Mağusa Liman’ı limandır, liman aman aman
Beni öldürende yoktur din iman
Uyan Ali’m uyan, uyanmaz oldun
Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun
İskeleden çıktım yan basa basa
Mağusa’ya vardım kan kusa kusa
Uyan Ali’m uyan, uyanmaz oldun
Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun
Mağusa Limanı’ndan aldılar beni
Üç mil uzağıma attılar beni
Uyan Ali’m uyan, uyanmaz oldun
Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun.
Yıllardır çok severek dinlediğim türkünün hikayesinin Gazimağusa’da karşıma çıkmasına çok şaşırıyorum. Hikâyeyi dinlediğimde ise sözleri daha bir anlamlı, duygusu daha bir yoğun geliyor.
Kapalı Maraş çıkışında karşı tarafta surlar görünüyor ve buradan defalarca geçtik. Bugün hemen girişinde bulunan burca çıkıyoruz. Önce sur içini kuş bakışı inceliyoruz.
Yüksek yerler kalp atışımı hızlandırıyor ve işin uzmanları bunu fobi olarak adlandırıyor. Uzağa baktığımda sorun olmuyor, daha rahat hissediyorum, ama burada nefesim kesiliyor, manzara muhteşem özellikle de liman manzarası.
Ali önce Mağusa Limanı türküsünü mırıldanıyor ve burada geçtiğini bilip bilmediğimi soruyor. Tabii ki bilmiyordum ve hemen dinlemeye başlıyorum.
Birinci Dünya Savaşı çoktan bitmiş, dünyanın kendi durağanlığı içinde ikincisine hazırlandığı yıllarda Arap Mahmut’un çocukları Arnavut Mahallesi’nde büyüyor. Arap lakapları ise esmerliklerinden geliyor.
Küçük oğlu Ali ele avuca sığmayan, tuttuğunu koparan bir delikanlı olduğunda ise yemeğe, içmeye meraklı, hovardalıkta da üzerine kimse tanınmıyor.
Hatta Leymosun sokaklarında yürürken herkes ölçülü yaklaşıyor. Bu sertliğinin yanında yüreği insan sevgisi ile dolu olan Arap Ali, haklının yanında duruyor her zaman.
Meyhane muhabbetlerini seven Ali cebinde para tutamaz. Kendini meyhane masalarına vurur ve son kuruşuna kadar çevresindekilerle bölüştüğü için anne ve babasını tekrar tekrar para için zorlar.
Hatta bir gün annesi “Artık yeter” diyerek isyan eder. Durur mu Ali aklına koymuş bir defa hemen eline bıçak alarak kardeşinin boğazına tutar ve “Para vermezsen kızını boğazlarım ya para verirsin ya kızının canını” diyerek tehdit eder.
Korkan kız kardeşin “Kurtar beni anne” feryadı ise Ali’nin zaferi oluyor. Muradına eren Ali annesinin para vermediği günlerde bunu ritüeli haline getiriyor.
Aslında kız kardeşini çok seviyordur ve bir şey yapacağı yoktur. Sadece ailesinden para koparmak için elinde ki kozdur.
Ele avuca sığmaz bu delikanlı tüm deliliklerine rağmen ailesinin sevgilisi, göz bebeğidir.
Arap Ali evlenme çağının geldiği yaşlarda Poli köyüne gidiyor ve sokaklarında dolaşırken “Ayaktaşı” “Birayak” bizde ki adı ile “Seksek” oynayan bir kıza takılıp kalıyor.
Yeşil gözleri ve kumral saçları olan kız, Seniha güzelliği ile Ali’nin kalp ritmini arttırır. Aşk kapısını çalmıştır genç delikanlının.
Seniha’yı kendisine eş yapmak için heyecanla anasına koşar genç oğlan. Aile dünden razı hiç ikiletmez oğullarını ve hemen kız isteme, düğün dernek telaşı ve Ali’nin evlilik günleri başlar.
Bütün aile güzeller güzeli Seniha’yı öyle çok sever ki, ona yardımcı olmak için adeta birbirleri ile yarışır.
Arnavut mahallesi sakinleri geçimsizliği ve küfürbazlığı ile ün salmıştır. Ali sadece bu mahallede değil tüm Leymosun’da kabadayılığı ile ünlenmiştir.
Evlenmiş olması bu namından vaz geçeceği manasına gelmiyordu. O yürürken sokaklar titretiyor, kimse yan gözle bakmaya cesaret edemiyordu. Bizzat kendisi de bela arar gibi dolaşırdı. Buna rağmen yüreğinin temizliği, haklının yanında duruşu herkes tarafından bilindiği için sorunu olan Ali’ye koşardı.
O da evlenmesine rağmen beladan kaçmıyor ve zevklerini, meyhane muhabbetini bırakmıyordu. Nasıl olsa Seniha emin ellerde, ailesinin her bir bireyi Seniha’sına kıymet veriyor, gözü gibi bakıyordu. Konyağını yudumlarken bile bir yandan da yumruğu ile masaya vururdu tekinsizliğinden. O günlerde bela kol geziyor ya, bulunduğu meyhaneye kendisinden kalır yanı olmayan boksör Kabadayı lakaplı Serdengeçti geliyor.
Boksör belki de Arap Ali’yi gördüğünde “Bunun neresi kabadayı” diye geçiriyor içinden, bilinmez ama yumruklarına güvenerek bizim oğlana sataşmaya başlıyor.
Başta duymazdan gelen Ali dayanamayarak “Bana sakın bulaşma, pişman olursun!” diye gürlüyor.
Boksör kabadayı aldırmıyor bu sözlerine, öfkesini de göstermekten çekinmiyor. Belli ki dövüşmek istiyor ve hamlesini yapıyor. Ali çevik bir hareketle boksörün havadaki eline hızla masadan kaptığı bıçağı saplıyor.
Şaşkın meyhane seyircisi Arap Ali’nin çevikliğini hayretle izlerken kavga başlamadan son buluyor. Sonrasında ise bizim Serdengeçti boksör, Arap Ali’yi kabullenerek kendisinden daha üstün bu kabadayıdan her yerde övgü ile bahsediyor.
Serseri geçinenlere el kaldıran Arap Ali tam aksine kadınlara karşı oldukça korumacı. Kadınlar kocalarından dayak yiyecek olsa anında Ali’nin yanında bitiyor ve dayaktan kurtuluyorlar. Her zaman ve her durumda haklının yanında oluyor Ali.
Babası ve amcası gibi Ali’de limanda hamallık yaparak geçimini sağlıyor. Zamanla güçlü kolları, çevik vücudu ile işini iyi yapan genç adam babası gibi hamal başı oluyor.
Bir gün iskele başında masada işçilere paralarını dağıtan patrondan yevmiyesini almak için sıraya girdiğinde, yevmiyelerini almış birkaç gencin aralarındaki konuşmalarından paralarının eksik verildiğini duyuyor ve detaylarını öğrendiği gençlere “Siz burada bekleyin” diyor.
Doğruca para dağıtan işverenin yanına gidiyor ve nedenini soruyor. “Sen paranı tamam aldın mı? İşine bak”. Diyor patron olacak işveren. Arkadaş canlısı ve haklının yanında ya ısrar ediyor “Onlar da benim gibi sabahtan akşama kadar çalıştılar. Haklarını vermen lazım” diyor.
Arap Ali’yi iyi tanımayan işveren parasının gücüne sığınarak “Senin kabadayılığın burada sökmez Ali, çekip git başımdan” der demez suratına öyle bir yumruk yer ki, masa ile her şey iskeleden dökülür.
Olaya polisin karışması ile iş mahkemeye taşınır. Hâkim kararı okurken işvereni “Gördün mü” gibilerinden gülmektedir. Bu gülüşe “Seninle işimiz bitmedi, nasıl olsa birkaç ay sonra çıkarım” diyerek karşılık verir.
Öyle de olur, birkaç ay yatar ve çıkar. Evine gider ve hayatına devam eder. Kafasına taktı bir kere Ali, işverenden hesap sormak için zaman kollamaktadır. Mümkünü yok o hesap sorulacaktı.
Ve beklediği zaman gelir, bir gece yarısı Leymosun’a yoğun bir fırtına vurur. Arap Ali anasının evine giderek kız kardeşinden yağmurluğunu ve çizmelerini ister. Ne oluyor sorularına “Beni görmediniz” cevabını vererek limana doğru ilerler.
Ağzından köpükler saçan azgın dalgalar kıyıyı ve iskeleyi döverken mavnalar da adeta oyuncak misali dalgalara batıp çıkmaktadır. Ali o fırtınada mavnanın altına girer, tıpasını çıkarır ve bağlı olduğu demirinden kurtarır. İşlem tamamdır, fırsat kolladığı intikamını almıştır.
Ertesi gün dalgalar durulur ve güneş parlar. Ali de işine gider. Herkes telaşlı bir koşturma içerisindedir.
Sağa sola küfürler savurarak saçlarını yolmakta olan işveren bir yandan da mavnasını batıranın kim olduğunu sormaktadır.
Bu işi Arap Ali’den başka yapacak kimsenin olmayacağının farkındadır ve bizim Ali’de zaten inkâr etmez. Yaklaşarak işvereninin kulağına eğilir ve “Ben yaptım, ispat edebilirsen et bakalım. İstersen polis çağır” diyerek meydan okur.
İşveren mesajı almış, geri adım atmıştır. Bu deli ile uğraşırsa bütün mavnalarını kayıp edeceğini düşünerek geri adım atar.
Yıl 1943 olduğunda Ali artık Şinasi, Mustafa ve Önder adında üç çocuk babasıdır. Önder’in adını Sahavet halası vermiş, hani Ali’nin annesinden para koparmak için öne sürdüğü kardeşi.
Sahavet, Önder’e aşırı düşkündür. Önder büyüdükçe mahalleli tarafından babasına benzetilmektedir.
Savaş bulutlarının bir gidip bir geldiği, her yerde silahlı İngiliz askerlerinin kol gezdiği yıllarda Önder henüz altı aylık bir bebektir. Ve o bebek büyüdüğünde kendisini sendika ve toplumsal mücadelelere adar. Tıpkı babası gibi dürüst ve yiğit olur. Gönlünü de bir güzele kaptırır ve uzun bir hayat yolculuğu yaşar.
Lefkoşa’da bizim fotoğraf çektiğimiz handa ki kahvehane de yapılan bir söyleşini izlediğimde babasına benzerliği ile ben buradayım diyecek kadar bağırıyordu. Oysa babası hiçbir zaman o yaşta olamadı.
Röportajda ilgimi çeken bir bölümü nakledeyim size. “Sendikada yönetim kuruluna seçildiğimde iki dönem kalacağım bellidir. İkinci dönemin başında yerime geçecek kişiyi belirler ve her aşamada yanında tutarım. İşleyişi öğretirim. İkinci dönemin sonunda o kişi işin başına geldiğinde aksaklık yaşanmadan devam eder.” bu sözlerine hayran kalıyorum. Özellikle de günümüzde yönetim koltuğuna oturup kalkmamak için her yolu mubah kabul edenleri düşününce Önder KONULOĞLU Bey’e hayranlığım daha bir artıyor.
Uzun yıllar dernek yönetimi çatısı altında bulunduğum için yeri gelmişken bu detaydan da bahsetmek istiyorum. Yönetimler yolcudur, kadrolu çalışanlar hancı. Koltuğa oturan yolcu en basit anlatımıyla bu güzelmiş benim oldu mantığı ile koltuğu sahiplenir. Yeni görev heyecanı ile güzel işler yaparlar, ama bir süre sonra görev tembelliği ya da tekdüzeliğe geçerek hiçbir şey yapmak istemez veya yapmaması gerekenlere yönelir. Koltuktan da kalkmaz ve işleyişte aksaklıklar baş gösterir. Tabi bu aksaklıkların olumsuz yansımaları üzücü sonuçlarını da beraberinde getirir. Önder KONULOĞLU Bey’in bu uygulaması yönetim koltuğunda oturan ya da oturacak olanlara birer pusula.
Bu mücadeleci adamın büyüyüp adı gibi önderlik etmesine epey vakit var. O henüz altı aylık halasının dahi gözbebeği olduğu yıllardayız.
Silahlı, süngülü İngiliz askerleri Kıbrıs’ın her köşesini tuttuğu yıllarda Arap Ali işinde gücünde limandan limana gitmekte ve tabii ki her gittiği limanda meyhanelere uğramaya devam etmektedir.
Bir iş için Mağusa’da olduğu bir gece işini bitirdikten sonra biraz keyif yapmak için soluğu meyhanede alır. İngiliz askerlerinin orada olması ise büyük talihsizlik.
Ali’nin olduğu yerde kendisine yan gözle bakanın vay haline ve o bakışlar bu defa İngiliz askerlerinden gelir. Tabii Ali bir güzel hırpalar yan bakan askerleri.
Saatler ilerlerken Ali çok fazla alkol almıştır. Vakit gece yarısına geldiğinde ölüm de kapısında nöbete başlamıştır. Çünkü dövdüğü İngiliz askerleri meyhanenin dışında Ali’ye pusu kurmuş, ellerinde süngü ile beklemektedir.
Ali sağa sola sendeleyerek dışarıya çıkar. Askerler de sarhoş olmasını beklemiş olmalı ki; en savunmasız anında üzerine çullanır. Ali direnir dövüşmeye başlar, ama dövüş mertlikten uzaktır. Askerler çoğunlukta olduğu gibi ellerinde silahları da vardır.
Aniden sırtına bir süngü saplanır ve hızını alamayan askerler bir süngü, bir süngü daha derken kaç darbe aldığı bilinmeden yere yığılır.
Ancak çok hırslanan askerler bununla da yetinmez. Arabalarının arkasına bağladıkları Ali’yi millerce uzağa sürüklerler ve havaalanı yakınlarına yol boyuna atarlar. Önder KONULOĞLU bu olayı çok sonra o gece İngiliz Askerlerine şoförlük yapan Rum’un ağzından dinler. Aracın arkasına bağladıkların da İngiliz Askerleri, baban daha yaşıyordu der.
Haber Arnavut Mahallesi Mescit Sokağına çabucak ulaştığında mahalleli inanamaz. Birbirlerine şaşkınlıkla sorarlar. Arap Ali ölmüş mü? Nasıl ölür? Ölecek adam mıydı? Ama ölüme ne çare, kapısını çalmıştır bir defa Ali’nin de.
Geride üç çocuğu ve sevdiği kadını bırakmıştır. Yürekler dağlanır, anası Hatice kadın dayanamaz evlat acısına ve kısa bir süre sonra o da oğluna kavuşur. Dede Arap Mahmut, Önder’in saçlarını her okşadığında oğlunu görmüş gibi olur ve o da dayanamaz ve bir süre sonra oğluna kavuşur. Hatice kadının ardından hayata veda eder.
Ali’nin ölümü Leymosun dışında tüm adada yankılanır. Onun yiğitliği, mertliği, fakir ve haklının yanında olması, hovardalıkları dilden dile günümüze gelir.
Vücudu İngiliz süngülerinden delik deşik olurken, yere akan kanı direnişin türküsüne dönüşür.
Bir başka rivayet ise güçlü kuvvetli Ali’nin aldığı darbelerle Mağusa Limanına geldiği ve dilden dile gelen türkünün eşiyle son sözlerinden oluştuğu yönünde.
İşte o limanı izlerken bu hikâyeyi öğrendiğimde “Mağusa Liman’ı limandır, liman aman aman; Beni öldürende yoktur din iman” sözleri büyük bir anlam kazanıyor.
Bizi yaradan ilahi güce seslenerek; “Bu kadar acı yeterli, insanların içindeki kötülükleri, çirkinlikleri güzelliğe çevir lütfen.” den fazlası maalesef bende yok.