Binalarının balkonsuz ve bahçesiz, mahallelerin de ise az sayıda parkın olduğu İstanbul’da nefes almak her geçen gün daha bir zorlaşıyor. Özellikle pandemide yaşadığımız kısıtlamalar yeşil alan ve doğaya gereksinimi daha fazla arttırdı. Peki son dönemde duyduğum uçuk kiralar ve yaşam zorluğuna ne demeli; adeta tam zamanında İstanbul’dan ayrıldığımı doğrular şekilde haber kanallarından bana bağırıyorlar.
Pandeminin bana kattığı en büyük güzellik ihtiyaç dışında AVM den içeriye giremez oluşum. Böylece yıllar boyunca AVM den başka gidecek yerimiz yokmuş gibi yaşadığımızı da fark ediyorum.
Hatta o günlerde on, on dört yaş grubundaki öğrencilerimizin arkadaşları ile yaptığı AVM de buluşma programlarına başta şaşırıyor olsam da AVM de olmasını güvenli ve akıllıca bulduğumu itiraf etmeliyim.
Meğer özgürce nefes alabilmek, dolaşabilmek ne kadar değerliymiş. Kısıtlamalar kalktığında kendimi atacak yeşil alan ararken buluyordum ve aradan geçen süreçte bu gereksinimimde hiçbir değişiklik olmadığını fark ediyorum.
Bugün ise Havsa ’da Ali ile özgürce doğanın tadını çıkarıyoruz. Evimizin bir bahçesi yok, ama balkonumuz var. Ailelerimiz ve dostlarımızın ise harika bahçelerinin beraberinde açık alanda keyifle vakit geçirdiğimiz sayısız mekanlar bulunuyor. Burada dolu dolu şanslı sınıfına terfi ettiğimi gönül rahatlığı ile söylemeliyim.
İstanbul hayallerimin şehri ama trafiği, kalabalığı, stresi ile meğer hayatı yorgun yaşatıyormuş. Bugün sadece gezmek için geldiğimizde fark ediyorum bunu. Artık turistik geziler ile yaşıyoruz bu şehrin güzelliğini. Geliş sebebimiz farklı olsa bile araya görülecek bir yerler muhakkak ekliyoruz.
Evet asıl geliş sebebim yayınevim ile GeziYorum’un devam kitabının sözleşmesini yapmak. Bu vesile ile kardeşimle vakit geçirecek, eskimeyen dostlarımız ATILAL ailesi ile akşamımızı paylaşacağız.
Tabii kardeşimin boş günü olduğu için hemen güzel bir program yapıyoruz. Ali ve Ayşenur’la günümüze Selimiye Orduevi’nde kahvaltı ile başlıyoruz. Sohbet eşliğinde keyifle yaptığımız kahvaltımızı kahve ile ödüllendirdikten sonra rotamız olan Validebağ Korusu’na yöneliyoruz. Asıl hedefimiz Hababam Sınıfı Müzesi ama sırasıyla gidecek, dışarıdan içeriye ve tarihimizden günümüze geleceğim.
Validebağ Korusu İstanbul’un Üsküdar ilçesinde bulunan 354.000 metrekarelik alana sahip ve Anadolu yakasının ikinci en büyük yeşil alanı. Burada en büyük birinci yeşil alanın da 440.000 metrekare ile Maltepe Cumhuriyet Parkı olduğu bilgisini paylaşmak istiyorum. İstanbul’da yaşayan siz okurlarımın büyük buluşmalarda ve konserlerde kullandığı o büyük alan.
Validebağ korusu konum olarak da Koşuyolu ve Altunizade semtleri ile Barbaros mahallesinin kesiştiği bölgede yer alıyor. Ayrıca hafif meyilli arazisi ile Anıt ağaçlar da dahil yaşları 15 ila 400 arasında değişen kırk çeşidin üzerinde ağaç ve ağaççıklar, rengarenk çiçek ve bitkilerden oluşan doğasına hayran kalıyoruz.
Yüzün üzerinde kuş türü, böcek, sürüngen, kaplumbağa, kirpi, sincap gibi birçok hayvan türleri ile ekolojik bir denge kurulduğu söyleniyor. Her bir köşesini gezdiğimizde sadece kuşları duyuyoruz. Diğer orman sakinlerinin ise hafta sonu olması ve insan kalabalığı ile kendi köşelerine çekilmiş olabileceklerini düşünüyoruz.
Tabiatı ve içerisinde ki yapıtları ile büyüleyici bir güzellik yaşıyoruz ki, muhakkak görülmeye değer. Burada beğeni garantiniz benden.
Tarihine baktığımda yaklaşık 200 yıl önce Sultan III. Selim, annesi Mihrişah Sultan’a Çamlıca eteklerinde bir bağ evi yaptırıyor ve Sultan Abdülmecid’de tahta geçtiğinde bu yapıyı annesi Bezmialem Valide Sultan’a hediye ediyor.
Bezmialem Valide Sultan bu bağ evini o kadar çok seviyor ki; yurt içerisinden, yurt dışından getirttiği ağaçlarla ve bitkilerle her bir köşesini donatıyor. Böylece oluşan koru da ismini kendisinden alıyor.
Valide Sultan’ın vefatından sonra koru Altunizade ailesinin mülkiyetine geçiyor. Altunizade İsmail Zühtü Paşa da buraya çok güzel bir köşk yaptırıyor. Bu arada sizlere ek bilgi; Altunizade İsmail Zühtü Paşa Osmanlı Devlet Adamı ve devrin büyük gemi tüccarlarından olup, altın varakçılığı yaparak, güzel sanatlarla da ilgilenen Altuni Ali Efendi’nin oğlu.
Bu köşkün güzelliğini duyan Sultan Abdülaziz ise Altunizade İsmail Zühtü Paşa’yı huzuruna çağırıyor ve ‘’Sen sultanlara layık bir köşk yaptırmışsın, öyle mi? sözü üzerine paşa ‘’Sultanlara layık bu köşk size hediyemdir.’’ diyerek köşkü padişaha armağan ediyor. Burada köşkü hediye etmese konuşmanın nasıl devam edeceğini merak ediyorum, ama bununla ilgili kayıtlı bir veriye maalesef ulaşamıyorum.
Halk arasında ‘’İsmail Paşa Köşkü’’ olarak anılması padişahı rahatsız ettiği için sultanlara layık köşk yıkılarak yerine bugün gördüğümüz kasrı yaptırıyor ve annesi Pertevniyal Valide Sultan’a armağan ediyor. Sonrasında ise bu köşk kardeşi Adile Sultan’a yazlık saray olarak veriliyor.
Böylece İsmail Paşa Köşkü artık ‘’Adile Sultan Kasr-ı Hümayunu’’ olarak anılıyor. Sultan Abdülaziz buraya kendisi içinde bir av köşkü yaptırıyor.
Adile Sultan 1899 yılına yani vefatına kadar olan süreçte burayı yazları kullanıyor. Tabii eşi Mehmet Ali Paşa da yanında.
23 Mayıs 1826 – 12 Şubat 1899 tarihlerinde yaşayan ve 72 yaşında hayata gözlerini kapatan Adile Sultan Türk Divan Edebiyatı şairi. Ayrıca babası, annesi, kardeşleri ve çevresini eserlerine yansıtması ile dönemin saray erkanının ve yönetiminin anlaşılmasına yardımcı olan o ışığı da tutuyor.
Hayatında dönüm noktası teşkil eden kayıplarının yansımasını, çocukları ve eşinin arkasından hissettiği hüznünü de şiirlerinde yoğun bir biçimde işliyor. Kendi vakfını kurarak eğitim ve sosyal yardımlarıyla da bugünümüze iz bırakıyor.
Roman, hikâye, makale ve inceleme türünde yapıtları olan yazarımız Samiha Ayverdi’nin “Kalbi gibi kesesi de halka açık, evliya huylu bir kadındı” diye anlattığı Adile Sultan ömür boyu kendisine ödenen maaşları hayır işlerine harcayarak pek çok vakıf ve hayratın sahibesi.
İstanbul’un birçok semtinde çeşmeden, sıbyan mekteplerine, sarnıçtan namazgaha ve cami dahil pek çok bina inşa ettiriyor.
Okumayı çok seven Adile Sultan, Osmanlı hanedanının ciddi biçimde şiire meyleden ve Divan’ı olan yegâne hanım sultanı. (Bir şairin şiirlerini belirli bir tertip içinde barındıran eserlere divan deniliyor.) Adile Sultanın bilinen tek eseri olan Divan’ı ise bugün Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Millet Kütüphanesi ve İstanbul Üniversitesi Kütüphanelerinde beş nüsha olarak mevcut, incelemek isteyen siz okurlarımla bu bilgiyi de paylaşıyorum. Günümüz Türkçesiyle, sadeleştirilmiş nüshalarına ise basılı eser olarak ulaşmanız mümkün.
Adile Sultan eşi Mehmet Ali Paşa’nın vefatından sonra kaleme aldığı ağıtta ise paşanın karakterini, çalışkanlığını ve beraberinde birçok meziyetini kendi duygularını da katarak yansıtıyor dizelerine.
Hoş idi halim onunla, bana şefkatli idi
Bir iyal idi mahabbetli, mürüvvetli idi
Düşman ve dostunu anlardı, dirayetli idi
Râzı-yı hükm-i kaza, pek ulu devletli idi.Bir Mehmet Ali Paşa idi o dünyada
Şad ede ruhunu Mevlâ mele-i âlâdaKimsenin canını yakmak ona gayr-i imkan
İntikam alma ise müşkil ve ihsan-âsân
Bir Mehmet Ali Paşa idi ol dünyada
Şimdi hâk (toprak) içre veli mertebesi a‘lâdaSandım onunla ömrüm dertsiz geçer
Hatırımdan onun gitmez idi hiç ayrılığı
Neyleyem böyle imiş Hüda emri, kaderin hükmü
Yanarım ayrılık ateşi ile haşre kadarBir Mehmet Ali Paşa idi ol dünyada
Kendisi sonsuzluğa gitti, koydu beni tenhâdaDevlet ve dine sadakatle ederdi hizmet
Peygamber emrini icraya kılardı gayret
Bir özü doğru, sözü doğru muhibb-i devlet (devletini seven)
Öyle bir yar için Adile ağlar elbetBir Mehmet Ali Paşa vardı o dünyada
Yüzünü göstere Allah ona ukbada (Ahirette)
Yıllar sonrasına iz bırakabilmek çok kıymetli geliyor. Yaşanmışlıkları arıyor gözlerim, ama iç içe geçmiş hayatlarda ayırt etmem çok zor bunu. Zira 1853 yılında tasarlanan yapı 1916-1917 yıllarında Darül Eytam (Yetimler Yurdu) olarak kullanılıyor.
Bu kurum savaş ve çeşitli felaketlerde kimsesiz kalmış çocukların barınma, sağlık, beslenme gibi temel ihtiyaçlarını karşılarken ileride meslek sahibi olmalarını hedefliyor. Ayrıca Köy Enstitülerinin kurulmasında da Darul Eytam’ın örnek alındığı söyleniyor.
1924 yılında yani Cumhuriyet sonrasında Validebağı Şehir Yatı Mektebi olarak hizmet veren Darül Eytam kapatılıyor. Bir süre boş kalan yapının bakımsız ve harap duruma düşmemesi için koru içerisinde büstünü gördüğümüz devrin Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati Bey 1927 yılında harekete geçiyor.
İyi ki de geçmiş diyoruz. Kendisi Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşlarından ve Kuvayi Milliye hareketinde yer almış, birçok bakanlık görevlerinde de bulunmuş. Cumhuriyet’in kuruluşunda önemli görevler de üstleniyor.
1927 yılında Adile Sultan Kasrı Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati Bey’in girişimiyle altmış yataklı Validebağ Prevantoryumu’na dönüştürülüyor. Verem mikrobu kapmış, henüz hastalığa yakalanmamış zayıf bedenli çocukların hastalığa yakalanmasını önlemek için açılan bu kurumda tedavi gören hastaların eğitimleriyle de kadrolu disiplin öğretmenlerinin ilgileniyor olması o yıllarda eğitime verilen önemi de gözler önüne seriyor.
İşte içinde bulunduğumuz Validebağ Korusu’nun öğretmenlerin kullanımına tahsisi de onun Millî Eğitim Bakanlığı döneminde gerçekleşiyor. Bugün adını taşıyan birçok okul olduğu gibi bu korunun içerisinde de Validebağ Mustafa Necati Öğretmenler Huzurevi de bulunuyor. Huzurevi 1928 yılı itibariyle ilavelerle genişleyerek günümüze geliyor olması müthiş; “Huzurun evindeyiz” mesajını uzaktan gözlemlediğim sakinleri veriyor.
1936 yılında Atatürk’ün imzası ile oluru alınan Sanatoryum binasının birinci kısmı 1939 yılında tamamlanıyor ve hizmet vermeye başlıyor. Ancak II. Dünya savaşının yol açtığı ekonomik nedenlerden komple tamamlanması 1949 yılını buluyor.
26 Eylül 1957 tarihinde Maliye Bakanlığı Milli Emlak Müdürlüğü tarafından Validebağ Korusu’nun tamamını Millî Eğitim Bakanlığı’na tahsis ediliyor.
1971 yılında Adile Sultan Kasrına yapılan kat ilavesinin binayı yıpratması nedeniyle yıkım kararı alınıyor ve yerine orijinal olmayan kırma çatı yapılıyor.
1973 yılında ise Öğretmenler Hastanesinin açılması ile prevantoryum olarak kullanılan Adile Sultan Kasrı hizmet dışı kalıyor.
1974 yılında Validebağ Sağlık Meslek Lisesi kuruluyor.
1978 yılında Bakanlığın çıkardığı yönetmelikle Adile Sultan Kasrı’nın Öğretmen Evi olarak kullanılmasının önü açılıyor.
1979 yılında Prevantoryum Mustafa Necatibey Pavyonu, bugün gördüğümüz hali ile Huzurevi olarak hizmet vermeye başlıyor.
Aynı yıl doğal hayatı koruma çalışmaları kapsamında birçok doğal varlık gibi leyleklerde Afrika-Avrasya göçmen su kuşları anlaşmasına göre türleri tehlike altında olan varlıklar kategorisine alınıyor. Bu yıllarda bugünkü konakların bulunduğu alanda dahil olmak üzere Validebağ Korusu leyleklerin göçleri esnasında uğradıkları dinlenme alanları olarak kullanılıyor.
12 Eylül 1980 tarihine kadar ise hastane ihtiyaçlarını karşılamak ve gelir elde etmek amacı ile meyve-sebze ve tavuk yetiştirilir, inek beslenir. Hatta buğday harmanı dahi yapılır.
Meşhur Mustağbey armutları ilk kez Cumhuriyet öncesi dönemde bu arazi üzerinde geliştirme çalışmaları ile yetiştirilir. Bu armutları ilk olarak Buhurizade Mustafa Itri’nin yetiştirdiği kabul ediliyor.
Türk şair, bestekar ve hattatı olan Buhurizade Mustafa Itri Türk Klasik Müziğinin ustası kabul ediliyor. Kendi adıyla anılan binin üzerindeki eserlerinden sadece kırk tanesi günümüze geliyor.
1633 yılında Mevlanakapı civarında doğan Mustafa Bey, Buhurizade ismini babasının koku ticareti yaptığı mesleğinden, Itri’yi ise çiçek ve meyvecilikle uğraştığı için aldığı rivayet ediliyor.
Şaşırdığım bir başka ayrıntı ise Buhurizade Mustafa Itri’nin portresi oluyor. Her birimizin mutlaka gördüğü ve bir çoğumuzun üzerinde taşıdığı portreyi anımsayanınız var mı?
Evet 1 Ocak 2009 itibariyle tedavüle giren 100 TL’nin arka yüzünde notalar, kudüm, ud enstrümanları ve ney üfleyen Mevlevi Derviş figürü ile Itri’nin portresi bulunuyor. Bu kadar hayatımızda ve ben araştırma aşamasında yani şu an bu bilgiye ulaşıyorum.
Bu bilginin üzerine Klasik Türk Musikisine ilgisi olanlara en yetkin eseri kabul edilen Neva Kar’ı YouTube’dan dinlemelerini önerebilirim. Peki kulağımıza tanıdık gelen müziğin bu kadar uzak yıllardan, yüzyıllardan geçerek bugünümüze gelmesine ne diyorsunuz?
Özellikle de Allahümme salli ala seyyidina… segâh makamındaki bestesini dinlerken Ali ile şaşkınlığımız daha bir artıyor. Aradan geçen yüzyıllarda üzerine başka bir beste yapılma ihtiyacı duyulmadan bugün de yerinde.
Validebağ Korusu’na dönersek; 12 Eylül 1980 tarihinden sonra gelen yeni yönetim “Hastane alanında inek mi yetiştirilirmiş” diyerek döner sermayeyi ortadan kaldırmasıyla koru sahipsiz ve bakımsız kalıyor.
12 Eylül yönetiminin ilk yıllarında plan değişikliği yapılarak Validebağ sitesi inşa ediliyor. Bugün hala var olan siteyi gördüğümde şaşırıyorum. İhtilaller sadece siyasi hayatımızı çoraklaştırmakla kalmamış, doğal ve kültürel varlıklarımızı da tahrip etmekte olumsuz manada önderlik etmişler.
1980 yılının 12 Eylül’ünde başlayan talan 1990’ların ortasında izlenen liberal siyasetle rantsal teşebbüslere yerini bırakıyor. Çevre bilinci yüksek vatandaş oluşumları ve vatan sevdalısı bürokratların üstün mücadelesiyle günümüze kadar kendini muhafaza etmeyi başarıyor bu güzel kültür ve doğa varlığımız.
Ali’ye anlatıyorum size kısaca yazdığım ancak uzun ve meşakkatli talan sürecini. O da yıllar önce okuduğu bir sözü hatırlıyor, “İnsanlığın sonu katlettiği doğa ile gelecek” yorumu içimi buruyor.
Güzel olan şeyleri neden bozuyoruz ki?
Daha güzelini yapmak için mi?
Daha güzeli var olana dokunmadan boş parsellere yapılamaz mı?
Burada konum önemli diyorsanız ben katılmıyorum. Güzel planlanırsa konum önemini yitirir. Bir dolu doğal güzellikleri görmeye kilometrelerce yol gittiğimi biliyorum ve gittiğim yerlerde ciddi insan kalabalıkları da görüyorum.
Unutmayalım lütfen, görülmeye değerse uzaklar yakın ediliyor!
Günümüzde parsel üzerinde Adile Sultan Kasrı, Abdülaziz Av Köşkü, Mustafa Necatibey Öğretmen Huzurevi, Çamlı Köşk, Kuş Evi, Sanatoryum, Sürekli Eğitim Merkezi adı altında Masal Evi (Eski ahır binaları), tarihi çeşme, Atölye Binalarını gezebilirsiniz.
Atölye binaları fonksiyon değişikliği ile kısmen kafeye dönüştürülmüş. Havanın sıcaklığı ile ev yapımı limonata, anne kurabiyesi ve cevizli tarçınlı kek eşliğinde küçük bir mola veriyoruz. Lezzetler mükemmel, fiyat ise ekonomik.
Şehrin gürültüsünden ve kirli havasından kaçanlara tam bir sığınak olan koruda sizi rahatlatan müzik ise kuş sesleri ve en güzel senfonileri ile bize eşlik ediyor.
Tarihi kültürel mirasımızın doğa ile buluşması büyük şans ve değerini bilen duyarlı insanların mücadelesi ile bu nimet günümüze ulaşmayı başarıyor. Bu güzel insanların her birinin yüreklerine sağlık. Acaba bu doğal ve tarihi güzelliği gelecek nesillere aktarabilecek miyiz sorusu istemsizce aklıma düşüyor.