Marksizmi bir dogmalar bütünü olarak görenler, “Marksizmi aşmak”tan söz eder. Marksizmi diyalektik bir yöntem olarak kavrayanlar ise onun sürekli yeniden üretim süreci olduğunu ileri sürer. Birincisi inkârı, ikincisi ise diyalektik kopuşu ifade eder.
Marksizmi az çok okuyan sosyalistler, onun bitmiş ve tamamlanmış bir teori olduğunu iddia etmez. “Marksizm, somut şartların somut tahlilidir” düsturu, Marksist teorinin diyalektik sürekliliğini anlatır. Bu sürekliliği anlamak için, Marksizmin kurucu öncüleri Marx ve Engels’in teorik üretimine bakmak yeterlidir.
Marksizmin yazım tarihinin en parlak belgesi olan Komünist Manifesto, yalnızca yirmi üç sayfadır; ancak her yeni baskısına eklenen önsözlerle birlikte yüzlerce sayfayı bulmuştur. Her bir önsözde, geçmişin eleştirisi ve özeleştirisi yapılırken, verili tarihsel koşulların analizi yeniden ve yeniden ele alınır.
Komünist Manifesto’nun her satırında diyalektik kopuş ile süreklilik bir aradadır; Marksizmin sistematik karakteri tam da buradan doğar.
Marx ve Engels’in düşüncesi gökten zembille inmemiştir.
Felsefede Alman, siyasette Fransız, iktisatta İngiliz okuluna dayanan Marksizm, kendinden önceki tüm toplumsal birikimlerin hem devamı hem de eleştirisidir. Marx ve Engels, Alman felsefesini, Fransız ütopik sosyalizmini ve İngiliz ekonomi politiğini hiçbir zaman toptan reddetmemiş; aksine bütün bunları insanlığın kolektif düşünsel mirası olarak değerlendirip eleştirel süzgeçten geçirerek ayakları üzerine oturtmuşlardır.
Marx, yaşamının büyük bölümünü kapitalizmin anatomisini çözümlemeye adamıştır. Bu çalışmalar esasen kapitalist toplumun altyapısal analizini içerir. Ancak Fransa’daki sınıf mücadeleleri ve özellikle Paris Komünü deneyimi sonrasında ilgisi giderek üst yapı alanına —devlet, siyaset, ideoloji— yönelmiştir.
“Fransız üçlemesi” olarak bilinen eserlerinde bu alanda dikkat çekici çözümlemeler yapılmıştır.
Yine de bu çözümlemeler, iktisat teorisi kadar hacimli olamadığından sonraki dönemlerde belirli boşluklar bırakmıştır.
Bu boşluklar zamanla “determinist” ve “ekonomist” eleştirilerin doğmasına yol açmıştır. Ancak bu eleştirilerin çoğu, tarihsel bağlamı göz ardı ederek yapılmıştır.
Zira Marx döneminde devlet, bugünkü kadar merkezileşmiş, bürokratik, militarist ve ideolojik araçlarla donatılmış bir yapı değildi.
Hatta o yıllarda, İngiltere ve ABD’de “barışçıl geçiş” ile toplumsal dönüşümün mümkün olabileceği dahi düşünülmüştür.
Bu, söz konusu ülkelerde militarizmin ve bürokrasinin görece zayıf olmasıyla ilişkilendirilmiştir.
Sonuç olarak; Marksizm, değişmeyen bir dogma değil, somut şartları analiz eden ve her tarihsel dönemde yeniden üretilen teorik bir yöntemdir. Marx ve Engels’in çalışmaları, her daim kopuş ve süreklilik diyalektiği içinde olmuştur.
Marksizmin Yeniden Üretimi ve 20. Yüzyıl Deneyimi!
Marksizmin yeniden üretimi yalnızca teorik bir mesele değildir; tarihsel koşulların değişimiyle birlikte yeniden biçimlenen bir zorunluluktur.
20. yüzyılın Marksist deneyimleri —özellikle Lenin ve Bolşevik Devrimi— bu yeniden üretim sürecinin tarihsel örnekleri olarak değerlendirilebilir.
19. yüzyılın kavramsal çerçeveleri, 20. yüzyılın toplumsal ve siyasal gerçekliğini açıklamakta yetersiz kalmıştı. Lenin ve yoldaşları bu boşluğu doldurarak dönemin özgül koşullarını analiz ettiler; buna uygun bir program, strateji ve örgüt biçimi geliştirdiler. Bu bütünlüklü atılım, tarih sahnesinde Ekim Devrimi gibi köklü bir dönüşümü mümkün kıldı.
Emperyalizm çağı, aynı zamanda sosyal ve ulusal kurtuluş mücadeleleri çağını da başlattı.
Emperyalizmin birinci bunalım dönemi, Birinci Paylaşım Savaşı’nı gündeme getirdi. Savaşın yıkıntıları üzerinde yükselen Bolşevik Devrimi, yalnızca Rusya’da değil, dünya tarihinin gidişatında da yeni bir sayfa açtı.
Batı Avrupa kapitalizmi, bu devrim dalgasını savuşturmak için bir dizi sosyal reform ve restorasyona girişti.
“Burjuva demokrasisi” olarak adlandırılan şeyin önemli nedenlerinden biri, işçi sınıfının mücadelesi kadar, Rus Devrimi’nin yarattığı tarihsel basınçtır. (Bu gerçeklik şimdilerde unutulmuş/unutturulmuş durumdadır.)
Emperyalizmin ikinci bunalım dönemi, İkinci Paylaşım Savaşı’nı doğurdu.
Bu savaşın sonucunda Çin Devrimi ve Doğu Avrupa devrimleri gerçekleşti; Kuzey Vietnam bağımsızlığını kazandı.
1960’lardan itibaren başlayan emperyalizmin üçüncü bunalım dönemi, fiilî savaşların yerini “Soğuk Savaş” konseptine bıraktı.
Küba ve Vietnam devrimleriyle canlanan yeni isyan dalgası, dünya halklarını sarstıysa da, Sovyetler Birliği’nin revizyonist politikaları bu dalganın etkisini sınırladı.
Sosyalist bloğun yaşadığı bürokratik yozlaşma, ulusal kurtuluş hareketlerinin tıkanması ve uluslararası sosyalist hareketin (ÇKP’nin ve SBKP’nin başını çektiği) bölünmüşlüğü, emperyalizmin lehine sonuçlar doğurdu.
Nihayetinde emperyalizm “Soğuk Savaş”ı kazandı ve sosyalist kamp çözüldü.
1990’larda tek kutuplu bir dünya manzarası ortaya çıktı; ancak yaklaşık on yıl aradan sonra bu tablo yerini yeniden çok kutuplu bir manzaraya bıraktı.
NATO içi çelişkiler ve çatışmalar derinleşirken, Rusya-Ukrayna savaşı kendilerinin ortak planları olmasına karşın hesapları farklılaşmıştır.
Almanya yeniden silahlanma sürecine girmiş bulunuyor. Çin kendine özgü bir yol izleyerek uluslararası bir merkez güç haline gelmeye çalışıyor.
Hindistan da bölgesel güç olma yönünde ilerliyor.
Bütün bunlardan daha çarpıcı olan ise üretim ve emek alanında yaşanan dönüşümdür: dijitalleşme, sınıflar arasındaki ilişkileri köklü biçimde değiştirmiştir.
Yeni Dönem ve Yeni Analizler!
Günümüz kapitalizmi yeni bir yapılanma süreci içindedir.
Yaşadığımız süreç, “Üçüncü bir dünya savaşı” mı, yoksa Marcos’un deyişiyle “dördüncü dünya savaşı” mı —henüz net değildir. Ancak bundan önce yapılması gereken, emperyalizmin bu yeni dönemin kapsamlı bir analizidir. Bütünlüklü bir dünya çözümlemesi olmadan, alternatif bir hegemonyanın inşası mümkün görünmemektedir.
Marksizmi yeniden okumak, onu yalnızca geçmişin değil, bugünün ve geleceğin de rehberi kılmak anlamına gelir.
Bu da, Marksizmi bir inanç sistemi olarak değil; eleştirel, tarihsel ve dönüştürücü bir yöntem olarak yeniden üretmekle mümkündür.







