Ahmet Hulusi Kırım
2010 senesinde Tunus’ta kitlelerin demokrasi talebiyle başlayan dalga bir müddet sonra tüm Arap coğrafyasını sardı. Bu dalgayla başlayan “devrim” sürecinin gündeme getirdiği sistemden kopuş olasılığı tüm dünyada heyecan uyandırdı. Ancak ABD elebaşılığındaki emperyalizm devreye girerek bu dalgayı yönlendirmek, söndürmek için hemen sürece müdahale etti. Bu arada eski rejimden nemalanan ve büyük servetler elde eden burjuvazinin bir bölümü kimi ülkelerde eski rejimle anlaşma yolları ararken kimi ülkelerde ise içinde örgütlendikleri Müslüman Kardeşler hareketi kanalıyla iktidarı kaybetmemenin yolunu aradılar. Emperyalizmin müdahaleleri, sınıf partilerinin güçsüzlüğü ve örgütlenmedeki başarısızlığı sonucu devrimci dalga tersine döndü. Arap coğrafyasındaki halkın yükselen muhalefeti karşısında eski rejimlerle devam edilemeyeceğini gören ABD elebaşılığındaki emperyalizm Tunus ve Mısır’da yönetimleri devirdi. Son senelerde kendisiyle işbirliği yapan Kaddafi’ye güvenmediği için onu da feci şekilde katlettirerek elimine etti.
K. Afrika’da yaşanan alt üstten sonra sıra Suriye’ye geldi. Suriye’deki Nusayri BAAS rejiminin devrilmesi emperyalizm için çok büyük önem taşıyordu. Zira Irak işgalinden sonra Ortadoğu’da etkisini artıran İran’dan kurtulmak Suriye’nin destabilize edilmesi ile mümkün olacaktı. Suriye rejiminin yıkılması ile İran-Irak-Suriye-Lübnan Hizbullah Şii kıstağı kırıldığı gibi izole edilen İran’ın teslim alınması da kolaylaşacaktı. Bu amaçla Suriye’de yoksul Sünni alt sınıfları ayaklandırıp iç savaş çıkarmak hedeflendi. Sünni burjuvazi-Alevi Devlet sınıfları ittifakını parçalamak için Müslüman Kardeşler hareketi üzerinden muhalefeti silahlandırmak dahil ABD-Suudi Arabistan-BAE tarafından her yol denendi. Suriye’de olaylar, başlangıçta kentlerde “yeni orta sınıfın”, güneyde kır yoksullarının ekonomik-siyasi talepleriyle şiddet içermeyen yollarla başlasa da ABD kitleleri silahlandırarak sürece müdahale etti.
AKP, Suriye hesabını yaparken Esad rejiminin siyasi, askeri özelliklerinden, arkasındaki sınıflar dengesinden(BAAS-Sünni burjuvazi ittifakı) habersiz, bölgenin geleceğini belirleyeceğini zannetti ve Sünni kamplaşmada yerini aldı. Tunus-Mısır-Libya’da olduğu gibi Suriye’de de çok çabuk sonuca ulaşılacağını varsaydı. Emevi camiinde Cuma namazı kılma hayalleri kurdu. Kendisi de Müslüman Kardeşler ideolojisinden beslendiği için selefi akımların önünü açtı. Dünyanın dört bir yanından gelen binlerce cihatçıyı lojistik destek verip maaşa bağlayarak Suriye topraklarına soktu. Ne var ki, Libya deneyiminin arkasından Suriye’de iç savaş başlamasıyla mevcut eksen denklemi emperyalizm için daha da karmaşıklaştı. Rusya ve İran’ın desteğiyle Esad rejimi ayakta kaldı. Mevcut kamplaşmaya hızla yükselen Selefi-El Kaide türevi cihatçı İslami hareketlerde katıldı. Süreç içerisinde zayıf seküler akımlar kısa sürede çökerken selefi cihatçı akımlar güçlendi. Bu durum, küresel emperyalist kapitalist sermayenin çıkarları için çok önemli olan bölgede istikrarsızlık demekti. ABD değişen durum karşısında okun ucunu Esad rejimine değil de cihatçılara çevirdi.
2011 senesinden beri süregelen iç savaş sonucu Suriye bugün fiilen dörde bölünmüş durumda. Ülkenin önemli bölümü BAAS rejiminin elinde. Rakka, Cezir ve Deyrizor vilayetlerinin büyük kısmı ile Menbiç PYD’nin kontrolünde. İdlip ve civarı HTŞ’nin denetiminde. Afrin, El Bab, Azez, Cerablus, Tel Abyad gibi yerler ise Suriye Milli Ordusu(SMO) destekli Suriye geçici Hükümeti yani Türkiye işgalinde. Bugün itibariyle Suriye rejimi, içerde ve dışarıda gücünü artırdığı gibi toplumsal ve siyasi kontrolü tam olarak sağladı. Uluslararası siyasette meşruiyet sorununu ortadan kaldırdı. Esad rejiminin kalıcılığı büyük güçlerce de kabul edilmiş durumda.
Gelinen aşamada AKP umduğunu bulamamış, alanı büyüklere terk etmeye zorlanmış, ortada bırakılmıştır. Yani azgın, saldırgan NEO Osmanlıcı politikaları iflas etmiştir. AKP iktidarının fetihçi politikaları yüzünden bölge kan gölüne dönmüş, on binlerce masum insan katledilmiş, milyonlarca Arap Türkiye ve diğer Arap ülkelerinde mülteci durumuna düşmüştür. İlaveten, Erdoğan ABD himayesinde olan en büyük düşmanı Rojova’ya müdahale edemediği gibi Rusya’nın baskısıyla daha önce Astana mutabakatında kabul ettiği M4 karayolundan da ilk etapta çekilmek zorunda kalacaktır. Suriye bataklığında yalnız kalan Erdoğan şimdi çıkış yolu olarak daha önce “katil Esad” dediği “Sayın Esad” ile görüşme peşinde. Ancak 13 yıl içinde biriken sorunlar öyle bir boyuta vardı ki saray rejimi bunların üstesinden nasıl geleceğini bilmiyor. Çünkü her konuda vahşeti pervasızca uygulayan cihatçı çetelerle Türk devleti o kadar iç içe girmiş, çeteler o kadar farklı alanlarda kullanılmış ki, bedeller ödemeden onların takacağı çelmelerin üstesinden nasıl geleceğini Erdoğan’da bilmiyor. Onları rahatsız eden bir gündem oluştuğunda, kurdukları cinayet ve talan saltanatı için risk gelişmeler gündeme geldiğinde hemen ayağa kalkabiliyorlar. Bunun son örneği geçen hafta görüldü.
Erdoğan’ın Esad’a sunacağı tek öneri, en büyük düşmanı Kürtlere karşı ittifak kurmak olacaktır. BAAS, ideolojisi nedeniyle Kürtlere herhangi bir statü vermek niyetinde olmadığından ileriki bir aşamada bu öneriyi kabul edebilir. Lakin ABD’nin korumasında olan Rojova’ya askeri müdahale siyasi konjonktür değişmedikçe olası değil. Keza Esad görüşmek için TC. askerlerinin çekilmesini ve cihatçılara verdiği desteği çekmesini şart koşarken Erdoğan bunu kabul etmiyor. Zaten Türklerin tarihlerinde, işgal ettikleri topraklardan kendiliğinden çekildikleri de vaki değil. Erdoğan ve Esad üçüncü bir ülkenin arabuluculuğunda görüşseler dahi iki ülke arasındaki kırmızı çizgiler oluşturan sorunlar durduğu müddetçe görüşmelerden sonuç çıkması zor.
Erdoğan, her alanda olduğu gibi emperyalizmin taşeronluğunun, jandarmalığının ağır faturasını bugün bizlere ödetiyor ve daha da ödetecek. Bu uğursuz politikanın yarattığı yıkımdan sadece komşu ülkelerin halkları değil Türkiye işçi sınıfı ve emekçiler de payını aldı. Dolayısıyla bugün, emekçilerin işgalci/yayılmacı politikaya karşı çıkmaları, Suriyeli göçmenleri hedef alan ırkçı saldırılara da karşı durup işçilerin birliğini, halkların kardeşliğini savunmaları önem taşıyor.