Sağanak yağmura rağmen sabah erkenden yine oradaydı. Bir çağrıya uymak için geciktiğini son anda fark etmiş gibi telaşla çıktı. Bu kadar sıklıkla gideceğini hiç düşünmemişti. Zaman geçireceği başka bir yer yokmuşçasına yolu hep oraya düşüyordu. Aslına bakarsanız başka bir yerde olmayı o kadar çok isterdi ki. Neresi olursa olsun, yeter ki yanında…
Yağmurun o apansız ve gürültülü inişi, yolları su içinde bırakmıştı. Yağmurluğu, şapkası ve şemsiyesi olmasına rağmen sırılsıklam oldu. Ayakkabılarının içi bile ıslanmıştı. Neredeyse bir yıl olacaktı. 20 Kasım 0000 taşa kazınmış bir tarihten ibaretmiş gibi duruyordu. Çevresindeki herkesin bolca tavsiyesi vardı. Bitmeyen tavsiyeler de yağmur gibi durmaksızın yağmaya devam ediyordu: “Artık gitmeyi bırak! Kabul etmek zorundasın! Dışarı çık biraz eğlen! Kendini bu kadar kapatma! Hayat böyle geçmez! Daha çok gençsin! Kendine yeni bir hayat kur!”
Kimseden tavsiye istemediği gibi ‘bu konudaki düşünceniz ne’ diye de sormamıştı? Bu rağmen herkes dilindekini tartmadan üstüne boca ediyordu. Bu durum ona çok acımasız geliyordu. İncecik bedeni, derin soluklanmalarıyla yalnızca et ve kastan ibaretmiş gibi kıvrılıyordu. En iyi arkadaşı, belki diğer yarısı, geleceği birlikte kucaklamak için hayal kurduğu insan olmadan “yaşamak” tam olarak nasıl bir şeydi? Bunu henüz anlayabilmiş değildi.
Sert bir rüzgâr esintisi şapkasını düşürdü, saçlarını yüzüne savurdu. Rüzgârın etkisiyle bulutlardaki nemin kısa süre içinde yükünü serbest bırakacağını hissetti. Yüzü ıslak olsa da gözlerinde ufacık bir nem belirtisi yoktu. Doğrudan yüreğinden gelen tüm gözyaşlarını dökmüştü. Artık neden diye sormayı bile bırakmıştı.
Polisler yaklaşık bir yıl önce, o korkunç gecede olan biten her şeyi kapı aralığında sakin sakin açıklamışlardı. En trajik olay bile zaman içinde iş olarak görülebiliyordu. Hangi meslek olursa olsun sürekli aynı şeyleri yapmak, yaşamak ve görmek sanırım bir süre sonra alışkanlığa dönüşüyor ve duygular da yavaş yavaş katılaşıyordu. Polisin ona ayrıntılı bir şekilde anlattığı korkunç olay, polisler için yaptıkları işin sadece bir bölümüydü. Onlar işini yapıyordu. O göre ise bildiği hayatın sonu, bütün hikâyesinin ve dünyasının birdenbire yok oluşuydu.
Çenesinde dikkat çekecek kadar büyük siyah bir ben olan uzun boylu polis, korkunç haberi verirken garip bir şekilde sağ postalının burnuyla üç kez yere vurmuştu. Postalın ucu kalbine değmişçesine irkilmişti. Buzlanma nedeniyle kayganlaşan yolda… Hızı epece fazlaymış!
“Evet! Hız yapmayı severdi. Her zaman biraz hız yapıyordu.” Söze dökmenden zihninden geçirdiği bu tümceler onu tedirgin etti. Oyuna yetişmeye çalışıyor olmalıydı. Kazanın olduğu saat, oyunun başlamasından elli dakika önceymiş. Bir şey onu korkutmuş olabilir mi? Yolda yürüyen bir köpek, bir kedi, belki bir insan. Çok iyi bir sürücüydü. Dikkatli ve tedbirliydi. Asla kural ihlali yapmazdı, hızın dışında. Kimse hiçbir şey görmemiş. Ortada bir tanık da yoktu. Köprüden aşağı savrulan motor, polisler gittiğinde hâlâ çalışıyormuş. Ama onun için çok geçmiş.
Çömeldi, granit üzerine kusursuzca kazınmış harflere, incecik parmaklarıyla özenle dokundu. “Özlemin dinmiyor,” diye fısıldadı.
Sol omzuna gizli bir el dokunur gibi oldu. Başını hızla çevirdi. Yanında dimdik duruyordu. Geldiğini nasıl fark etmemişti. Kahverengi saçları yağmurdan ıslandığı için olduğundan daha koyu duruyordu. Güçlü omuzlarını saran güderi montunun üzerinde yağmur damlaları koyu benekli lekeler bırakmıştı. Onu tanımıyordu. Kazadan söz etmesi yüzünde sıcak bir dalganın esmesine neden oldu.
“Sizi her hafta burada görünce, doğrusu hem duygulandım hem merak ettim. Acıyı unutmayı öğrenemeyen birisi daha var. Siz gittikten sonra buraya geldim. Sonra da taştaki ismi fark edince içim bir kez daha sızladı. Kazayı öğrendiğim zaman da çok üzülmüştüm.”
Şaşkınlıkla yüzüne baktı ama konuşmaya yeltenmedi. “Mezarlıkta olsaydı, onu görürdüm, neden hiç fark etmedim, bugüne kadar?” diye geçirdi içinden. Şaşkınlığını henüz atamamıştı ki davetsiz konuk ivecenlikle elini uzattı, tanışmak istiyordu. Tanışma biçimi ve yeri onun için dünyanın en garip tanışma şekline bürünmüştü. Elini uzatmadı. Başını öne doğru hafifçe eğdi. Yüz hatlarında herhangi bir duygu kırıntısı okunmuyordu.
“Kendisini tanırdım.” Nereden der gibi baktı? “İyi bir tiyatro izleyicisiyim. ‘Doğanın Ruhundaki Masallar’ı kızımla izlemiştik.” Yağmurdan kararan taşa sonra da yabancının yüzüne baktı. Kol boyu bir mesafede duruyordu. Gözlerinin etrafındaki kırışıklıklar, güneşte gözlüksüz dolaştığını ve de çok güldüğünü söylüyor gibiydi. Birden yüz kasları gevşedi. “Onu tanıyor muydu? Umarım öyledir.” Diye iç geçirdi. Onunla ilgili paylaşacağı bir iki anı olmasını ne kadar çok isterdi. Güderi montunun cebine soktuğu elini yeniden yavaşça uzattı. Küçük bir adımla yaklaştı. Ürkek bir köpeği temkinle ve özenle selamlar gibi adını söyledi. Eli sıcak ve güven vericiydi. Sırtını yasladığı ağacın biraz ilerisindeki kahverengi mezar taşını işaret etti:
“Kızımı kaybettim. Aynı ay, arada sadece beş gün var. Bu acının üstesinden nasıl gelinir, bilmiyorum? Geride kalan için gerçekten berbat bir durum olduğundan eminim. Yaşadıklarımı anlatmam olanaksız. Kendimi hırpalamamın hiçbir şeyi değiştirmediğini zamanla öğrendim. Yaşanan acıyı tanımlamak o kadar zor ki. Onun için berbat diyorum. Oyunu mutlaka izlemişsinizdir. Ne diyordu üstat:
“Kalbinizi cehennemin bir şubesine dönüştürmeyin! Acının, taşıyanı sonsuza dek kendisine bağlayan zincirleri vardır.”
Sesi kısık fakat rahatlatıcıydı. Kızım olsaydı şöyle derdi: “Sevgiye tutunmalısın baba! Acıya değil!”
“Bence şu anda burada olsaydı size söylemeye çalışacağı şey de bu olurdu.” Başını taşa doğru eğdi. “Onunla sahne dışında hiç tanışmadım. Ama eğer yapabilseydi, söylemek isteyeceği şeyin bu olduğundan eminim.”
“Eğer yaşasaydı kullanacağı ifade gerçekten tam olarak da bu olurdu. Sevgiye tutun.” Dudaklarının köşelerini kaldıran küçük gülümseme eşliğinde adama daha yakından baktı. Evet! Bu yabancının göz kenarlarının kırışıklıklarında onu çağrıştıran bir benzerlik vardı. Bu çizgiler tam da onunkiler gibiydi.
Hayale kapıldığını düşündü ve kendini sertçe azarladı. O da her zaman gülümsüyor ve her zaman olumlu tarafa bakıyordu. Ne zaman morali bozuk olsa, onu neşelendirmek için elinden gelen her şeyi yapardı.
Dikkatini mezar taşına verdi, başka bir adamın nasıl göründüğünü fark ettiği için çok rahatsız oldu. Birinin onu anımsatması rahatsız ediciydi. Evet, bu olmalıydı, onu huzursuz eden.
“Kızınıza ne oldu?.. Kaza mı?..”
“Kanser.”
Ne diyeceğini bilemediğinden sol eliyle alnına dokundu. Bir iki nefeslendikten sonra göz ucuyla adamın yüzüne baktı. Acıyla uzlaşmış gibi duran gülümsemesinin tamamen kaybolduğunu gördü.
Eliyle saçlarını düzelmeye çalıştı. Saç tutamlarını toplar gibi yaptı. Hafifçe sıkınca, boynumdan aşağı soğuk bir su damlası süzüldü ve yakasının altına doğru yol aldı. Titrediğini kendisi gibi adam da fark etti: “Bir fincan sıcak kahve içmek ister misiniz?” O sıcak ve hüzünlü gülümseme, büyüleyici gücüyle geri dönmüştü.
Nemli saçları ve ıslak ayaklarıyla büzülerek oturdu. Buharı tüten kahveyi yudumlarken, adamın göz çevresindeki kırışıklıklara bakarken yakaladı kendini. Göz göze geldiler. Yağmur, yandaki pencereye çarpıyordu.
İkisinin de dudaklarında eşleşen bir gülümsemenin başlangıcıyla gün sona erdi.
Uzun aradan sonra yine güzel bir öykü ile baş başayız. Her geçen gün daha da ustalaşan kalemi gönülden kutluyorum.
Teşekkür ederim benim sevgili ve kıymetli yazarım güzel görüşlerin için.
Her zaman duyarlı ve naziksin.
Selamlar sevgiler.
Eline koluna ve yine O koca yüreğine sağlık Canım Arkadaşım. İnsanı alıp, öykünün yaşandığı zamana ve mekâna götüren bu muhteşem yazılarının devamını diliyorum.
Bir küçük eleştirim yok değil, ama o da sana değil! Sayfa düzenini kim yaptıysa ona🙂
Yazının bir yerinde “O göre ise bildiği hayatın sonu, bütün hikâyesinin ve dünyasının birdenbire yok oluşuydu.” derken heralde ‘Ona göre’ diyordun. Sevgilerle…
Merhaba canım arkadaşım,
Anlamlı ve katkılı yorumun için sana çok çok teşekkür ediyorum.
Eleştirinde de haklısın dikkatli bir okuma gerektiriyor.
Selamlar sevgiler.
Bu güzel kalemine sağlık
Teşekkür ediyorum.
Dostlukla.