Merhaba!
Eğer bir şeyler yazacaksam, bildiklerimden hatta bazı bazı yaşadıklarımdan yazmalıyım diye düşündüm.
Aslında hepimizin zaman zaman düştüğü ve düşürüldüğü bir çukurdur “ öteki ” olmak.
Fırsat bu ya, öteki ile başlayalım yazmaya.
Tekrar merhaba!
Tarih boyunca yaşanan gelişmeler, öncelikle gelişmelerin olduğu bölgedeki insanların sosyal yaşamlarında etkili olmuştur. Bu gelişmeler insanların zaman ve mekân algılarını değiştirmenin yanı sıra yerleşik algı ve tanımlarını da değişikliğe uğratmıştır fakat tarih kralların tarihi olduğundan, çobanın başına geleni bilmeyiz. Farklılıkların yaratılması ve tanınması bağlamında yükselen çoğulcu bakış açısı, günümüzde “cinsiyet, ırk, etnisite, din” gibi tikel kimliklerle toplumsal aktörlerin “kendi”ni ve “öteki”ni tanımlamasında önem kazanmaktadır.
Tüm kimliklerin inşa edildiği ön kabulüyle, birey “kendi”ni yaratmak için bir “öteki”ne ihtiyaç duyar. Bu durum aynı zamanda kolektif kimlik inşasına da yansır. Örneğin ulus kimliklerde “biz” olabilmenin koşulu “biz olmayan” ya da “öteki” gibi bir karşıt yaratmaktır. “Öteki”ne karşı duyulan nefret ya da korku, “biz” bilincinin, ulusal kimliğin ayakta kalmasına yardımcı olur.
Kimlik “biz”de olan ile “öteki”lerde olmayanın açık tasviridir. Bir mensubiyetin göstergesidir. Böylece bir ayrışma değil aynılaşmanın ürünüdür. Kimlik kavramının bu açıklamayla tanımlanıyor olması kendince bir paradoks yaratır. Connolly’nin ifadesiyle; “kimlik var olmak için farklılığa gereksinim duyar ve kendi kesinliğini güven altına almak için farklılığı ötekiliğe dönüştürür.” Öteki bir bakıma “ben”in ya da “biz”in yaratımıdır. Birey kendini tanımladığında ötekini, ötekini tanımladığında kendini tanımlamaktadır. Bu aynılık üzerine değil, farklılık üzerine inşa edilmiş, ayırt edici bir tanımlamadır.
Osmanlı döneminde “ötekileştirme” dediğimiz kavramı, “kendini” tanımlamanın organı olan bir kavram olarak görebiliyoruz. Türklükten ziyade ilk başlarda yönetimin temelini oluşturan “İslamlaştırma” ideolojisinin varlığından mütevellit, ötekileştirme meselesinin “dini” çerçeve ile gerçekleştirildiği aşikârdır. Bu sebeple millet-i hâkime ve millet-i mahkûme meselesini buradan doğru okumak gerekir. Hâkimin ve mahkûmun tarifi, bize dönemin ruhunu gösterir.
Ulus devlet bilincinin ve kimlik yaratımının gerçekleştirilmeye çalışıldığı ülkelerde “azınlıklar” ciddi sorunlar teşkil ediyormuş gibi, çoğu zaman düşmanca ve hatta şeytanca lanse edilir. “Kendini”, “öteki” ile yaratmaya devam eden sistem, “öteki”ne karşı tutumunu düşmanlaştırmaktadır. “Vatan” kavramının pekiştirilmesi sonucu ortaya atılan “vatan hainliği” kavramı da pekiştirilip, “kendi”nden olmayan her “öteki” vatan hainliğiyle sorgulanmaktadır, ki bunu son zamanlarda çok duyuyoruz.
17. yüzyılda başlayan İslamlaşma hareketinden sonra, 20. yüzyılda baş gösteren Türkleşme hareketi sonucu yaratılan ve bugün sıkça yinelenen “Müslüman Türk” politikası, günümüz Türkiye’sinde yaşayan farklı etnik kökene ve dine sahip yurttaşları başka bir sınıfa koymaktadır. Ayrıca popüler kültür ürünleriyle bu tarz siyasetin toplumsal çatlakta yol bulması sağlamaktadır. Tarihteki birçok olayı Osmanlı hoşgörüsüyle, Türk misafirperverliği ve milliyetçiliğiyle ya da “mağduriyet” kavramıyla ele almak, çoğu gerçeği insani boyutlarla görmemize engel olmaktadır ve olmaya devam edecektir.
İlla bir düşman yaratılır. İlla bir savaş çıkarılır. Zor olan dost olup, barış inşa etmektir. Samimiyetle ve tüm ayrıştırmalara inat, renklere, sözlere, dillere, dinlere ve her ne çeşit varsa dünya üzerinde, selam olsun.