Devletin silahlı güçleri, her gün biraz daha biledikleri korkuyu yurdun dört bir yanına yayarken, ülkenin her kentinden aralıksız ölüm haberleri geliyordu. Öldürülenlerin hepsi genç, cesur ve korkusuzdu. Halkın umudunu omuzlamış, kararlılıkla, inatla ve günbegün daha da büyüyen bir aşkla yürüyorlardı.
Katiller, katlettiklerinin isimlerini çarşaf çarşaf listeleyerek, kentlerin en kalabalık caddelerine asıyorlardı. Onlar, ölümün ve korkunun yaratıcılarıydı. Düşünmeden, hissetmeden acımadan yakıp, yıkıp, yok ediyorlardı. Yaşam ve umudu sevmiyorlardı. Bu iki sözcüğe nefretle saldırıyor; en çok da özgürlük için, yaşamak için, kesintisiz mücadeleden geri adım atmayan, direnişçilere kin kusuyorlardı.
Bu puslu havada sıkışıp kalmıştım. Şiddet, korku, ölüm, acı, zulüm ve ihanet herkesi pençesine almıştı. İnsanlar nefes almaya çekinir olmuşlardı. Gazeteler yalan makinasına dönüşmüştü. Gerçeği yazmak, ölümle buluşmak demekti. Gerçeği yazmak için gitmeliydim. Daha fazla bekleyemezdim.
Demavend’in zirvesine çıkıp, yeter, diye haykırmak istiyordum.
Adını kimsenin bilmediği, Sokakların Alfabesi diye çağrılan kadın aklıma geldi. Onu bulursam bana yardım edebilirdi. Her sokak başı ondan sorulurdu. Mantar gibi aniden karşımıza çıkardı. Nereden geldiğini, nereye gittiğini, ne yaptığını kimse bilmezdi; fakat o, ışık gibi herşeyin gölgesiydi.
Kimsesiz bir köpek gibi sokaklarda dolaşıyordum. Kumlu çeşmenin önünde karşılaştık. Kurnası yoktu. Yaz kış beyaz kumların üzerine nazlı nazlı akardı.
Beklenmedik bir rastlantıydı. Günlerdir onu arıyordum. Derdimi anlatmaya çalıştım, ama yanıt alamadım. Tazı gibi yürüyordu. Seslendim aldırmadı. Var gücümle bağırdım; duymadı bile. Kendinden emin, dimdik yoluna devam etti.
Ardı sıra koşturuyorum. Yalvarışlarımı duymaması olanaksız. Birden duruyor. Elini kaldırıyor. Umutla yanına gidiyorum. Kolumdan sertçe çekerek dağları gösteriyor. Muradımı ifade ediyorum. İlgisizce dinliyor. İkna etmeye çalışıyorum. Susuyor. Haber diyorum, gazete diyorum. Ağzını açmıyor. Eliyle onu takip etmemi işaret ediyor. Suskunluğu devam ediyor; ama daha dostça davranıyor.
Direnişçilerin yanına gitmek için yardımını benden esirgemediği için ona müteşekkirdim. Benim için nasıl bir özveride bulunduğunu sanırım bilmiyordu. Onun yardımıyla, o sarp kayalıkları aştım. Dağların arasındaki gizli patikaları, avucunun içi gibi biliyordu. Yaşına rağmen, bir keçinin çevikliğindeydi. Zaman zaman ona yetişmekte zorlanıyordum. İlerliyor, dönüp arkasına bakıyor, ona yetişmem için durup bekliyordu. Hiç konuşmuyordu. Aralıksız ve seke seke yürüyordu. Suskunluğu çıldırtıcıydı. Yol boyunca ağzından tek bir sözcük alamadım. Yorgunluk ve susamışlığıma da aldırmıyordu. Yalnızca el hareketleriyle beni yönlendiriyordu. Sorduğum sorulara eliyle, başıyla, arada bir de soluk kahverengi gözleriyle yanıt veriyordu.
Dağın zirvesine tırmanırken çok zorlanıyorum. Sık sık nefes alıp veriyorum. Birşeyler hissediyor sanki. Dönüp arkasına bakıyor. Elimden tutarak yokuşu tırmanmama yardımcı oluyor. Soluk soluğa zirvede duruyoruz. Başını kaldırıyor. gittikçe kararan göğe bakıyor. Eliyle kayaları gösteriyor. Peşi sıra adeta sürükleniyorum.
Bir mağaranın önünde duruyor. Çantasından çıkardığı çam kozalağını içeriye doğru yuvarlıyor. Mağaradan gelen sesi duyunca, gülümsüyor. Sonra da bana el sallayıp uzaklaşıyor.
Anlatılanlar karşısında ürküyorum. Ayaklarımdan yukarıya doğru korku yükseliyor. Sanki yavaş yavaş kanım donuyor. Siyah kedi huysuzlanıyor. Korkunun, kokusunu almış olmalı.
Nidal; “korkma.” diyor. “Dağlar, korkuyu değil, cesareti sever. Sokakların Alfabesi, yeryüzünün ve gökyüzünün bütün yollarını bilir. Ayakları ve gözleriyle yolları eze eze umuda doğru gider. O yolların ve dağların kılavuzudur.
Yıllar önce, daha on dört yaşındayken annesini ve erkek kardeşini öldürmüşler. Ağlayamamış, ses de çıkaramamış; yalnızca gözlerinde acı hissetmiş. Acıdan gözlerini açamamış. Parmaklarındaki tuzlu kanın, göz pınarlarından aktığını anladığında, çığlıklarını duvarlarında saklayan binanın merdivenlerinde, ana rahmindeki çocuk gibi yatıyormuş.
Babası, bizim gibi terörist damgası yemiş, her yerde aranıyor. Uzun süredir kimseyle bağlantı kurmamış. Nerede olduğu bilinmiyor. Son çare, kızı konuşturup babaya ulaşmak. Muhbirlik etmesi, babasını ele vermesi için yaşadıkları ilçenin sokaklarında halkın gözleri önünde yerlerde sürüklüyorlar. Ağzından tek sözcük alamıyorlar. Dizlerinin üzerine çöktürüp, morarmış kanlı yüzünü ve boynuna astıkları babasının fotoğrafını gösteriyorlar.
Gözleri, vahşi bir hayvanın öfkesini çağrıştırıyor. Ayağa kalkması için postal uçlarıyla kasıklarına vuruyorlar. Ayakta duracak gücü kalmamış. Sağa sola sallanıyor. Adım atamıyor. Bitkin ve çaresiz. İzleyiciler, nefeslerini tutmuş, biraz daha, biraz daha, kan istiyorlar.
O sırada umulmadık, daha doğrusu, beklenmedik bir şey oluyor.
Derin derin arka arkaya nefes alıyor. Bütün gücünü, başında topluyor. Yüreklerinde, sevgi yerine nefret taşıyan güruha, göz ucuyla bile bakmıyor. Omuzlarını geriye itip, bir çınar gibi dimdik duruyor. Ani bir devinimle, direnişçiler arasında Kelle Kesici diye ünlenen Komutan K’nin suratına ağız dolusu tükürüyor. Kalabalıktan uğultu, hakaret ve küfür sesleri yükseliyor. Kelle Kesicinin tekmesiyle, yeniden yere yığılıyor. Günlerce yarı baygın yatıyor.
Gözlerini araladığında önce Kelle Kesici, ardından diğerleri, komuta zinciri içerisinde sırayla ırzına geçiyorlar. Tecavüz günlerce sürüyor. Sonra da Kelle Kesici, bir bölük silahlı caninin önünde, nasılsa bir işimize yaramıyor diyerek, dilini kesiyor. ”
…
“Herkesi sağır eden o günden sonra; Demavend’in uyuyan volkanı, titremeye başlıyor.”
Emine AYDOĞDU