HAYATI YARATANLARIN ŞAİRİ:NAZIM HİKMET

HomeManşet Haberler

*TOPRAKTAN, ATEŞTEN VE DEMİRDEN HAYATI YARATANLARIN ŞAİRİ:NAZIM HİKMET

ALTAN AÇIKDİLİ

 

“uyan uyumak için önümüzde sonsuzluk var.” Hayyam

 

“Ben kendi payıma bir iki iyice şiir yazdımsa, bunların tümünün içeriğini önceden iyice pişirdim. Sonra en uygun biçimlerini, ne çeşit uyakla (kafiye ile), ne çeşit ölçü ile yazılabileceğini, boyutunun aşağı yukarı ne olabileceğini, dilinin edasını, çeşnisini, peşinen kestirmeye çalıştım. Yani çok zahmetli bir çalışmadan sonra işe koyuldum.” Nazım Hikmet

Nazım Hikmet’i anlatmak şüphesiz dünyanın en kolay ve en zor işidir diyebilirim. Kolaydır, çünkü herkesin Onunla ilgili bir fikri ve bilgisi vardır. Zordur, çünkü Nazım Hikmet, sanılanın aksine, yaşadığı ömre, pek çok şeyi sığdırmayı başardığı gibi, gerek devlet, gerekse onun kendi deyimiyle “dostları”, Nazım ile ilgili pek çok şeyi gizlemiş veya çarpıtmışlardır.

Biz bugün Nazım’ı anlatırken, onun mavi gözlerinden, sarı saçlarından ve sevgililerinden bahsetmeyeceğiz. Biz Nazım’ın ‘çilesi’nden ya da, bedbahtlığından da bahsetmeyeceğiz.

“Evet, bugünlerde aşkları ön plana çıkarılan, dünyanın sayılı şairlerinden biri olan Nazım Hikmet’in bir de siyasi yaşamı vardır.

Şiiri ve aşkları kadar başarılı olmasa da…

Olması da beklenemezdi.

Bir tarafta şiir ve aşk, öbür tarafta siyaset…

Uyum, gayri mümkün”(Hasan Pulur, 17 Ocak 2002 milliyet)

 

Terbiyesizliği ve haddini bilmezliği görüyor musunuz? “Şiirleri ve aşkları kadar başarılı olmasa da” ve maalesef bu alçaklık ve küstahlık sadece Hasan Pulur’a ait değildir. Bu Nazım’a yönelik kampanyalardan sadece bir örnektir…

Biz Nazım’ı anlatırken, yukarıdaki alıntıda olduğu gibi, burjuva kalemşörlerin söylediği Nazım’ın şiirde başarılı, ancak politikada başarısız olduğu uydurmacalarına da pabuç bırakmayacağız.

Biz, burada, “bizim Nazım”ı anlatmayı tercih edeceğiz desek bile, aslında Nazım’a haksızlık etmiş oluruz. Çünkü “bizim” olmayan bir Nazım yoktur. Nazım; Her şeyi ile ve her yönüyle bizimdir.

Yaşamın bir bütün olduğu gerçeğinden yola çıkarak, şunu söyleyebiliriz ki; bir insanın politikasıyla sanatının ayrı ayrı ele alınamayacağını iyi bilmek gerekir. Nazım’ın sanatını yüceltip, politikasını eleştirenlere, Nazım’ın şiirlerinin politikasını ideolojisini nasıl içerdiğini ve sanatının, şiirinin nirengi noktasını bu ideolojinin oluşturduğunu hatırlatmakla yetinelim.

 

1923’te yazdığı Şair adlı şiirinde kendi şairliğini şöyle tarif etmektedir:

“Şairim

 

şiirden anlarım,

 

en sevdiğim gazel

 

Anti Dühringidir Engelsin..

 

Şairim

 

bir yıl yağan yağmur kadar şiir yazdım..

 

Fakat asıl

 

şaheserime

 

başlamak için

 

Hafızı Kapital olmayı bekliyorum.”

 

Nazım Hikmet’i anlatmak, Onun kaç yılında nerede doğduğunu, nerde büyüdüğünü, ne kadar hapis yattığını, kaç kişiyi sevdiğini ve nerde öldüğünü anlatmakla sınırlandırılamaz. Bu anlatım biçimi, klişe burjuva biyografi biçiminden başka bir şey değildir. Yukarıdaki şiirinden de anlaşılacağı üzere, Nazım Hikmet aslında 1922’te doğmuştur (Örgütlü mücadeleye katıldığı tarih) dersek, abartmış olmayız diye düşünüyorum.

 

NAZIM HİKMET BU TOPRAKLARIN ŞAİRİDİR.

Nazım’da şiir basit bir duygu fırtınası değildir bir savaş aletidir…

 

“İster mermi kullanın ister oy pusulası insan iyi nişan almalı. Kuklayı değil kuklacıyı vurmalı.” diyor Malkom X. Nazım’da, şiirin usta nişancılığı O’nun ideolojisinden geliyor.

 

Nazım Hikmet Memleketimden İnsan Manzaraları’nı, okuduğumuzda görürüz ki, Nazım bir manzarayı seyreder gibi seyretmekle kalmaz, toplumun, çelişkilerin ve mücadelenin içine işlemesine, içimize işlemesine izin verir. İnsanın tüm durum ve hallerini onun sosyal ve toplumsal ilişkileri içerisinde ve aynı zamanda kendine özgülüğünü yitirmeden resmeder. Nazım Hikmet bir seyirci değildir. Tarif ettiği sahneler, acılar, yokluklar insanın tahammül sınırını aşacak kadar acıklı ve çaresiz hallerdir. Ama Nazım çerçeveyi salt bunun üzerine kurmaz. Öyle karakterler çıkarır ki karşımıza, her biri kendi içinde diyalektiğin yaşamda beden bulmuş halidir. Ve yine öyle olaylar koyar ki önümüze, Volokolomsk Şosesi’nde üzerinize gelen Alman tankının palet izlerini hissedersiniz vücudunuzda… Ancak salt bunları hissetmekle kalmaz aynı zamanda o tanka karşı savaşmak için müthiş bir özlem ve istek duyarsınız… Ve yine sadece bazen bir anı yaşamanın bir ömre bedel olduğunu ta ruhunuzun derinliklerine dek hisseder ve arzularsınız… Tıpkı Dostyoveski’nin dediği gibi; “Nasıl ki bir yiyeceği sevmenizin nedeni onun bolluğu değil tadıdır, hayatı güzel kılanda uzunluğu değil anlamıdır”… Nazım Hikmet’in gerek kendi hayatı gerekse ürünleri böylesi bir anlamın ne demek olduğunun en büyük kanıtı değil midir?

 

Yani burjuva kalemşörlerinin bize anlattığının aksine, Nazım’ın şiiri ile siyasal hayatı birbirinden ayrı değil aksine iç içedir.

Nazım’ı Nazım yapan, hümanizm anlamında bir insan sevgisi yaklaşımı değildir. Nazım’ın insanı tanımlaması (bakınız diğer bazı şiirleri, akrep gibisin vb.) insanın hak etmediği bir yaşama boyun eğişine isyanla doludur. Burada kendi sorumluluğunu da açıkça ifade etmekten çekinmemektedir. Nazım Hikmet halkını, acılarını “ancak yaşayanın anlayacağı” var sayılan duyguları içselleştirerek, bir değişim ve dönüşüm sürecine evrilmesi için ön tanımlama şeklinde sunar.

Sınıf savaşımının, tüm yaşam ve eylemlerini, aşkı, korkuyu, kahramanlığı nasıl belirlediğini gösterir bize Nazım. Ve gerektiğinde bu konuda ödenecek bedellerin bir hüzün değil onur kaynağı olduğunu gösterir… Tıpkı Bertholt Brecht’in dediği gibi “savaşan bazen kaybedebilir ama savaşmayan çoktan kaybetmiştir”…

 

İşçi sınıfı yalnız bir tanımlamadan ibaret değildir Nazım’da. O, “Topraktan, ateşten ve demirden hayatı yaratanların” şairidir. İşçi sınıfı, topraktan, ateşten, demirden hayatı yaratmaktadır. Hayatı yaratmak bir güçtür ve işçi sınıfının bu gücünü görmesi ancak işçi sınıfının bilincine doğrudan müdahale ile mümkündür. Bilince müdahale, yüreğe ve akla müdahaledir. Bu yüzden Nazım, işçi demekle yetinmez. Ona kudretini hatırlatmak için yüreklere ve akla cesurca müdahale eder.

Nazım, teorik ve politik açıdan işçi sınıfının ve mücadelesinin ete kemiğe bürünmesi, kişisel boyutta hayata yansıması konusunda benzerine pek de rastlanmayan eserler verebilmiştir.

Çünkü işçi, yalnız fabrikada işçi değildir. O, aynı zamanda Medyanın(ajans haberlerinin) yalanlarıyla kandırılan, o aynı zamanda kırıntılar ve vaatler ile oyalanan, o aynı zamanda korkularla ve yoksulluklarla tüm ilişkilerine karanlık bulaşmasının önüne geçemeyendir…

İşte bugün bu “tüm ilişkilerine karanlık bulaşmasının önüne geçemeyen” işçi sınıfının, bu karanlıklardan çıkışının yolu da Nazım’ın şiirlerinde ince ince işlenmiştir. “Güneşe akın”ı yazmak için, o karanlığı görmek, o karanlığın acısını çekmek, o karanlıkla boğuşacak cesareti bazen kendi payından fazlasını yüklenmek gerekir. Nazım kendi payına, bunu yapmayı başarmıştır. Albert Einstein’ın sözündeki gibi “Ancak başkaları için yaşanan bir hayat yaşanmaya değer bir hayattır”… Nazım için hayat böylesi bir adanmışlıkla anlam kazanmıştır.

Tabii konu Nazım Hikmet olunca, insana dair, mücadeleye dair, aşka dair bir şiir ustası olunca ve Nazım Hikmet politik olarak dönemine göre yeterince yetkin olunca bugünden bakıldığında beklentiler de daha büyük olabiliyor. Bugünden bakınca bu beklentiler Nazım’ın yer yer acımasızca eleştirilmesine de neden olabiliyor. Evet altını çiziyorum, bugünden bakınca… Zira Nazım’ı dönemiyle, örgütlülüğüyle algıladığımızda bu eleştirilerin yüksek beklentilerden kaynaklandığını söylemeliyiz. Abraham Maslov’un sözü anlamlıdır; “elinde çekiç olan herşeyi çivi olarak görür”. Niyette bir sorun yoktur. Analizde sorun vardır. Nazım’ın eleştirisini yapmak ancak yarınlar için mücadele edenlerin ve bugüne dair ürün verenlerin hakkı olabilir. Nazım bize göstermiştir ki, her aydın, “yarınlara kalacak” ürünler veren her sanatçı, içinde bulunduğu topluma ve sisteme “gelecekten” bakabilmelidir. Buradan bakıldığında Nazım, İnsan Manzaraları’nda, dönemini ve sistemi, net bir tarzda tarihsel bir fotoğrafını çekmiştir. Bu derinliği görmezden gelmek haksızlıktır. Nazım’ın bizzat Nazım’cılar tarafından sansürlendiği de görmezden gelinir çoğu zaman. Bizzat Memet Fuat tarafından sansürlenen “Akşam Gezintisi” şiirinin şu bölümünü de okumak da fayda var:

 

“Mürettip Refik’le sütçü Yorgi’nin ortanca kızı

 

Çıkmışlar akşam piyasasına,

 

Parmakları birbirine dolanmış.

 

Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış.

 

Affetmedi bu Ermeni vatandaş

 

Kürt dağlarında babasının kesilmesini.

 

Fakat seviyor seni,

 

Çünkü sen de affetmedin

 

Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına.”

 

…..

Bakınız Kuvayi Milliye destanını yazdığı için eleştirdiğimiz (ki haklı bir eleştiri olmasına rağmen o dönemki TKP politikalarını da bilmek gerekir) Nazım Hikmet, 15’lerin katledilmesiyle ilgili şöyle yazmıştır:

 

“…

 

Trabzondan bir motor açılıyor,

 

Sahil de kala b alık

 

Motoru taşlıyorlar

 

Son perdeye başlıyorlar

 

Burjuva Kemal’in omzuna binmiş

 

Kemal kumandanın kordonuna

 

Kumandan kahyayının cebine inmiş

 

Kahya adamların donuna

 

Uluyorlar

 

Hav.. hav… hak.. tü

 

Yoldaş unutma bunu

 

Burjuvazi

 

Ne zaman aldatsa bizi

 

Böyle haykırır

 

-hav.. hav.. hak… tü”

 

İşte bu havlayanları tepesinde taşıyan, işte bu emperyalizmin uşağı sizce hangi Kemal’dir?

 

Burada bir çelişki görünmüyor mu? Kemalizm ile hesaplaşmış bir Nazım (ki bu 1923 tarihli şiiridir) ve o dönem için şapka çıkarılacak bir durumdur. –hatta maalesef bugün Kemalizmle hesaplaşmayı gerçekleştirememiş “aydınların” sayısı erişenlerden daha çoktur.- Zaten durumun kendisi olayı anlatıyor. Şiirden bu bölüm gizlenmiştir. Dillendirilmemiştir. Eksiklik Nazım’da değildir, eksiklik likidasyon politikalarıyla, burjuva ideolojisiyle hesabını göremeyen o dönemin örgütündedir. Kuvayi Milliye’deki eksiklik Nazım’da değildir. Burada Nazım bir konuda eleştirilecekse oda bu ideolojiye karşı olmasına rağmen bu karşı duruşu nedeni ile ihraç edilmesi ve bizzat ihraç edildiği partisi tarafından yoğun bombardımana tutulup, yalnızlaştırılması karşısında direnememesidir Evet Nazım partisinde ideolojik sağlamlığı ile çoğu zaman muhalif olmuştur, ancak gerçek zaferin örgütlü mücadele ile kazanılacağının derin bilgisi ile hiçbir zaman örgüt kaçkını olmamıştır. Tarihsel süreci iyi bilmek gerekiyor. Nazım’ın Kuvayi Milliye’yi yazdığı dönem Nazım’ın sadece burjuvazi tarafından cezalandırıldığı bir dönem değildir. O dönem Nazım’ın partisi tarafından da ‘cezalandırıldığı’ bir dönemdir. Şiirin yazılış tarihi 1936-1941 arasıdır. 1936’yı siz Memleketimden İnsan Manzaraları olarak düşünün. Çünkü aslında nüvesi bu destanda olan şiir, daha sonra Kuvayi Milliye’ye evrilmiştir ya da Memleketimden İnsan Manzaraları daha önce Kuvayi Milliye’deki, Karayılanların hikayesi ile başlamıştır. Memleketimden İnsan Manzaraları’nın başında Nazım şöyle der. “939 da İstanbul tevkifhanede başlanıp…………………..biten bu kitap ona ithaf edilmiştir.” O Piraye’dir. Burada sorun yok ancak nokta noktalar nedir, adam yayınlarının baskısı dahil ne bilen(!) var ne yazan. 39 da insan manzaraları, 36-41 arasında Kuvayı Milliye Destanı… İlginç bir iç içe geçişlik. Bu iç içe geçiş sadece tarihlerde değildir üstelik. Şiirden biraz anlayan Nazım’ı biraz okuyan herkes bu iki kitabın aslında tek kitap yani tek şiir olduğunu anlamakta zorluk çekmez. Kuvayi Milliye’de anlatılan hikayelerin tamamı o dönemin ezilen insanlarının hikayeleridir. Tıpkı İnsan Manzaraları’ndaki kamburun hikayesi gibi. Burada pek problem yok. Üstünden atlanan bir ayrıntı gibi dursa da bizim ezilen insanımızın, bizi de katleden (15’leri unutmadık unutturmayacağız)Bir burjuva destanına nasıl konu olduğudur. Yada diğer bir deyişle ismi ve “mavi gözleri çakmak çakmaktı……..”gibi birkaç öğenin haricinde, insan manzaraları kitabının içinde olduğunda hiçbir problem olmayacak olan bu kitap, nasıl oluyor da Kuvayi Milliye Destanı haline geliyor. Gerçi burjuvazinin sanatsal acizliği olsa gerek kendi savaşının hikâyesini yazamamıştır, bu iş bir komüniste kalmıştır desek de 15’lere yazdığı şirin tüm çıplaklığında bu iki örnek nasıl bir zıtlık oluşturuyor diye sormamak mümkün mü?

 

Peki Nazım’ın karşı çıkmalarına rağmen “Faşizme karşı birleşik cephe” politikasının bu kitapta hiç rolü yok mudur? Hani faşizme karşı “en”ler politikası var ya, bu politikanın gereklerinden biri de burjuvazinin “ileri” unsurlarını da bu cepheye katmaktır ya…. Peki biraz nefes alalım ve bu konuya tekrar dönelim.

 

Bakınız Memet Fuat, nazimhikmetran.com sitesinde şu bilgiyi veriyor: “Komintern’e bağlı yasadışı Türkiye Komünist Partisi’nden “anti-Stalinist” nitelemesiyle “ihraç” edilmişti. Çeşitli nedenlerle kendisi gibi örgütsüz kalmış arkadaşlarıyla kurmayı denedikleri ikinci bir yasadışı partiye de Komintern kucak açmamıştı. Zaten çok geçmeden bu parti kovuşturmalar, tutuklamalar, mahkûmiyetlerle kendiliğinden dağılmıştı.” (Siz bu anti-Stalinist suçlamasını Nazım Hikmet’in yaklaşan emperyalist savaş öncesi, enternasyonalist politikalardan uzaklaşmaya Partinin politika üretememesine ve hep atamalarla yönetilmesine karşı giriştiği mücadele olarak algılayınız. O dönemde ve hatta çok uzun bir süre, mevcut bir politikayı onaylamıyorsanız “anti-Leninist”, “anti-Stalinist” olarak yaftalanırdınız.)

 

Bunları bilmeden Nazım’ı yargılamak ve infaza kalkışmak kabul edilemez bir yaklaşımdır. Eksikliği Nazım’da değil o dönemde “sol”un Kemalizm ile hesaplaşmamış olmasında aramak daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Bugün o günkü Komintern kararlarını eleştirmeyi göze alamayanlar (politik yaklaşımlarını hali hazırda 3. Enternasyonal’e göre “faşizm” tahliline göre yapanlar) Nazım’a kolaylıkla sataşmışlardır. Sen hala, devlet tahlilini 3. Enternasyonal’in faşizm tahliline göre yapacak, buna karşı “ulusal burujuvazi”yi müttefik görebilecek politikalar geliştireceksin, hem de Nazım’a dil uzatacaksın. Tabii kimse soruyu doğru ortaya koymayınca, ağzı olan konuşuyor. İnanın şaka gibi.

 

Nazım Hikmet örgütlü bir sanatçıdır ve örgütlü bir sanatçı olmak konusunda da yeterince inançlı ve inatçıdır. Zira bu “ihraç”tan sonra bile bir örgüt kurma girişimi bize Nazım’ın yaklaşımını gösterir.

 

Burayı biraz açmakta fayda var.

 

“1928-1945 Yılları

1928 ve 1929 yılları TKP’ye yönelik iki yeni tutuklama kampanyasına tanık oldu. 1929 yılında TKP içinde, Kemalist iktidara karşı takınılacak tutum konusunda, bölünmeyle sonuçlanan bir anlaşmazlık çıktı. Burjuvaziyle uzlaşmaya karşı çıkan ve daha sol bir mücadele çizgisi öneren partililerin (Pavli adasında)** topladığı kongrede oluşturulan yeni merkez komitesi Komintern tarafından kabul edilmedi. Nazım Hikmet’in de içinde bulunduğu adı geçen muhalif grup Troçkizm suçlamasıyla partiden çıkarıldı. Muhalefet bu kararı tanımadı, kendisini asıl parti sayarak faaliyetlerine devam etti.” (Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar-II (1925-1936), BDS Yayınları, İstanbul, 1992, s. 76)

 

”1935 yılında toplanan yedinci Komünist Enternasyonal kongresinde “faşizme karşı birleşik cephe” çizgisi benimsendi (italik bize ait). Bu çizginin Türkiye koşullarında uygulanabilmesinin ilk adımı olarak Komintern yönetimi TKP’nin Komintern bünyesinden ayrılmasını ve ayrı çalışmasını kararlaştırdı. “Desantralizasyon” veya “Separat” kararı olarak adlandırılan bu kararla Türk hükümetinin Sovyetler Birliği ile dostluk ve faşist devletlerden uzak durma çizgisine daha kolay çekilebileceği düşünülüyordu. Karara uygun olarak, TKP faaliyet programının öngördüğü “Türkiye Komünist Partisi iktidarda bulunan Halk Partisi’ne karşı barışmaz azimkârane bir tarzda mücadele eder” hükmü (Türkiye Kommunist Fırkası Fealiyet Programı, İnkılâp Yolu külliyatı, sayı 1, 1931’den aktaran Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar-II (1925-1936), BDS Yayınları, İstanbul, 1992, s. 252) bir yana bırakıldı ve Parti “o zamanki İsmet İnönü hükümetinin, memleketin milli bağımsızlığına, sosyal gelişmesine hizmet eden, memleketin ve halkın yararına olan bütün icraatında aktif olarak desteklenmesine karar verdi. Partiye bağlı gizli işçi sendikaları ve gizli Komünist Gençlik Teşkilatı kaldırılarak üyeleri legal işçi ve gençlik teşkilatlarına girmekle görevlendirildi”. (Zeki Baştımar, “Komintern 7. Kongresi’nin 30. Yıldönümü Konuşması”, Yeni Çağ, Ekim 1965’den aktaran Mete Tunçay, yukarıdaki eser, s. 126)

 

Bu uzun alıntıları yapmamızın sebebi, Nazım’ın ideolojik duruşunu ve o dönemin koşullarını anlatmak açısından önemlidir.

 

“TKP’nin bilinen çalışma usullerinin dışında bir çizgi izlemeye başlamıştı. TKP’nin eylemleri sürekli tevkifatlarla kesilip duruyordu, beklediği kongre de yapılamıyor, parti hep aynı yöneticilerle, atama yoluyla devam edip duruyordu. Bu durumda kendisine yakın olan partilerle ayrı bir örgütlenmeye karar verdi.” (Emin Karaca “Nazım Hikmet’in Siyasal Yaşamı” Gendaş Yayınları, 2002)

 

Enternasyonalin 7. Kongre kararı TKP’nin ideolojik hattında önemli bir kırılma noktası yaratmıştır. Zaten Nazım Hikmet ve arkadaşlarının mücadele ettiği işleyişteki aksaklıklar ve mücadeledeki likidasyonlar, Komintern’in faşizme karşı birleşik cephe ve TKP politikalarının SSCB’nin kuşatılmasına karşı tampon olması boyutu ile TKP devrimci çizgisinden iyice uzaklaşmıştı.

 

Biraz uzun oldu ama birtakım şeylerin yerine oturtulması için önemlidir.

 

Birincisi, Nazım Hikmet bilerek yalnızlaştırılmıştır

Subscribe
Notify of
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments