Hiç görmediği bir ülkeyi, bir şehri ya da bir köyü özler mi insan? Sadece hikâyelerde adı geçen o masalsı yerler, ne kadar gerçektir?
Yıllar önce tanıştığım bir Ermeni “Tüm Doğu Anadolu’yu gezdim, Bitlis’e gitmedim. Dedemin anlattığı o masal şehir bozulsun istemedim” demişti bana. Kendini Bitlisliyim diye tanıtmıştı, hiç görmediği, kurduğu hayal bozulmasın diye görmek istemediği o şehrin özlemini taşıyordu.
Aynı meseleyi Pontuslularda, Karamanlılarda, Süryanilerde de gördüm. Kimisi hikâyelerde adı geçen o köyleri görmüş, hayal kırıklığı yaşamıştı. Kimisi ise bu haliyle de kabullenecek kadar özlem içindeydi. Önce köyler, sonra şehirler değişti. Koca koca bahçelerde ot bitmez oldu. İki harabe kaldı geçmişin yarası, iki tane taş, iki tane kiremit belki.
Vay başımıza ne geldiyse konuştuğumuz zamanlarda, toprak damlarında o köylerin, başka dillerinde türküler söylenip, başka dillerinde halaylar çekilirken, nereden bilebilirdi insanlar yaşanacakları? Oysa iki türkü söyleyip gidecektik zaten.
En başından farklı görünen, bazen hiç görünmeyen o halklar, gidebilecekleri kadar uzun yolları gittiler, hatıraları kaldı. Bir ucuz politik malzeme, bir göbekli adamın kariyer hırsı, bir çakalın emeksiz yemek çabası derken olan oldu, vay başımıza geldi. Hep anlatıldı durdu, bir komşunun gayrimüslim komşusuna saldırdığı. Ne oldu sonra? Konuşmayacak mıyız saldırana ne olduğunu? Bir şey olmadı ki, konuşalım. Bir şey olmamasını konuşsak ya o halde? Çetelerin köylülere saldırdığını ve bir şey olmadığını, evlere el konulduğunu ve bir şey olmadığını, insanların yollarda öldürüldüğünü ve öldürene bir şey olmadığını konuşsak ya? Belki vay başımıza ne geldiyse tam bu bir şey olmamasındandır diye konuşsak ya biraz.
Sabah tavla oynadığı komşusunun evini akşam yakana kimse bir şey demedi. Belki aferin demişlerdir. Zaten kötü bir şey denmesin diye iyi şeyler söylediler hep. Yahu bu kadar adam iyi diyorsa vardır bildiği dedi herhalde diğerleri. Yaptığı iyi değildi, kimse cesaret edip bre vicdansız diyemedi. O zamanlar o köyün deresinin suyu öyle akıyordu. Siz hep aynı dereden aynı su akar zannedersiniz, yok öyle değildir. O derelerin çok zaman kırmızı aktığı anlatılır durur. Bazen debisi artar, bazen azalır. Ha dere oradadır, hep akar, bazen o tarafa bazen bu tarafa. Şimdilerde kurutuyorlar dereleri, o bambaşka tabi.
Hazır gelmişken zamanı 6-7 Eylül 1955 pogromunun, anmadan geçmeyelim. Komşusuna bir günde düşman olmadıklarını bilelim, o komşulara neden bir şey olmadığını soralım.
Sözün özü, bizim köyün deresinden akan su aynı değil. Çok uzun zamandır aynı değil. Bazı bazı berrak ama çoğu zaman bulanık. Gölgesinde nefeslenecek ağaç da bırakmadılar. Vay başımıza ne geldiyse konuşmayı da kestiler. Kimsenin hatırladığı da yok…
Oysa bıraksalardı, zaten biraz nefeslenip gidecektik, hepimiz.
Bırakmadılar. Bize bırakılmayan, onlara da kalmasın. Eden bulsun.