Bir halkın kurtuluş mücadelesi, tek sesin yankısında kayboldu.
LTTE’nin hikâyesi, askerî zaferin diplomatik yenilgiye nasıl dönüştüğünün en çarpıcı örneğidir.
Çünkü bazen savaş meydanında kaybetmezsin;
kaybın, konuşamadığın masalarda başlar…
“Bir halkın kaçışı: Sri Lanka’nın kuzeyinden sulara vuran çaresizlik. Tamil siviller, savaşın son günlerinde güvenli bölge arayışında.”
Bir önceki yazımda Tamil halkının temel sorunları, onların temsilcisi konumundaki LTTE örgütü, Sri Lanka devletiyle yürütülen barış süreci ve otuz üç yıllık mücadelenin sonunda barış görüşmelerinin akıbetini, ayrıca örgütün Sri Lanka devleti tarafından nasıl darmadağın edildiğini konu edinmiştim. Tabii bunların öncesinde “Sri Lanka Modeli” kavramına değinmiş, benzer çatışmalara dair yapılan tartışmalarda bu modelin sıkça referans alındığını belirtmiştim.
Bu tartışmalarda en çok sorulan soru şuydu: “Askerî zafer gerçekten barışı getirir mi?”
Sorudan da anlaşılacağı gibi, bu sorunun muhatabı genellikle devletlerdir.
Fakat ben bu başarısızlıkta örgütün rolünü sorgulamaya çalışacağım.
Dünyadaki benzer tecrübeler bize göstermiştir ki, bu tür süreçlerden başarı elde edebilmek için uygulanması gereken olmazsa olmaz kriterler vardır.
Bunların başında temsiliyet, muhataplık, talebin netliği, kapsayıcılık, meşruiyet, bağımsız gözlemci ve garantörlük gelir.
Bu kriterlerin karşılanması elbette yalnızca bir tarafın çabasıyla sağlanmaz; ancak örgütün bu kriterlerin oluşması yönünde üzerine düşeni yapıp yapmadığı, sürecin sonucunu belirleyen temel faktörlerden biridir.
Ayrıca bu kriterlerden birinin dahi eksik kalması, diğerlerinin sağlanmasının önünde engel teşkil edebilir.
Bir önceki yazıda sürecin sonuna dair değinmediğim bir ayrıntıyı aktararak, bu kriterlerin önemini daha net biçimde göstermek istiyorum.
White Flag Incident
Mayıs 2009’da, LTTE’nin siyasî lideri Nadesan ve barış sekreteri Pulidevan, uluslararası arabulucular gözetiminde teslim olmak istediklerini bildirdi.
Sri Lanka ordusu onlara, “Beyaz bayrak kaldırın, size zarar verilmeyecek,” dedi.
Ancak aileleriyle birlikte teslim olmaya giden grup yakın mesafeden infaz edildi.
“18 Mayıs 2009 – White Flag Incident: Teslim olmaya gidenler, savaşın değil, güvensizliğin kurbanı oldu.”
Ertesi gün LTTE lideri Velupillai Prabhakaran da eşi ve çocuklarıyla birlikte öldürüldü.
Özellikle 12 yaşındaki oğlunun öldürülmeden önce asker gözetiminde sağ olduğuna dair görüntüler, o dönemde büyük yankı uyandırdı.
Böylece White Flag Incident, yalnızca bir savaş suçu değil, aynı zamanda çatışma süreçlerinde devletle kurulan ilişkinin salt güvene dayalı olmasının ne kadar kırılgan olabileceğini gösteren trajik bir örnek olarak tarihe geçti.
Şüphesiz bu olaya gelindiğinde örgütün sahadaki yaptırım gücü kalmamıştı.
O hâlde, onu bu noktaya getiren etkenlere bakmak gerekir.
LTTE’nin Yapısal Özellikleri ve Güçlenme Dinamikleri
LTTE’nin yapısal özelliklerinden kaynaklanan sorunlar, masada kaybetmesinde belirleyici olmuştur.
Örgütün büyümesini sağlayan iki temel unsur vardı: Birincisi, milliyetçi duruşu.
Kurulduğu dönemde her ne kadar dünya genelinde yükselen sosyalist hareketlerden etkilenmiş olsa da, örgüt hiçbir zaman ulusal kimliğe dayalı mücadele çizgisinden taviz vermemiştir.
Bu tutum, ulusal karakterini güçlendirmiş; Tamil halkının tarihsel kimliği, dili ve kültürel varlığı etrafında birleşmesini sağlamıştır.
Böylece halkın geniş kesimlerinden destek bulmuş ve mücadelesine meşruiyet kazandırmıştır.
Bu yönüyle LTTE, PKK’nın erken dönem “Bağımsız Kürdistan” söylemiyle benzerlik taşır.
PKK da asıl gücünü, halk desteğini ve meşruiyetini ulus temelli bir kurtuluş ideolojisi üzerinden edinmiştir.
İkinci unsur ise; lider odaklı, otoriter ve merkeziyetçi yapısıdır.
LTTE’nin hiyerarşik disiplini, silahlı bir mücadele yürüten örgüt için anlaşılabilir olsa da, lider Velupillai Prabhakaran’ın hem siyasî hem de askerî tüm kararların tek merci hâline gelmesi, her türlü muhalefeti “ihanet” olarak görme refleksi, farklı düşünen seslerin susturulması; zorunluluktan ziyade bir zaaf olarak değerlendirilmelidir.
Örgüt bu tekelci ve dışlayıcı tavrıyla yalnızca diğer Tamil örgütlerinin tasfiyesine değil, aynı zamanda sivil alanın tamamen ortadan kalkmasına neden olmuştur.
Bu katı disiplin kısa vadede örgüte askerî anlamda avantaj sağlamışsa da, uzun vadede barış sürecinde çoğulculuk ve temsiliyeti imkânsız hâle getirmiştir.
“Çemberin içindeki halk: Tamil nüfus, savaş boyunca hem devletin hem de örgütün denetiminde yaşadı.”
Katılımcılığın ortadan kalkması dış ilişkilerde merkezileşmeye, diplomatik yalnızlığa ve meşruiyet kaybına yol açmıştır.
Örneğin örgüt, 1989 Colombo barış görüşmeleri sürecinde Tamil tarafının tek temsilcisi olabilmek için diğer grupların liderlerine suikastlar düzenlemiş, onları sürecin dışına itmiştir (Multidisipliner Çalışmalar, 2022-2, s. 50).
Bu tutum zamanla örgüt içi bölünmelere de yol açmıştır.
En çarpıcı örnek, askerî kanat komutanlarından Albay Karuna’nın 2004 yılında yaklaşık altı bin savaşçısıyla birlikte örgütten ayrılarak hükûmet safına geçmesidir.
Bu kopuş, LTTE açısından sonun başlangıcı olmuş; hem askerî kapasiteyi zayıflatmış hem de Tamil toplumu üzerindeki otoriteyi sarsmıştır.
LTTE’nin Şiddet Stratejisi
Bu strateji, örgütün otoriter karakterinin bir yansımasıydı.
LTTE, otuz üç yıllık mücadele süresince asker-sivil ayrımı gözetmeksizin saldırılar düzenlemiştir.
Buna ek olarak, çocuk savaşçılar kullanması onu kaçınılmaz biçimde birçok ülkenin terör örgütü listesine sokmuştur.
Diplomasi Zaafları
Silahlı mücadeledeki kararlılığı örgüte askerî güç kazandırsa da, diplomasi alanındaki yetersizlikler aynı ölçüde yıkıcı olmuştur.
LTTE, uluslararası kamuoyuna kendi tezlerini anlatmakta başarısız olmuş; dış ilişkilerini askerî başarıya endekslemiştir.
Devletin karşısında meşru bir taraf olarak kabul edilmek yerine, “tek ve mutlak temsilci” iddiasıyla kendi çevresini daraltmış, bu da siyasal zeminde yalnızlaşmasına neden olmuştur.
2002–2003 Norveç arabuluculuğu sürecinde devlet, tarihindeki en ciddi esnemeyi göstererek federal bir yönetim modelinin müzakere edilebileceğini belirtmiştir.
Ancak LTTE bu önerileri nihai hedefi olan bağımsız Tamil Eelam’a giden geçici bir aşama olarak görmüş, bu da devletin güvenini tamamen sarsmıştır.
Bağımsızlık hedefinden vazgeçmemesi anlaşılır olsa da, bunu müzakere sürecinde açık biçimde dile getirmesi stratejik bir hatadır.
Goodhand & Klem (2005) örgütün dış dünyayla ilişkisini “kriz temelli ve güvene dayalı olmayan” biçimde tanımlar.
Stokke (2006) ise, LTTE’nin sahadaki askerî gücüne karşın siyasî esneklik gösterememesinin barış masasında büyük bir handikap yarattığını belirtir.
Hindistan Anlaşması ve Rajiv Gandhi Suikastı
1987’de Hindistan ile Sri Lanka arasında imzalanan anlaşma, Tamil bölgelerine idarî özerklik tanımayı öngörüyordu.
Ancak anlaşma LTTE’ye danışılmadan yapılmış, örgüt bu süreci kendi varlığına yönelik bir tehdit olarak algılamıştır.
Hindistan Barış Gücü’nün (IPKF) sahaya inmesi, LTTE açısından fiilî bir kuşatma anlamına gelmiş; bu dönemde yaşanan çatışmalar örgütün Hindistan’la ilişkilerini tamamen koparmıştır.
Rajiv Gandhi’ye düzenlenen suikast, yalnızca bir misilleme değil, örgütü uluslararası diplomasiden kalıcı olarak dışlayan bir dönüm noktası olmuştur.
Narayan Swamy’nin Tigers of Lanka (1994) adlı çalışması, bu suikastın LTTE için stratejik bir kırılma olduğunu açık biçimde ortaya koyar:
“Rajiv Gandhi suikastı, LTTE’nin uluslararası meşruiyetini kalıcı biçimde zedelemiş, örgütü sadece Hindistan’la değil, tüm bölgesel diplomatik ağlardan dışlamıştır.”
Tokyo Donörler Konferansı ve Diplomasi Krizi
2003 yılında düzenlenen Tokyo Donörler Konferansı, LTTE’nin diplomasi konusundaki en görünür zaaflarından biri olmuştur.
ABD’nin de kurucular arasında yer aldığı konferansa 50’den fazla ülke katılmış, barış sürecine ekonomik destek ve siyasi gözlem mekanizması önerilmiştir.
Ancak LTTE’nin konferansa katılmaması, hem uluslararası toplum nezdinde güven kaybına neden olmuş, hem de örgütün “siyasi çözümden yana olmadığı” algısını güçlendirmiştir.
LTTE Süreçte Garantör ve Gözlemci İstemedi mi?
Sri Lanka devleti sürecin her aşamasında dış müdahaleye karşı temkinli davranmış ve uluslararası garantörlüğe sıcak bakmamıştır.
Bu tavır, ülkenin egemenlik hassasiyetiyle açıklanabilir; ancak aynı zamanda LTTE’nin güven eksikliğini derinleştiren başlıca faktörlerden biridir.
Öte yandan, LTTE’nin garantörlük mekanizmasına ilişkin yazılı bir talebi hiçbir kaynakta yer almamıştır.
Bu bile örgütün vizyonunu sorgulamamız için yeterli bir göstergedir; zira Tamil halkının menfaatleri, tek bir liderin iktidar arzusuna kurban edilmiştir.
Zaman zaman bağımsız gözlemcilerin sahaya girişine sınırlı izin verilmiş, bu tutum kalıcı bir güven mekanizmasına dönüşmemiştir.
2002 Norveç arabuluculuğu döneminde, Sri Lanka Monitoring Mission (SLMM) üyelerinin Tamil bölgelerine girişinde örgütün çeşitli kısıtlamalar getirdiği, hatta bazı alanlarda doğrudan engellemelerde bulunduğu rapor edilmiştir.
Bu durum, LTTE’nin dış denetimi kendi meşruiyetine yönelik bir tehdit olarak gördüğünü göstermektedir.
Ancak Selim Öztürk ve Ogün Burhan Aydın’a göre, bu tavır tam anlamıyla bir reddediş değil, koşullara göre değişen bir refleks olarak okunmalıdır (Sri Lanka İç Savaşı ve Barış Süreci, 2022).
Aynı şekilde Goodhand ve Klem de, LTTE’nin dış denetimi meşruiyet alanına müdahale olarak gördüğünü belirtir.
Sonuçta hem devletin garantörlüğe direnci hem de örgütün dönemsel kısıtlamaları sürecin denetlenebilir bir çerçeveye kavuşmasını engellemiş, taraflar arasında kalıcı bir güvensizlik döngüsü oluşturmuştur.
Değerlendirme
Sri Lanka örneği, barış süreçlerinde yalnızca silahların değil, güvenin de denetlenebilir bir çerçeveye oturtulmadığı takdirde başarısız olacağını açık biçimde göstermektedir.
LTTE’nin askerî gücü örgüte sahada avantaj kazandırmış; ancak bu güç diplomasiye dönüştürülemediği için barış masasındaki etkisini sürdürememiştir.
Bağımsızlık hedefinden vazgeçmemesi anlaşılır olsa da, bu tutum stratejik esneklik alanı bırakmamış; devletin bölünme korkusunu derinleştirmiştir.
Diğer yandan Sri Lanka devleti de süreci dış müdahalelerden yalıtarak kendi denetimi altında tutmak istemiş; uluslararası garantörlük ve gözlem mekanizmalarına kapalı yaklaşımı süreci şeffaf ve denetlenebilir olmaktan çıkarmıştır.
Taraflar arasında oluşan bu karşılıklı güvensizlik, barış masasını hem teknik hem de psikolojik olarak kırılgan hâle getirmiştir.
Sri Lanka deneyimi, barışın yalnızca silahların susmasıyla değil, güvenin kurumsallaşmasıyla mümkün olabileceğini göstermektedir.
“Barıştan geriye kalan: Kaybedilenlerin ardından yas tutan Tamil anneleri.”
Uluslararası gözlem ve garantörlük sistemlerinin yokluğu, müzakere süreçlerini tarafların niyetine bıraktığında, “silahsız dönem” kısa süreli bir bekleme aralığına dönüşür.
Bu bekleme, kalıcı barışa değil, yeni bir askerî evreye zemin hazırlamıştır.
Ayrıca sürecin başarısızlığında örgütsel yapı ve temsil biçimi belirleyici olmuştur.
Lider odaklı, tek sesli, otoriter bir yapılanma; barış süreçlerinde müzakere esnekliğini ortadan kaldırır.
LTTE örneği bu açıdan ibretliktir: güçlü bir askerî örgütlenme, demokratik bir temsil biçimi geliştiremediğinde, meşruiyetini hem içerde hem dışarda kaybeder.
Sonuç olarak Sri Lanka modeli, “çatışmayı bitiren ama barışı kuramayan” bir deneyim olarak tarihe geçmiştir.
Bu modelin başarısızlığında devletin otoriter refleksleri kadar, örgütün diplomasi kültüründeki eksiklikler ve güven mekanizmalarına kapalılığı da belirleyici rol oynamıştır.
Barışın yalnızca silahsızlanma değil, aynı zamanda karşılıklı tanıma ve güven inşası olduğu gerçeği, Sri Lanka sürecinde bir kez daha doğrulanmıştır.
Bir sonraki yazıda Türkiye’deki çözüm süreçlerini değerlendireceğiz. Böylece Sri Lanka ve Türk devletlerinin benzerlikleri kadar, PKK ve LTTE’nin örgütsel refleksleriyle süreçler arasındaki paralelliklerin de dikkat çekici biçimde ortaya çıktığını göreceksiniz.