Az önce uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşımla sohbet ederken sordu arkadaşım. ‘’yazma işi nasıl gidiyor?’’ diye. Bir an, vereceğim yanıt için bir soluklanma gereksinimi duydum. Ve bu soluklanmada üzerine basılan yaramın beni nasıl yönlendireceğini algılamaya çalıştım.
Sonra yine zaman kazanmak adına karşı sorumu yönelttim. ‘’gazeteden mi yoksa kitaptan mı bahsediyorsun?’’
‘’elbette ikinci romanından’’ dedi arkadaşım.
Aslında bunu kastettiğini tahmin etmiştim öncelikle. ‘’hala ham haliyle duruyor el yazmalarımda. Biliyorsun olgunlaştırmaya da başlamıştım ama o da olduğu yerde duruyor PC’min hafızasında’’
‘’neden? diye sorma bana.’’
Bundan sonrasını okuyucular için devam edeyim şimdi. Bir dostum yayınlanmış ilk ve tek romanım ‘’Türkü Söyler Gibi’’yi okuduktan sonra ‘’lütfen yazmaya devam et ve sonrasını da anlat’’ demişti yorumunda. Ben de yazacağım diye söz vermiştim kendisine ama sözümü tutamadım bugüne dek. Bu aynı zamanda bir özrüm olsun kendisine.
Devam edemedim. Edemedim çünkü, yazma motivasyonumu olumsuz etkileyen onlarca olgu çıkmıştı karşıma. Bunlara tek tek değinmek bana bir kitap da yazdırır ama dedim ya artık o motivasyonum yok.
Arada arkadaşlarımı tam hayal kırıklığına uğratmamak babında sonhaber.ch için makale türünden bir şeyler yazıp gönderiyorum ama burada açıkça itiraf edeyim ki yazdıklarım aslında ben olarak yazabileceklerim değil. Kİ; şu an PC’min hafızasında onlarca makalem var yazıp da sadece kendi okuduğum ve yayınlanması için gazeteye göndermediğim. Neden mi? Çünkü, ne yazık ki dilimize sansür uygulamayı bu sistem hapislere tıka tıka veya dostlarının küstahça saldırılarına muhatap olabileceğini öğretti bize!..
Ve geleyim şimdi bu makaleyi yazma gerekçeme. Bugün sosyal medya gruplarında bir paylaşım düştü sayfama. Yakından tanıdığım bir arkadaşımın yazdığı bir kitabın tanıtım paylaşımı. Merak ettim ve doğal bir refleksle açtım gönderilen sayfayı. Arkadaşımın kitabının bir tanıtım yazısı vardı kitabın içinden alıntılanan. Kısa bir paragraf. Yani üç beş cümlelik bir alıntı. Her cümleyi en az üç kez okudum içeriğini tam algılayabilmek için. Beş cümlelik bir paragrafı algılayabilmek için ayırdığım yaklaşık on beş dakika sonrası kendime dedim ki, ‘’bu felsefi olarak insanı ve sistemi sorgulayan bir kitap belli. İyisi mi, nasıl olsa kitabı alacağım o zaman bütünselliği içinde belki anlayabilirim arkadaşımın ne anlatmak istediğini!’’
Her yıl dünyada milyonlarca yeni kitap yayınlanır ve bir şekilde birileri de bunları alıp bir şekilde okurlar. Her yazarın belirli bir amacı ve belirli bir hedefi vardır okuyucuları açısından. Örneğin bir kimyacının yayınladığı bir bilimsel araştırma kitabının asıl okuyucusu elbette konuya ilgi duyan akademisyen ve bilimsel araştırmacılardır. Veya çocuk kitapları yazan birilerinin hedefi çocuk okuyucularıdır.
Veya bazıları da yazar, adı yazarlar listesinde görülsün diye. Türü fark etmez. İster şiir ister roman isterse öykü olsun. Burada yazanın egosudur önde olan.
Şu anda PC’mde bu konuda yazılmış bir makalem de var ve ben bunu yayınlamadım ama iyice yumuşatarak birkaç cümle ile burada konuya değinmiş olayım.
Kim ve ne için yazıyoruz?
Eğer toplumsal mücadele önceliğimiz ve kitlelere bir şeyleri aktarmaksa amacımız, bunu kullandığımız dil ile ne kadar ortaklaştırabiliyoruz?
Yani tarihsel olarak bence hep bir sorun olmuştur aydın olmanın sorumluluğunu kullandığımız dil itibarı ile algılayamamak. İstisnalar vardır elbette. Örneğin bir Aziz Nesin. Ki; zamanın solcuları (yani 78 kuşağı döneminde) zaten pek ciddiye! almazlardı kendisini. Oysa 12 Eylül faşizmine karşı duruşunda ve sonrasında mezarının bile belli olmasını istememesindeki duruşuyla bizim anlı şanlı Marksist önderlerimizin açığa vurmadıkları bir saygıyı duyumsatmıştır kendilerine…
Makale bu. Benim yazım dilim. Yani her paragrafta veya cümlede okuyucunun konuya ilişkin düşünmesini hedefleyen bir dil. İster düşünür sorgularsınız, isterseniz de öylesine okumuş olursunuz o kadar. Ama ben sizi de severek okur ve yanıtsız da bırakmam. Tabi e mail adresimden bana yazarsanız.
İlyas Kutlu
kutluzeki@hotmail com