Türkiye’nin Suriye’de değişen imajı: Fetih Suresi
İdlib’de kopan fırtınayla birlikte nihayet sorgulanmaya başlandı: “Türkiye’nin Suriye’de ne işi var?”
Öyle ya, bugüne kadar gerçekleştirilen Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı operasyonları “Kürt terör koridorunu” çökertmek için yapılmıştı. Söz konusu “Kürtlerin vatanın bölünmez bütünlüğüne karşı oluşturduğu tehdit” ise “Türkiye’nin Suriye’de ne işi var?” demek ancak “ihanet” olurdu. Zira bu operasyonlarda “savaş istemiyoruz” demek bile suç sayıldı.
“Ne söylenirse söylensin tutmadı”
Ama İdlib’de ne söylenirse söylensin tutmadı. Bir “insani krizi önlemek” ya da muhtemel “bir göç dalgasının önüne geçmek” gibi gerekçeler, bir anda yerini “İdlib’de verilen tarihî mücadele”ye bıraktı: “Ülkemizi terör örgütleriyle kuşatma, şehirlerimize gözünü diken rejimlerle tehdit etme, ekonomik tuzaklarla tökezletme peşinde olanlara fırsat verilmeyecek”ti.
Bu muğlak “tehdit” tarifine aynı anda ABD ve Avrupa’ya yapılan yardım çağrıları ve Rusya ile yürütülen “yakın istişareler” eşlik edince, geriye uğruna “Şehitler tepesi boş bırakılmayacak” tek düşman “Esed rejimi” kaldı.
Ancak, günün sonunda bu “düşman”ın hakkı da Moskova Mutabakatı çerçevesinde “Suriye Arap Cumhuriyeti” olarak teslim edilirken, Türkiye’nin Suriye topraklarını işgal etme amacı taşımadığı, tek gayesinin Suriyeli mültecilerin ülkelerine dönmelerini sağlamak olduğu ve nihayet “Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve siyasi birliğini arzu ettiği” ilan edildi.
Eğer tek gaye gerçekten Suriyeli mültecilerin geri dönmelerini sağlamaksa ve arzu edilen Suriye’nin toprak bütünlüğünün ve siyasi birliğinin teminiyse, o halde Türkiye neden Suriye ile masaya oturmaz? Bundan dört yıl önce yanlışlığı teslim edilmiş bir Suriye politikasında her defasında bir başka “tehdit”e sarılarak Suriye’ye saldırmakta neden ısrar edilir?
Bu ısrarın iç politikada gördüğü işlev hiç kuşkusuz yabana atılamaz. 15 Temmuz 2016 ertesinde gerçekleşen ilk operasyonla birlikte Suriye’ye saldırıların, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın deyimiyle “Türkiye’nin bir yumruk gibi birlik ve beraberlik içinde” olmasına katkısı ortada. Amiyane tabiriyle, sıkıysa biri “gık” desin. Memleket patatese/soğana sıkıştığında bile “Ya düşünün be! Bir merminin fiyatı kaç liradır?” denildiği günlerden geçildi.
Ancak, dış politika bağlamında bu ısrarın nedenini aynı netlikte açıklamak mümkün değil. Zira mevzubahis olan Suriye’deki iç savaştan kaynaklı “tehditler” mi, yoksa “fırsatlar” mı, işte orası tartışmalı.
Örneğin, Suriye iç savaşından kaynaklı en önemli “tehdit” mülteci akını, özellikle Türkiye-Avrupa ilişkilerinin sürdürülmesinde neredeyse yegâne konu başlığı oldu. Öyle ki, ilişkilerin kopma noktasına geldiği 2015-2016 yıllarında sadece Almanya Başbakanı Angela Merkel Türkiye’yi dört kez ziyaret etti. Merkel’den önceki iki Alman Başbakan’ın yirmi üç yıl süren görevleri boyunca Türkiye’yi yalnızca beş kez ziyaret etmiş oldukları akılda tutulacak olursa, Suriyeli mülteciler “tehdit”inin Türkiye’ye sağladığı avantajlar daha iyi anlaşılır sanırım.
“Avrupa mülteci korkusunda AKP’ye ses etmedi”
Öte yandan, aynı tarihlerde Sur’da, Nusaybin’de, Cizre’de göz göre göre öldürülen siviller ve 7 Haziran’dan sonra neden “yenilendiği” meçhul 1 Kasım seçimlerinin meşruiyeti tartışmaları Merkel’in bu ziyaretlerinin gölgesinde kaldı.
Günün sonunda, Türklere Avrupa vizesi çıkmadıysa da Avrupa “mülteci korkusundan” AKP iktidarına itiraz etmedi.
Suriyeli mülteciler konusundaki tehdit/fırsat muğlaklığının en çarpıcı örneği ise en son kendilerine Suriye Milli Ordusu adı takılan Suriyeli muhalif silahlı gruplar oldu. Türkiye’nin her fırsatta Suriye sahasına sürdüğü, hatta Libya’da ne olduğu bir türlü anlaşılamayan “ortak çıkarlar” için seferber ettiği Suriyeli militanların aslında önce kamplardan, daha sonra muhtarlar eliyle dağıldıkları şehirlerden devşirildiğini kimse konu etmedi. Zaten geçen yıla kadar Suriyeli mülteciler konusunda akademik bir çalışma yapmanın bile ancak İçişleri Bakanlığı “bilgisi dahilinde” gerçekleşmesi mümkün olduğundan, Türkiye’deki akademisyenler bu meseleye giremedi. Uluslararası Kriz Grubu (ICG) gibi Suriyeli mülteciler konusunda kapsamlı raporlar yayımlayan uluslararası kuruluşlar ise “Bu boyutu ayrı bir raporda ele alacaklarını” muştuladılarsa da arkası gelmedi. Nihayet geçtiğimiz günlerde, neden Suriyeli mülteciler sorununun bu boyutunun görmezden gelindiğini sorduğum Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği’nden bir uzman “Bu boyutu öne çıkarmak sivil mültecilerin güvenliğini risk altına sokar,” dedi.
Sonuçta, Türkiye 3,6 milyon Suriyeli mülteciyi barındırmanın karşılığında başına dert açması muhtemel birçok konuda, deyim yerindeyse, dokunulmazlık kazandı. Üstüne üstlük, başka hiçbir gerekçesi kalmadığı bir durumda bile Suriye’nin geleceği hakkında söz söyleme ve sözünü geçirme kabiliyetine kavuştu.
“Tercih Kürtlerden yana kullanıldı”
Bu arada, Suriye iç savaşından kaynaklanan en önemli “tehdit” hiç kuşkusuz IŞİD’di. Ama Türkiye IŞİD’e karşı oluşturulan Uluslararası Koalisyon Gücü içinde hiçbir zaman aktif rol almadı. Zaten IŞİD’i “Sünni İsyanı” diye meşrulaştıran dönemin Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi’ye kol kanat geren, Musul Konsolosluğu IŞİD tarafından basılıp 49 Türk vatandaşı rehin alındığında yüz gün yerinden kımıldamayan Türkiye’nin IŞİD’le ilişkisi hep şaibeli oldu. IŞİD’in Türkiye’yi nasıl bir transit ülke olarak üs haline getirdiği sayısız rapora yansıdı. Türkiye’nin IŞİD’i bir “tehdit” olarak algılamadığının en önemli göstergesi ise IŞİD Kobane’ye saldırdığında “Kobane düştü, düşecek” öngörüsünün âdeta bir müjde verir gibi dile getirilmesiydi. Nihayetinde, Türkiye IŞİD’le sadece Cerablus-El Bab alanında savaştı, ki bu savaşın asıl hedefinin de Kobane-Afrin kantonlarının birbiriyle bağlantısını koparmak olduğu gizlenmedi. Türkiye Rakka operasyonuna heves ettiğinde ise niyetin IŞİD’le mücadele değil, ABD-Kürt işbirliğini engellemek olduğu herkesin malumuydu.
ABD’li diplomatların daha sonra açıkladığı üzere, Türkiye’ye IŞİD konusunda duyulan güvensizlik nedeniyle Rakka’da tercih Kürtlerden yana yapıldı.
Türkiye’nin IŞİD siciline eklenen en son vaka ise IŞİD lideri Bağdadi’nin Türkiye’nin kontrolündeki İdlib bölgesinde öldürülmesi oldu. ABD tarafından gerçekleştirilen bu operasyonda neden en yakındaki İncirlik Üssü’nün kullanılmadığı ya da Türkiye’ye neden haber verilmediği bugüne kadar açıklanmadı. Tam bu sırada, Türkiye’nin Bağdadi’nin eşi ve çocuklarının elinde olduğunu açıklaması da IŞİD’e verilen bir gözdağı mıydı yoksa güvence miydi, diğer birçok ayrıntı gibi unutuldu. Fakat Gri-Spi ve Serekaniye saldırıları sırasında IŞİD’li militanların yakınlarının bulunduğu kamplarda Türkiye lehine atılan sloganlar bir kez daha gösterdi ki, Türkiye’nin IŞİD’le ilişkisi her ne idiyse de IŞİD’lilerin Türkiye’yi bir tehdit diye görmediği açıktı.
Sonuçta, Türkiye IŞİD’i bir “fırsat” olarak değerlendirme imkânı bulamadı ama “Kürt terör koridoru tehdidini” öne sürerek yerleştiği Suriye’de, iç savaş boyunca İdlib’e sürülen IŞİD’lilerin oluşturduğu cihatçı gruplar içinden “teröristleri” ayrıştırma misyonuyla yeni fırsat kapılarını zorlamaktan geri durmayacağını da gösterdi.
Peki Türkiye’nin Suriye’de gördüğü bu “fırsat kapısı” ne?
Ya da…
Türkiye’nin Suriye’de ne işi var?
“Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz,” diye boşuna söylenmemiş.
Türkiye hangi “tehdit”i öne sürerek girmiş olursa olsun, günün sonunda Suriye’de kontrol ettiği bölgelerde ortaya koyduğu pratik, her şeyden önce, Türkiye eliyle bir İslâmi düzenin kurulduğuna işaret ediyor. En son BM raporuna da konu olan Türkiye’nin işlediği savaş suçlarının tozu dumanı arasında 2016’dan bu yana Cerablus-El Bab, 2018’den bu yana Afrin ve nihayet Gri Spi-Serekaniye alanlarında işleyen bir sistem var. Bu sistem, gündelik hayatın organizasyonundan, eğitim, hukuk gibi geniş bir yelpazede Türkiye’nin idaresinde, İslâmi kurallara göre şekilleniyor ve işletiliyor. Henüz geçtiğimiz yılın sonunda görüştüğüm Suriye’deki Arap, Kürt ve Hıristiyanlar âdeta ağız birliği etmişçesine Türkiye ile IŞİD arasında bir fark görmediklerini, zira her ikisinin de Suriye’de “bir Şeriat düzeni kurmaya çalıştıklarını” söylüyordu.
Türkiye’den bakıldığında, yerini çoktan otoriter milliyetçiliğe kaptırmış gibi görünen Türk İslâmcılığının Suriye’de IŞİD’le eşleştirilmeye varan bir görünüm kazanması, Suriye’de Türkiye’nin ne işi var sorusunu sadece hedefler değil, pratikler bağlamında da sormayı gerektiriyor. Artık Türkiye’de karikatürize hale gelen Fetih Suresi’nin Suriye’deki karşılığı yalnızca Türkiye’nin değişen imajı değil, sureti. Ve bu surete bakanlar “Kürt terör koridorunun” engellenmesi ya da Suriyeli mültecilerin geri dönmesi hedeflerinden çok daha fazlasını görüyor. Görüyor çünkü içinde yaşıyor.
Günün sonunda, Suriye’de olup bitenler aslında Suriye’den çok Türkiye’deki değişime işaret ediyor. Ama Türkiye kamuoyu Suriye aynasına bakarken yalnızca kendine anlatılanı ve gösterileni tartışmaya devam ediyor.
Arzu Yılmaz