İki yalnızlık dünyaya çok değil mi, diye sormuştun yıllar önce.
Saati kuruyorum aklımı kurar gibi, saate bakıyorum, duvara, yüzünü unuttuğum yere.
Narlı’dayım, kopmuş raylara bakıyorum, aklıma sen geliyorsun.
Çok fazla değil mi iki yalnızlık bu dünyaya, demen ve gitmen sonrasında.
Kalbimin iyi olma ihtimali yok artık.
Sana doğan güneşle bana doğan güneş nasıl da farklı, sen de biliyorsun bütün bunları, bu işlemleri, bu evrakları; basit prospektüsler ve beyaz önlüklü iyi doktorları, ne derlerseler desinler sonu ölümsel.
Giderken, bana, hüzünlenme hakkını da kullan demiştin. Onu sordum doktoruma, günde üç öğün ama tok karnına hüzünlenebilirsin dedi. Duvara bakmadan, başını kaldırmadan, gökyüzüne dokunmadan, kalbiyle cinayet işleyenlerden uzak durarak. Ya beynim dedim, o çoktan hükmünü yitirdi, daha sen buraya getirilmeden önce ölmüştü, dedi.
Ve işte burada, bu sözlerin arasında hüzünlenme hakkımı kullanıyorum şimdi.
Elinle işaret edip bana şuradan su sızar yıllar sonra demiştin, bak su sızıyor işte, küçük küçük damlıyor oturduğumuz o eski yere.
Ve buradayım, yalnızlığın çoğunluk olduğu bir yerdeyim, çoğunluğun dediğine artık itiraz etmiyorum.
Kapıyla konuşuyorum, senin de hatırladığın o eski kapının gıcırdamasıyla; bu gözler senin mi diyorum, evet benim diyor, hep benimdi zaten. Sadece bir yanılsamaydı seninkisi; yalnızlığının yanılsaması, kapıya, kâğıda, fotoğraflara, aldığın o bir eski mektuba, kısa görüp uzun uzun düşündüğün yanılsamalarındı.
Kitapla konuşuyorum, adını soruyorum; sen değildin o diyor, beni yazan sen değildin, beni bir ölüm yazdı, senden önce bir ölüm geldi ve sonra yazdı beni bu kâğıda, taşa, eşiğe…
Sonra, diyorum. Sonra, bırakıp gitti ölüm, diyor.
Kendimi bir ölüme soruyorum, senin de bilmediğin bir ölüme, rayların kırıldığı yere; çocuklar koşuyor, çocuklar düşüyor, çocuklar büyüyor ve çocuklar ölüyor, çoğunluğu büyümeden, çoğunluğu ağzında bir badem şekerini unutarak, çoğunluğu çığlık atarak, birçoğu da nefessiz kalarak…
Bazılarımızın ömrü yetmez çiçeklenmeye, dedim.
Eşikle konuşuyorum, kırılmasın dediğim eşikle; ellerim başımın üstünde çıktığım bu eşikle; teslim oluyorum ateş etmeyin, teslim oluyorum, dediğim yalnızlığım.
Yalnızlık nasıl bir çoğunluk!
Ve kötülük.
Ve açlık, nasıl da bir çoğunluk oldu.
Aşk mı, bir yokuştur burada, çıkılması zor.
Dünya da böyle bir kötülük işte, geçiyor.
Artık eteğine yaprak vuranlara inanma, onlar yok, boynu bükülünce kırılır diyebileceğin kimse kalmadı, telaş etme.
Sadece uzakta, çok uzakta biri sevinç beklerken, sen ölümü neden düşünürsün, hangi kapıdasın, bekle geliyorum.
Hamuşan kapısındayım. Gelme artık; burada ıssızlık, burada sessizlik, burada suskunluk var sadece, kendimi dinliyorum, buradan geçenleri, bu kapıya itiraz etmeyenleri…
Buradan da Hatay’a, oradan da eski ilçelere; has adamların olduğu Hassa’ya, Samandağ’a, mermeri çatlayan bir mezara, Sutaşı’na, azcık su dökmeye eski bir anının üzerine…
Aşk ve ölüm dünyanın ilk hatasıydı, bu defa da bize uğradı, ne yapalım!
Ve yalnızlık şimdi büyük çoğunluğumuz oldu, büyük iki yalnızlık: az mı?
Eğer iki yalnızlık çok gelir bu dünyaya derseniz, giderim; üzerinizdeki darayı da alıp.
Mazlum Çetinkaya