Hüseyin A. Şimşek
Sıvas Madımak Katliamı’ndan sonra, insana kıymanın yol ve yöntemlerinden “yakma”yı mercek altına almayı hedefleyen bir çalışma içine girmiştim. Aziz Nesin’in genel yayın yönetmenliğini yaptığı dönemdeki Aydınlık gazetesinde yazıyordum. 33 sanatçı ve aydının katledildiği bu katliamda meydana gelen ölümlerin toplam sayısı, iki otel görevlisi, iki de göstericiyle birlikte 37’ydi. Yaşamını yitiren sanatçı ve aydınlar arasında, bizzat tanıdıklarım vardı. “Ateşin düştüğü yer”e yakın olanlardan biri sayılırım.
Araştırmaya başlarken, peşine düştüğüm ilk sorular şunlar oldu: İnsanlık ateş ile neler kazandı, neler kaybetti? İnsanlığımızın yapıcı ve yıkıcı eylemlerinin ne kadarını -doğrudan veya dolaylı olarak- bu yakıcı ve kavuran nesnenin hayatımızdaki türlü tevür işlevlerine borçluyduk? Yeryüzü, hep bir yangın yeri mi olageldi? Çok daha önemli, can alıcı bir soru: Ne zamandan beri ve neden yakılırdı insanlar? Nereden ve ne tür rüzgârlarla harlanıyordu -ne yazık ki- tarihin her döneminde rastlanabilen “insan yangınları”?
Bilimin gezegenimizle ilgilli -tek değilse de- en ciddi tezlerinden biri, onun, evveliyatında kelimenin tam anlamıyla bir ateş parçası olduğuydu. Bu ateş kütle, milyonlarca yıl içinde soğudu; canlılar türedi, üredi ve geldi bugüne. Yerkürenin üzerinde sadece iki elimizin parmak sayısı kadar yanardağ kaldı. Fakat insanlık için bir “afet kaynağı” olmayı sürdürdü ateş. Ormanlar, ekinler, otlaklar, hayvanlar, kentler, köyler yanageldi cayır cayır; doğaya çok şeyler kaybettirmeye devam ediyor ateş.
İnsanız; ateş, her birimiz için farklı da olsa, özellikle de çocukluğumuza birçok açıdan damgasını vuran nesnelerden biridir. Onun yaktığını, deneye deneye öğrendik mesela. Gençliğimizde, oyun ve spor aracımız oldu. Bir çubuğu ucundan tutuşturup, gecenin karanlığına halkalar çizmek, havai fişeklerin bilinmediği zamanlarda anlatılmaz bir heyecan verirdi oyun olarak. İçinden uçarak geçmenin büyük maharet istediği ateş çemberi ya da çelenğini, gençlik coşkumuzun çarkına çevirenlerimiz de az değildir.
İnsan toplulukları, ateşten yola çıkarak sayısızca imge, deyim, özlü söz üretti: ateş hançeri, ateşle oynamak, benzine ateşle gitmek, ateşi maşayla tutmak, yangına körükle gitmek, ateş olmayan yerde duman çıkmaz, dört yanı ateşle sarılma, içine ateş düşmek, gözlerinden ateş fışkırmak…
Daha bir dizi farklı insan hallerimizi onunla tanımlarız; utandığımızda yanaklarımızın boyandığı ateşin rengidir, kızdığımızda ise gözlerimizden savrulandır. Beden dilimizde de önemli bir işleve sahiptir yani.
Ateş; ibadet, hurafe, efsane aracı da yapılageldi. Ocak olur, çıra, meşale ya da mum olur. Üstünden atlarken dilek tutulur, arınıldığı varsayılır! Tanrıların eline verilir, tanrılardan çalınır sonra. Bir şekilde ve belirli bir süreklilik halinde, ateş, insanın yaşamında olageldi hep! İnsan türünün gelişimini sağlamak üzere ısıtır, kızartır, pişirir, kaynatır, aydınlatır, hareketlendirir, eritir…
İnsanlık bir yandan ateşi elde etmek ve kullanmakla çok şey kazandı ama “insanın ateşle insana kaybettirdikleri” de az değil. Üstelik öyle odun, kömür, petrol gibi maddeler veya türevleri vasıtasıyla meydana gelen gündelik hayat içindeki kazalarla ya da afet biçiminde değil; insan iradesiyle, insan türünün cezalandırılmasının temel yöntem ve araçlarından biri olarak! Hasılı kelam, “ateş topu”nun tarih içindeki yolculuğu açıkça gösteriyor ki, insan ateşin maharetini öğrendikçe bir yandan da onun değerini düşürdü. Ateşi bulup kullanmayı öğrendiği günden beridir, türünü de yakmaya başlamıştı çünkü!
İlk insan uygarlıklarından Antik Yunan’a, Eski Avrupa topluluklarından Önasya’ya, Arap Yarımadası’ndan Uzak Doğu’ya, İspanya’dan Kuzey Amerika kıyılarına, Engizisyon döneminden Nazi Almanyası’na, Ruanda’dan Sıvas’a kadar…
Sözünü ettiğim ve Madımak Katliamı’nın ilk yıldönümünde Aydınlık gazetesinde dizi olarak yayımlanan, daha sonra Alan Yayınları tarafından (‘Ateşinsan: Ne Zamandan Beri Neden Yakılır İnsan’ adıyla) kitap olarak basılan araştırmamda, yakanı ve yakılanıyla yüzyıllara dağılmış çok sayıda yaşanmış öyküye ulaştım. İnsan insanı astı, kurşuna dizdi, derisini yüzdü, başını vurdu, linç etti, yaktı…
Yerküre milyonlarca yıl içinde soğumuştu, fakat ateş kesilen insanın marifetiyle farklı bir yangın yeri olmayı sürdüregelmişti. Hatta bu yüzden, tarihin her döneminde -buradaki anlamıyla- “ateşle oynaman”nın bedeli sıklıkla canından edilmek olageldi. Tarih -aynı zamanda- “ateşle oynamaktan vazgeçmeyenler”in gerçek hikâyelerinin de sahnesiydi. Çalışmamda ayrıntılı yer verdiğim Hallacı Mansur, Nesimî, Bruno, Avvakum, Huss, Jeanne d’arc, Vanini, Michel Servet ve 33’ler gibi.
İnsanlık tarihi bu konuda da hiç mi hiç iç açıcı değil. İnsanların cayır cayır yakılması, dün olduğu gibi bugün de ne bir hobi, ne de bu tür barbarlıkları yapanlar oyun falan oynuyor. İnsan yakma eylemlerini, “sapık” ya da “sadist” bir sapma, çok nadir rastlanan bir refleks sayma şansımız da yok. Tarih içinde ulaştığımız kanıtlar, bulgular ne yazık ki yüreğimizdeki yangına su serpecek nicelik ve nitelikten uzak.
Binlerce yıl önceki atalarımız gibi, hak ve özgürlüklerimiz için meydana çıkmamızın bedelinin sık sık canından edilmek olmaya devam ettiği bir “yangın yeri”nin tam ortasındayız hâlâ. Bugünün insanı da fikri ve eylemiyle eşit hak ve özgürlükler talep ederken, “ateşle oynamış” sayılarak ötekileştiriliyor, yok edilebiliyor.
Madımak Katliamı bu çerçevede, 21. Yüzyıl’a ramak kala insanların cayır cayır yakılmasında bir ‘milad’ oldu. Türkiye’de yaşayan, oradan dünyanın dört bir yanına dağılan, Türkiye’nin yakın tarihini bilen herkesin yaşamında -birbirine taban tabana zıt etki ve gerekçelerle de olsa- bu yangının bir yeri var. Kimi için, hem gericiliğin en barbar zulmü hem de bastırılagelen bir topluluğun (Alevilerin) derlenip toplanma ve ayağa kalkıp yürümesinin miladı; başkaları için, “ümmet adına şanlı kıyam”!
Madımak’ta yükselen alev ve dumanlar, birilerinin gözünü kör etmişti ya, onların çoğu hâlâ görmemeye devam ediyor. Böyle olduğu içindir ki Madımak Yangını hâlâ söndürülebilmiş değildir kesinlikle. Ne yazık ki -insan toplumlarının eşit hak ve özgürlükleri için fikir üretmek ve mücadele etmek anlamında- “ateşle oynamak”, günümüzde de gerçek manada insan sayılmanın gereği olmayı sürdürüyor.