Türkiye, siyasal ve toplumsal maskelerin hızla düşmekte olduğu bir dönemden geçmektedir. Ekim 2024’te başlatılan “müzakere süreci,” yalnızca bir çözüm arayışı olmanın ötesinde; aynı zamanda siyasal duruşların yeniden görünür kılındığı kritik bir eşik teşkil etmektedir. Kürt meselesi, tarihsel olarak Türkiye’de her zaman bir turnusol kâğıdı işlevi görmüş, demokrat, sosyalist ve aydın kimliklerin sınandığı bir alan olmuştur.
Son dönemde yaşanan tartışmalar bu olguyu somut bir biçimde ortaya koymaktadır. Örneğin, Kürt iş insanı Hamdi Ulukaya’nın “Ben Türkiyeliyim” beyanı sonrası gelişen tartışmalar ve “Ben Kürdüm” dediği için hedef alınan Alman futbolcu Deniz Undav’a yönelik linç girişimleri, kamuoyunda milliyetçi ve ırkçı söylemlerin sistematik biçimde örgütlendiğini göstermektedir. Bu durum, Türkiye’de siyasal pozisyonlanmanın önemli ölçüde Kürt meselesi ekseninde şekillendiğini ortaya koymakta ve sorunun, dolaylı biçimde tüm Türkiye toplumunu ilgilendirdiğini göstermektedir.
Solun Ulusalcı Limana Sığınışı
Türkiye solunun önemli bir kesimi, özellikle 12 Eylül 1980 darbesinin ardından daralan siyasal ufkunu giderek kaybetmiş, devrimci perspektifini yitirerek sistem içi muhalefet çizgisine savrulmuştur. AKP’nin otoriterleşme süreçleriyle birlikte yaşanan savrulma, ulusalcı reflekslerin güçlenmesi biçiminde tezahür etmiştir. Günümüzde kendisini hâlâ “solcu” olarak tanımlayan birçok kişi ve çevre, esas olarak Erdoğan karşıtlığı üzerinden şekillenmekte; Cumhuriyet ve laiklik temelli nostalji ile 29 Ekim, 10 Kasım vb. rejimin tarihsel sembollerine sarılmalar yaşanmakta, buna paralel olarak Kürt hareketine yönelik milliyetçi refleksler gelişmektedir.
Bu bağlamda, Türkiye’de solculuk, eşitlik ve özgürlük ilkelerinden ziyade giderek Cumhuriyete bağlılık üzerinden tanımlamaktadır. Kürt siyasi hareketine yönelik gizli öfke ise onun devletin kuruluş anlatısını sorgulayan bir toplumsal güç olmasından kaynaklanmaktadır.
Kürt Hareketine Tepki: Algı ve Gerçeklik
“Barış böyle yapılmaz” veya “bu mücadele sosyalist değil” gibi söylemler, yarım yüzyıldır dünyanın en güçlü ordularına karşı verilen Kürt direnişinin tarihsel anlamını göz ardı etmektedir. Latin Amerika devrimleri başta olmak üzere, dünya deneyimlerine hayranlık duyan, ancak Diyarbakır, Dersim ve Botan deneyimlerini görmezden gelen bir sol yaklaşım söz konusudur. Aynı şekilde, kadın özgürlüğü söylemini benimseyen sol aktörler, bölgedeki kadın direnişinin tarihsel ve örgütsel boyutunu görmezlikten gelmektedir.
Oysa Kürt hareketi, bölgenin en seküler ve demokratik toplumsal dönüşümlerinden birini üretmiş; kadın temsiliyeti, yerel demokrasi uygulamaları ve eş başkanlık sistemi açısından uluslararası ölçekte dikkate değer bir model ortaya koymuştur. Ancak bu kazanımlar, resmi ideolojinin kör noktaları nedeniyle görünmez kılınmaktadır.
Ulusal Sorunun Sol İçindeki Yanlış Okunması
“Kürt hareketi neden Marksist değil?” sorusu, ulusal hareketlerin tarihsel meşruiyetini sosyalist çizgiye indirgemeye çalışmaktadır. 20. yüzyıldaki ulusal kurtuluş süreçlerinin çoğu sosyalist karakterde olmakla birlikte, bu nitelikten uzak ama meşru olan hareketler de olmuştur. Örneğin hiç kimse Filistin, Cezayir, İrlanda, Güney Afrika vb. deneyimlerinin Kürt hareketinden daha sol-sosyalist olduğunu iddia edemez. Zira ulusal sorunun özü, bir ulusun kendi kaderini tayin hakkıdır; bu hak ayrılma ve bağımsız devlet kurma hakkını içerdiği gibi federasyon, özerklik ve yerinden yönetimi de içermektedir. Marksist perspektif, bu hakkı koşulsuz biçimde savunmayı gerektirir.
Aydın Olmanın Etiği: Sartre’dan Günümüze
Cezayir Kurtuluş Savaşı sırasında Sartre’ın pozisyonu, aydın olmanın siyasal etiğini açıkça ortaya koymaktadır. Sartre, eleştirilerini ezilene değil, esas olarak ezene yöneltmiş ve sömürgeci devleti teşhir etmiştir. Günümüzde Türkiye’de aydın olmanın sınavı da burada belirginleşmektedir: Kürt halkı hak talep ederken, entelektüel hangi dili kullanmaktadır? Ezilenin yanında mı durmaktadır, yoksa iktidarın tarihine mi sığınmaktadır?
Demokratlık ve Sosyalistlik Ölçütü
Emek ve sermayeden söz edenlerin tutarlılığı kimi aktüel meselelerde sınanır. Örneğin mülteci ve göçmen meselelerinde tutarlı davranmadığında demokratlık iddiası tartışılır. Bir başka sınanma alanı 1900–1920 dönemlerinde yaşananlardır. Komünistleri Karadeniz’de boğduranlar kimdir? Çerkez Ethem hareketini kimler tasfiye etti? Rum, Ermeni ve Süryani kıyımlarıyla yüzleşmeyenler demokrat olabilir mi? Bütün bu tarihsel yaşanmışlıklara yaklaşım demokratik kapasitenin göstergesi olarak değerlendirilebilir. Sosyalistlik, eşitlik ve özgürlük ilkesini tüm azınlıklar için savunabilmeyi; demokratlık, kimliklerin siyasal alanda özgürce temsilini; aydın olmak ise devletin değil halkın hakikatine yaslanmayı gerektirir.
Sonuç olarak, Kürt meselesi ve ötekilerin sorunları, Türkiye’de sosyalist, demokrat ve aydın olmanın turnusol kâğıdı işlevini görmektedir.







