Muhtemelen bir adı vardı; ama kimse bilmiyordu. İsyankardı. İnatçıydı. Uzlaşmazdı. Bu sarsılmaz üçlü, insanın yüreğinde toplanınca, hayat başka bir pencereden seyrediliyordu. Okyanusları gökyüzüne taşımak, dağların yerini değiştirmek gibi. Anlaşılması ve duygudaşlık kurulması oldukça zordu.
Yaşam patikasında, kimseyle pazarlığa girmiyordu. Usuna sığmayan neden ve niçinlere boyun eğmemişti. Pazarlardan toplanan düşüncelere, kiralık duygulara, elden düşme aşklara hayatında yer yoktu.
Önyargıların altında asla ezilmezdi. Zaman onu demir leblebiye çevirmişti. Kuşkucuydu. Her şeyden, herkesten kuşku duyardı. Bu duygusunu, çevresindekiler kötü alışkanlık olarak nitelendirirdi. Kötü alışkanlıklarını seviyordu. Yıkıcı düşünmek, yakıp yok etmek, onun düşlerinin anahtarıydı. Yıkıcılığını, yok ediciliğini, önce kendinde deneyimliyordu.
Hayata, ben buradayım, beni yok sayamazsın, diye haykırıyordu. Birleşen değil, farklılaşan dünyalardı rüyası. Kendine karşı, kesintisiz devrim gibi, kesintisiz eylem halindeydi. Özgürlüğü, cennete benzetiyordu. Birgün mutlaka erişilecek diye avuntuyla beklenen özgürlüğün, vadedilen cennetten farkı yoktu. Bütün vaatler gibi yalandı. Çünkü özgürlük, bugünde saklıydı.
Göz bebekleri tavana çivilenmişti. Silah sesleri sonunda kesildi. Savaşın bittiği yerdeydi. Dalgaların her şeyi süpürüp yok ettiği topraklarda. Korkmuyordu. Doğada korku yoktu. Korkunun insanla birlikte geldiğini öğrenmişti. Dinginlikle dalgaları dinledi. Yakında şafağın sökeceğini biliyordu.
Yüzü, gece gibi anbean değişiyordu. Öfkesinin rüzgarı, geceyi lime lime edip, savurup atıyordu. Karanlık, bulutlu, kuru, soğuk ve karlıydı. Zaman zaman yıldızlı, dolunaylı, rüzgarlı olduğu da söylenebilirdi. Beyninin içinde duru ve bulanık sularda yüzüyordu. Okuduğu kitapların labirentli sokaklarında dolaşırken, her dönemden topladığı kavramlarla savaşıp duruyordu. Hiçbir düşüncenin mülkiyeti altında yaşamak istemiyordu.
Çocukken, tiftikten örülmüş çantasının içinde taşıdığı ve aralıksız boğuştuğu kitap sayfalarını özlüyordu. O zamanlar içinde büyüttüğü sürgün, şimdi yeni bir dünyanın yolunu aralamıştı. Hiçbir yere ve hiç kimseye aitlik duygusu taşımıyordu. Sanki bir dağın altında yaşıyordu.
Acılarını, ne gün ışığına, ne yazılarına, ne pazara, sürmemişti. Ben’inin üstünü sıkıca örtmüştü.
Dağın ulaşılamayan derinliğinde, demirden leblebiydi. Mülkiyet duygusunun tutsaklığından arınmış, parayla değerlenen her şeyi savurup atmıştı.
Aşk gibiydi aslında. Korkusuz, hesapsız, başına buyruk ve isyankardı.
Yılmaz bir inatla, özgürlük diye diye habire toprağa ayak vuruyordu. Onun duygularının içinde umut yoktu. Ona göre umut, yaşama aitti. Çünkü yaşam, kendini umutla koruyordu.
Yaşama anlam kazandıran ise eylemdi. Yüzünü eylemle yuyup yıkayanlardandı. Duyguları bir bütünlük içinde şafağı batırmakta, güneşi doğurmaktaydı.
Emine AYDOĞDU
Kutluyorum değerli arkadaşımı ve nice başarılar diliyorum