Marx’ın Devrim Anlayışı:
Eksikler, Yanılgılar
Birinci Enternasyonal’in merkezi başlangıçtan itibaren Londra olmuştur ve bu o dönemki önderlerin bilinçli tercihidir. Kapitalizmin en gelişkin olduğu, işçi sınıfının en yığınsal hale geldiği, işçi örgütlenmelerinin en yaygın ve güçlü olduğu ülke İngiltere’dir ve bu merkez yapma seçimi herkes tarafından (bu gerekçelerle) kabul görmüştür. Ancak bu tercihin ardından gelen siyasi beklentiler, bugün baktığımızda oldukça ilginç ve tartışılabilir argümanlar olarak karşımıza çıkmaktadır. UED Genel Konseyi, Avrupa’da yaklaşan toplumsal devrimin sanayileşmiş İngiltere’de başlayacağı inancındadır. 1 Ocak 1870’de Marx tarafından kaleme alınan bir Genel Konsey bildirisi şunları söylemektedir:
İngiltere köylünün artık olmadığı tek ülkedir; toprağın mülkiyeti birkaç elde yoğunlaşmıştır. Kapitalist yöntemin hemen hemen tüm üretime hakim olduğu tek ülkedir. Nüfusun büyük çoğunluğunun ücretli emekçiler olduğu tek ülkedir. İşçi sınıfının sendikalarla örgütlenmesinin ve sınıf mücadelesinin ciddi bir olgunluk ve evrensellik kazandığı tek ülkedir. Kapitalizm ve toprak sahipliğinin derin kökleri olmasına rağmen onların yıkılması için gerekli maddi koşulların en olgun olduğu ülkedir. İngilizler toplumsal devrim için gerekli tüm şartlara sahiptir, tek eksik olan devrimci coşkudur (revolutionary fervor)” 44
Görüldüğü gibi, Marx’ın düşünce silsilesinde belirleyici olan olgu “üretici güçlerin gelişkinliği”dir. Kendi formüle ettiği tarihsel materyalist bakış açısı çerçevesinde bir üretim biçimi gelişmesini sonuna kadar sürdürüp artık o gelişmeyi devam ettiremez noktaya geldiğinde yıkılacaktır, bu açıdan da ilk yıkılacağı yer, bu üretici güçlerin en gelişkin olduğu ülke olan İngiltere’dir. Tek eksik “biraz devrimci heyecan”dır.
Sosyalist siyasal devrimi “üretici güçlerin gelişmesi sonucunda oluşacak ekonomik krizin beraberinde getireceği kaçınılmaz toplumsal dönüşüm” olarak algılamak, işçi hareketinin bir sonraki adımı olacak olan İkinci Enternasyonal’de belirleyici beklenti ve yaklaşım olacaktır ve bunun kökleri bizzat Marx’ın yukarda dile getirdiği mantıkta yatmaktadır. Ancak bu mantık ciddi bir boşluğu ve yanılgıyı içinde taşımaktadır.
Öncelikle “kapitalizmin başta geliştirdiği üretici güçlerin gelişmesini bir andan sonra durduracağı ve frenleyeceği” beklentisi doğru değildir, 150 yıllık pratikte de doğru çıkmamıştır. Sosyalist devrimi bir proje olarak bu beklentinin üzerine inşa etmek de anlamlı olmamış, dahası, İkinci Enternasyonal örneğinde göreceğimiz gibi işçi hareketinde deformasyonlara yol açmıştır. Niçin doğru değildir? Çünkü 200 yıldır kapitalizm üretici güçleri (özelikle de üretim araçlarını ve teknolojiyi) dizginlenemez bir hızla geliştirmekte, yenilemekte, ileriye götürmektedir. Buhar makinasından dizele ve elektrikli araçlara, atom enerjisi kullanımına, 19.yüzyıl sonu maşinizminden Ford sistemine, oradan bilgisayar kontrollü üretime, oradan bugünün Endüstri 4.0’ına, iletişimde radyodan telefona, oradan görüntülü haberleşmeye, internete, mobil teknolojilere geçiş, bütün bunlar 200 yıldır kapitalizm tarafından gerçekleştirilmektedir ve bugünün popüler konusu olan Yapay Zekâ ile de bu gelişimin sınırlarını hayal etmek dahi zorlaşmaktadır. Üretici güçlerdeki bu inkâr edilemez gelişim elbette ki insanlığı “mutlu yarınlara” götürmemektedir, tüm bu gelişim gelir adaletsizliği, hammaddelerin yağması, yerel savaşlar, gezegenin kirlenmesi, faşist darbeler, baskıcı siyasetler ile at başı gitmektedir, ancak tüm bu olumsuzlukların “üretici güçlerin gelişimini durdurması” söz konu değildir. Bütün bu “gelişme” elbette periyodik ekonomik krizlerle at başı gitmektedir; ancak bu krizlerin hiçbir kapitalizmi yıkmamakta, kapitalizm 1880’lerden beri kendi krizlerini siyaset üzerinden aşmaktadır. 1929 krizi Avrupa’da faşizm, ABD’de ise popülist politikalarla aşılmış, 1945 sonrası kriz Keynes’ci “sosyal devlet” ile halledilmiş, 1980’lerin krizi ise neoliberal saldırı ile çözüme kavuşturulmuştur. Kapitalizmin hayatını idame ettirmesini sağlayan ve ömrünü uzatan bu adımların hepsi toplumsal-siyasal atılımlardır; bu da bizi şu net sonuca götürmektedir: Kapitalizmin yıkılışı salt ekonomik düzlemde gerçekleşecek bir “çöküş” ile değil, bu çöküşü engellemek için ustaca kullanılan siyasi mekanizmanın felce uğratılması ile, kısaca siyasete müdahale ile, ancak ve sadece o şekilde gerçekleşecektir. Kapitalizmi yıkacak olan bir şahsın, ekibin ya da partinin değil, sadece ve sadece emekçilerin örgütlü, birleşik ve bilinçli siyasi iradesi olabilir. Bu irade olmadan kapitalizmin daha kaç yıl insanlığı mahvetmeye devam edeceği belirsizdir.
Marx’ın yukardaki tespitini bu olgular ışığında ele aldığımızda şu hazin sonuca varmaktan kendimiz alamayız: Marx’ın “yegâne eksik” diye ifade ettiği “devrimci heyecan”, aslında bir bütün olarak “devrimci siyaset”tir, ve “devrim için her şey hazır, sadece devrimci siyaset yok” demenin (yapacağımız kaba benzetme için Marx’ın anısından özür dileyerek) “pilav için her şey hazır, tek eksiğimiz pirinç” demekten farkı yoktur. Sosyalist devrimi maddi altyapıya ve ekonomik olgulara sıkı sıkıya bağlama gayreti Marx’ın başka tespitlerinde de (örneğin kapitalist ekonominin global niteliği dolayısıyla devrimin bütün ülkelerde gerçekleşeceği beklentisinde) belirleyici olacaktır. Ancak bunlara karşın Marx’ın ömrünün son dönemlerinde bir dizi alanda bu “ekonomik determinizm”den uzaklaştığına ve yeni arayışlara ve yaklaşımlara yöneldiğine dair çok sayıda işaret vardır. Özellikle Fransa Üçlemesinde, siyasetin ekonomiyle bağına rağmen bir düzey olarak farklılığına ve özgüllüğüne yönelik oldukça parlak tespitler yaptığını biliyoruz. Daha da ilginci, geçenlerde açığa çıkan ve Marx’ın Fransız sosyalist lider Jules Guesde’e Mayıs 1879’da yazdığı mektup bu konuda yeni ve eski konumuna göre 180 derece zıt (ve doğru!) bir konuma işaret etmektedir.
Benim kanaatime göre patlayıcı biçimdeki devrim bu kez Batı’dan değil, Doğu’dan – Rusya’dan – başlayacaktır. İlk olarak, şiddetli bir ayaklanmanın tarihsel bir zorunluluk haline geldiği diğer iki büyük despotizm [okunaksız] Avusturya ve Almanya’da tepki gösterecektir. Bu genel kriz anında Avrupa’nın, Fransız proletaryasını halihazırda bir işçi partisi olarak kurulmuş ve rolünü oynamaya hazır durumda bulunması son derece önemlidir. İngiltere’ye gelince, toplumsal dönüşümünün maddi unsurları fazlasıyla mevcuttur, ancak eksik olan itici ruhtur. Bu ruh ancak kıtasal olayların patlamasıyla oluşacaktır. İngiliz işçi sınıfının büyük bölümünün durumu ne kadar sefil olursa olsun, yine de bir dereceye kadar İngiltere’nin dünya pazarındaki imparatorluğuna katıldığını ya da daha da kötüsü, kendisinin buna katıldığını hayal ettiğini asla unutmamalıyız.45
Bütün bunlara rağmen, siyasetin ekonomiye indirgenemeyeceğine, bu iki düzey arasındaki eşitsiz gelişmeye, siyasetin ayrı bir düzlem olarak ele alınıp önem verilmesi gereğine, kapitalizmi yıkmada siyasetin belirleyici önemine dikkat çekmenin onuru Lenin’e aittir. Onun da örgüt ve siyaset anlayışında (ilerde göreceğimiz gibi) aşmamız gereken boşluklar olmakla birlikte bu tespiti ve katkısı, günümüzde de kapitalizme karşı verilen mücadelede belirleyici bir değer taşımaktadır.
İlk Çatlak:
Enternasyonal’de Merkez-Yerel Örgüt Çatışması
Enternasyonali ilerde kapanmaya götürecek krizin Marx ve Bakunin arasındaki çatışma olduğu söylenmektedir. Bu önemli ölçüde doğrudur ve bugün anarşizmi reddetmiş Marksistler olarak bu tartışmada Marx’ın haklılığını temel alıp UED’deki krizi bu gözlükle yorumluyoruz. Ancak gene de bu tartışmanın bugünkü mücadele (özellikle de mücadelenin uluslararası ölçekte örgütlenme mantığı) üzerinde önemli ve anlamlı izdüşümleri vardır ve yeni bir gözle ele alınmayı hak etmektedir.
Bakunin, Marx’ın kapitalizm eleştirisini aynen benimsemektedir (Marx’a mektup yazarak Kapital’in Rusçaya tercüme edilmesini üstlenmiştir). Ancak tıpkı Proudhon gibi, devlet iktidarı üzerinden kurulacak bir sosyalizme karşıdır; tıpkı onun gibi sömürüyü aşmak için sadece üretim araçlarının özel mülkiyetini değil, devlet cihazını da (daha baştan!) yok etme taraftarıdır. Ancak Proudhon’un aksine toplumun barışçı bir dönüşümünden değil, siyasi mücadeleden ve mevcut kapitalist düzene karşı devrimden, onu yıkacak bir ayaklanmadan yanadır. Bu son vurgusu onu Marx ile yan yana getiren bir prensip olmuş, ancak süreç içinde önemli farklılıklar ve gerilimlerin doğmasını engellememiştir.
Bakunin, “devlet” fikrine karşı çıkarken, aslında her türlü “insana yukardan empoze edilen otorite” fikrine karşıdır ve bu yaklaşımı UED içindeki işleyiş ve örgütlenme konusuna da kısa zamanda yansımıştır. Marx ile teorik-ideolojik farklılığı netleşmiştir; bu (tıpkı Proudhon’cular gibi) onları aynı örgütte birlikte işçi sınıfının davası için mücadele etmekten alıkoymamıştır, ama her ikisi de kendi görüşlerinin yayılmasını ve güç kazanmasını istemektedir. Bu çerçevede Marx Londra’daki UED Genel Konseyinde ve Almanya’da işçi çevrelerinde etkili iken Bakunin, anarşist görüşlerin işçiler arasında yaygın olduğu üç ülkede ciddi bir yerel güce sahiptir: İspanya, İtalya ve İsviçre kantonları (İspanya’da işçi sınıfı içindeki oldukça güçlü anarşist etki, bilindiği gibi 1930’lara, İspanya İç Savaşı’na kadar sürecektir). Bu noktada Bakunin, (hem otorite fikrine olan düşmanlığından hareketle, hem de kendi yerel etkinliğini Marx’ın merkezdeki müdahalelerinden koruyabilmek için) ulusal-yerel örgütlerin merkezi bir organ tarafından yukardan yönetilmesine karşı çıkmış, yerel-ulusal örgütlerin geniş bir özerkliğe sahip olmasını savunmuştur.
Bu tartışmanın gerilimi zamanla elbette büyümüştür. Marx’ın ve İngiliz sendikacılarının etkili olduğu Genel Konsey Bakunin’in “disiplinsizlikle” suçladıkları yaklaşımlarını kınayıp sınırlamaya çalışırken Bakunin de UED ile bağını koparmayıp bildiğini okuyabilmek için bu kararlara önce ses çıkarmayıp UED örgütlülüğü dışında “kendi” gizli örgütünü kurmaya yönelmiştir. Bu “UED içinde ama ondan bağımsız” yapı (bugünkü terminolojimizle “hizip”) ortaya çıkınca çatışma daha da alevlenmiş ve aşağıda yeni bir yorumla ayrıntılarını aktaracağımız nihai kopmaya kadar sürmüştür.
Bu aşamada, gene bu tarihsel tartışmanın olguları ışığında bakışlarımızı gene günümüze çevirelim ve şu konuyu sorgulayalım: Uluslararası bir sosyalist işçi örgütlenmesinde değişik ülkelerde değişik eğilimlerin, UED örneğinde olduğu gibi bir ülkede Marksistlerin, başka ülkede anarşistlerin, bir diğerinde Proudhon’cuların güçlü ve egemen olması yanlış, kabul edilemez, imkânsız bir durum mudur?
Bu soruya sağlıklı bir cevap verebilmek için burada tartışılan konunun, yani örgüt içinde politik bütünlük ve tutarlılık konusunun iki ölçekte, yani ulusal ve uluslararası ölçeklerde niçin oldukça farklı olduğunu ortaya koymak ve kavramak zorundayız. Ulusal planda, yani belli bir ülkede örgütlenmiş olan bir sosyalist partinin değişik il ve bölge örgütlerinde güncel politikaya yönelik farklı aksiyon ve müdahale tarzlarının önerilmesi ve farklı mücadele anlayışlarının egemen olması gerçekten kabul edilemez. Farklılıklar her zaman vardır, olacaktır, hayatın gerçeğidir. Böyle bir partinin üyeleri arasında kimi teorik konularda farklı vurgular olabilir, dahası bu ülkenin değişik bölge ve illerinde de farklıklar olabilir (bir bölgede halk oldukça ilerici iken başka bir bölgede gerici-tutucu görüşler oldukça etkin olabilir). Ancak bu durumda dahi böyle ulusal planda örgütlenmiş bir partide bir bölge örgütünün seçimlere katılmayı, başka bir örgütün direkt silahlı mücadeleyi, başka bir örgütün keskin bir illegaliteyi, bir diğerinin yasal siyasette daha aktif katılımı savunup sonuçta ortak bir noktada anlaşamamaları, her birinin kendi bildiği yönde tavrı alması kabul edilebilir bir durum değildir. Değildir, çünkü ülke bazında düşman bütünleşik ve tektir: Ulus-devlet halinde örgütlenmiş burjuvazi. Bu tek ve bütünleşik düşmana karşı mücadelede de ülke çapında tek ve özdeş bir tavır gerekir ve bu tavır en güçlü olduğumuz bölgede de, zayıf olduğumuz bölgede de aynı olmak zorundadır. XX ili seçimlere katılırken ZZ ilinin onu boykot etmesi saçmalıktan başka bir şey olamaz. Seçime girilecekse her yerde girilir, ayaklanma yapılacaksa her yerde yapılır.
Ölçek ulusaldan uluslararasına çıktığında resim net biçimde değişmektedir ve bu değişimi algılamamak, kavramamak ciddi (kimilerinde hala süren!) hayallere neden olmaktadır. Değişik ülkelerin burjuvazileri kendi aralarında çatışmaları da güç birliğini de beraber yaşarlar ve elbette işçi hareketine, “kızıl tehlike”ye karşı ortak davranırlar. Ancak dünya burjuvalarının bir ortak devleti, bir dünya burjuva ordusu, dünya polisi, dünya istihbarat teşkilatı pratikte yoktur. Her ülkede kapitalizmin gelişmişlik seviyesi, sınıfların bileşimi, siyasi uyanıklığı, örgütlülük seviyesi, geçmişten devralınan politik gelenekleri, egemen sınıfın ideolojik hegemonyasının gücü, ülke siyasetinde gerilimin seviyesi kesinlikle farklıdır ve bir ülke ölçeğinde gerekli olan türdeş politik müdahale, uluslararası ölçekte doğru da değildir, mümkün de değildir. Dayanışma şarttır, ancak aynı örgütlenme ve siyasi müdahale formları asla tüm ülkelere empoze edilemez. Dahası, her ülkede geçmişin politik birikiminin yarattığı ve başat hale gelen farklı devrimci-sosyalist gelenekler güç kazanmış olabilir. Bu siyasetler belli yanlışları, ya da yanlış yapma potansiyellerini de taşıyabilir. Ancak o ülkede sınıfa önderlik ediyorlarsa, izledikleri politika net olarak kapitalizme karşı devrimci bir çıkış teşkil ediyorsa, yapılması gereken yoldaşça eleştirerek ve uyararak dayanışmayı sürdürmektir; yoksa dışlamak ve “yukardan birilerinin” saptadığı bir tornaya sokmak değil.
Geçmişten bugüne gelerek somutlaştıralım: İtalyan ve İspanyol işçileri UED içinde kapitalizme karşı Marksist değil anarşist bir yaklaşımı benimsemiş olabilirler. Anarşizm biz Marksistlere göre yanlış, bilimsel olmayan bir politik kültür ve yol da olabilir ve öyledir. Ama sonuçta bu ülkelerin işçi sınıfı kapitalizme karşı mücadelede bu yolu seçmiştir, düşmanla uzlaşmamaktadır, o ülkelerde sınıfın devrimciliğini bu akım temsil etmektedir. Anarşizm sadece İtalya ve İspanya’da ilk işçi mücadelesinin temellerini atmakla kalmamış, ABD’de de ciddi devrimci bir işlev görmüştür. 1 Mayıs’ı bizlere armağan eden gelişmenin ana kahramanları anarşist olduğu gibi, 1920’lerde tüm dünyada işçi dayanışmasının sembolü olan Sacco ve Vanzetti’nin de birer anarşist olduğu unutulmamalıdır. Tüm yanlışlarına rağmen yapılacak şey bu ülke örgütlerini zorlamak, baskı uygulamak, ya da Genel Konsey’in yapacağı gibi “feshetmek” değil, yanlışlarını bildirerek onlarla dayanışma içinde olmak, kendi ülkelerindeki mücadelede burjuvaziye karşı onları desteklemektir. Örneğin İspanyol işçileri o yıllarda anarşist bir mantıkla zamansız bir genel ayaklanma düzenleyip yenilselerdi, yapacağımız şey “alın size anarşizm, biz size demiştik” deyip burun kıvırmak ve sırt çevirmek değil, onların atılımdaki devrimci fedakârlığı takdir etmek, baskı kurbanlarına yardım etmek, hatalarını dostça bildirmek ve kendi hatalarından öğrenmeleri için onlara yardım etmekti. Bu, uluslararası ölçekte mümkün olan tek doğru tavırdır ve bunu bize gösteren ilk somut örnek Paris Komünü’dür.
UED’in Fransa örgütlerinde egemen olan akım her zaman Proudhon’culuk olmuştu ve Paris Komünü’nü yapan işçiler de Proudhon okulundan sosyalizmi öğrenmiş işçilerdi. Paris Komünü bir sonraki bölümde göstereceğimiz gibi esas olarak Proudhon’cuların, Blanquistleirn ve sol Jakobenlerin eseriydi. Olay bittikten sonra yazdığı son derece değerli bir eser olan “Fransa’da İç Savaş” dışında Marx’ın ne Komün öncesinde, ne de Komün esnasında hiçbir katkısı olmamış, Enternasyonal de bu önemli deneye herhangi bir katkı ya da müdahalede bulunmamıştı. Paris Komün’ünde UED üyesi işçi ve devrimciler vardı, bunlar azınlık olmakla beraber önemli roller üstlendiler; ancak bunların hiçbiri (Marx ile belirsiz bir teması olan Leo Frankel dışında) kabul edilebilecek asgari anlamda dahi “Marksist” değildi.
Sonuçta ne oldu? 150 yıldır tüm dünya işçilerine ve devrimcilere ilham veren muhteşem bir deney, Paris Komünü, Marx’ın, Marksizmin en ufak bir katkısı olmadan gerçekleşti. Marx, başta doğru bulmadığı bu kalkışmayı sonradan pozitif değerlendirdi, ona sahip çıktı ve kendi öngörüsü dışında gerçekleşen bu deneyi yorumlayarak işçi sınıfının siyaset teorisine bir katkıya çevirdi; doğru tavır da buydu. Ancak tam bu noktada tersten düşünelim: “Enternasyonal bir dünya partisidir ve tek doğru bilimsel teori egemen olmalıdır” deyip Proudhon’culuğun egemen olduğu Fransa örgütleri feshedilse ya da düşmanlaştırılsaydı, Komün gibi değerli bir deneyin mirasından yoksun kalacak, onu ancak yıllar sonra “arkeolojik kazılarda keşfedilen antik şehirler” gibi keşfetmek zorunda kalacaktık. Tıpkı bir zamanlar Ortodoks Marksist-Leninist bir yaklaşımla “fokocu-maceracı” diye mahkum ettiğimiz KP dışı devrimci akımların (kimi hatalarına rağmen) Latin Amerika ülkelerinde yarattıkları kalıcı devrimci değerleri ancak bugün anladığımız gibi.
Bugüne gelelim. Kapitalizmi yıkıp sosyalist bir gelecek inşa etme hedefinde olan sosyalist akım, ekol ve geleneklerin çeşitliliği UED zamanındakinden daha az değildir. Kendi ülkesindeki sınıf mücadelesine angaje olup kendi doğrularını baz alarak kapitalizme karşı dürüstçe mücadele eden bir dizi akımdan, klasik KP geleneğinden, ML tarzı Maocu örgütlenmelerden, 4.Enternasyonal’in şu ya da bu fraksiyonuna bağlı çalışan Troçkist akımlardan, gerilla geleneğinden gelen yığınsal hareketlerden, sosyal demokrasiden koparak sol, radikal bir sosyal demokrat tavır benimseyenlere kadar bir çok sosyalist siyasi özneden bahsetmek mümkündür, ve bu çeşitliliğin kısa zamanda ortadan kalkmayacağı açıktır. Dünya çapında etkili olacak büyük bir başarılı deney (1917 Rusya misali) gündeme gelse dahi, bu olası müstakbel çizginin tüm dünyadaki solu “tornaya sokup” tek bir formatta birleştireceğini ummak da doğru değildir, zira her ülkenin tarihinden gelen farklılıklar, böylesi bir başarının yorumlanmasında dahi farklılıklar yaratacaktır. Bu noktada prensip olarak ihtiyaç duyulan Enternasyonal örgütlenmede bu akımlardan birinin “dünya çapında egemen ve belirleyici” olmasını beklemek imkânsız, üstelik zararlı bir hayal olmaktan ileri gidemez. Belirli bir ülkede emekçilerin kapitalizme karşı mücadelesinde önderlik eden unsurların mücadele mantıklarında yanlışlar görsek dahi, yapılması gereken onları mücadelelerinde desteklemek ve dayanışma içinde olmaktır. KP geleneğinden gelen bir devrimci, Bolivya’da Morales’i, Venezuela’da bir zamanlar Chavez’in çizgisini yetersiz bulsa dahi, emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadelede ülkesindeki kavgayı bu özneler yürüttüğü için onları emperyalist saldırganlığa karşı desteklemek zorundadır. Maoculuğu eleştirebiliriz, ancak Filipinler’de ve Nepal’de halkın mücadelesine önderlik eden Maocu gelenekten gelen devrimci akımlarla dayanışma içinde olmak da (şayet emperyalizmi dünya çapında geriletmeyi ve sosyalizmin önünün açılmasını samimi olarak istiyorsak) şarttır. İngiltere’de kendimizi Ortodoks komünist Büyük Britanya Komünist Partisi-Marksist Leninist (CPGB-ML)’e ya da Troçkist gelenekten gelen Sosyalist İşçi Partisi (SWP)ye yakın hissetsek dahi, bu ülkede emekten yana radikal bir değişim çabasının bir dönem başını çeken ve bunu yığınlara mal eden Jeremy Corbin’e de destek olmak aynı şekilde gereklidir, doğrudur.
UED’in bugün bizlere bıraktığı en değerli miras, sınıfın mücadelesine sahip çıkma temelinde değişik sosyalist akımların bir araya gelerek işçi sınıfını Avrupa ve dünya çapında güçlü bir siyasi ve toplumsal özne haline getirebilme başarısıdır. Geleneğimizde egemen olan “ama işte tam da bu çeşitlik yüzünden yıkıldı” yorumu da tarihe geniş ölçekte baktığımızda anlamını yitirmektedir; zira tek bir sosyalist yorumun egemen olduğu sonraki iki enternasyonal de (Alman SDP’de somutlaşan Ortodoks Marksist yorumun egemen olduğu 2.Enternasyonal ve Bolşevik partide somutlaşan Marksist-Leninist yorumun egemen olduğu Komintern) iflas etmekten ve çözülmekten kurtulamamıştır. “Teklik” çözüm değildir, çözüm (tıpkı ulusal düzeyde örgütlenmiş bir partide olduğu gibi) kaçınılmaz olan farklılıkları yönetebilme becerisidir. UED’in yıkılışını şimdi bu gözle inceleyelim.
Bakunin’in (Kural Dışı!) Tasfiyesi
Bakunin’in UED içinde kendine özel bir alan yaratma gayreti ve Marx ile girdikleri çatışma keskinleşince işler kopma noktasına gelmiştir. Buraya kadar süreç, doğru olmasa bile en azından anlaşılabilir. Asıl anlaşılması ve kabul edilmesi mümkün olmayan olgu ise, Bakunin’in UED’den tasfiyesinin siyasi olarak, siyasi gerekçelerle değil, adi suçla, “zimmetine para geçirme” gibi, üstelik doğru da olmayan bir suçlama ile gerçekleşmesidir. Bu konuda ayrıntılı bilgi veren 2 kaynaktan biri gayrı resmi, ancak somut olgulara ve belgelere dayanan bir Marx biyografisinin yazarı (aynı zamanda hepimize Ekim Devrimi konusunda son derece doğru ve öğretici bilgilerin sağlayıcısı) E.H.Carr’a, diğeri ise Bolşevik Parti üyesi bir Marksist olan G.Steklov’a aittir. Bakunin’in tasfiyesinin “hikayesi”, adımları zikrettiğimiz kaynaklara göre, şunlar olmuştur:
- 1872 Lahey kongresinde Bakunin ve ekibinin İttifak (“Alliance”) adlı gizli bir örgüt kurarak UED’in disiplinini ihlal ettiği gerekçesiyle bu örgütten ihracı talep edilir ve bu talebi incelmek üzere UED bünyesinde tarafsız bir komisyon kurulur.
- Komisyon, kongre esnasında 2 gün boyunca bu konuda çalışır ve sonunda “bu konuda ciddi herhangi bir sonuca ulaşamadıklarını” belirtir 46
- Bunun üzerine Marx bizzat devreye girerek Komisyon ile görüşür. Komisyon’a Bakunin çevresinden ünlü Rus nihilist Neçayev’in yazdığı bir mektubu gösterir.
- Mektubun hikayesi şudur: 1869’da Bakunin Kapital’in birinci cildinin çevirisini üstlenmiş ve bir Rus yayımcıdan bu amaçla para almıştır. Ancak daha sonra Neçayev, kendisine “tercüme işini askıya alarak bütün kaynakları Rusya’da devrimci çalışmaya hasretmesini” istemiş ve Rus yayımcıya paranın peşini bırakması için tehditkâr üslupta bir mektup göndermiştir. Ancak Bakunin‘in (her iki yazara göre de) bu mektuptan haberi yoktur!47
- Çeviriyi Bakunin’in yerine üstlenmiş olan öğrenci Lyubavin mektuptan Marx’ı haberdar eder; Marx da bu mektubu komisyona göstererek Bakunin ve arkadaşlarının ihracını talep eder. Komisyon Marx’ın etkisi altında bu kararı alarak Kongre’ye sunar. Kongre Bakunin ve yakın arkadaşı Guillaume’un ihracını onaylar. Marx 3 ay sonra arkadaşına yazacağı notta “mektubun işlevini gördüğünü” belirtir.48
Bu olguları analiz etmek gerekirse:
- İşçi sınıfının ve hepimizin öğretmeni Marx, büyük dehasına yakışmayacak kadar küçük bir oyun oynamış, Bakunin’den her ne pahasına kurtulmak için bir mektup senaryosunu kullanmıştır.
- Bakunin elbette sütten çıkmış kaşık değildir ve hizip tarzı faaliyetler sürdürdüğü doğrudur. Ancak bu süreçte politik olarak mahkûm edilmemiş, çok da ilgisinin olmadığı “adi bir suçla” itham edilmiştir. UED’in bu mektubu ve orada belirtilen olayları yargılama yetkisi olup olmadığı dahi tartışmalıdır; ancak Marx’ın büyük prestijine dayanarak oldukça zayıf ve tartışmalı bir kanıtla çok keskin ve sert bir karar almış, UED’in etkin bir liderini tasfiye etmiştir.
- Bu olay Marksistler ve anarşistler arasında bir kan davasını başlatmıştır. Bu kan davası daha sonra inceleyeceğimiz gibi 2.Enternasyonal’in kuruluşuna da damgasını vurmuş, Marksistler ve anarşistler arasındaki bu keskin zıtlaşma (göreceğimiz gibi) Marksist kanadı da deforme etmekten geri kalmamıştır.
Buradan bugüne ilişkin çıkaracağımız en önemli sonuç ise şudur:
- Bir lider kadronun ya da ekibin tasfiyesi gibi kritik bir konu öncelikle siyasi planda siyasi argümanlarla yapılmalı, “adi suç” niteliğindeki suçlamalar da varsa bunlar son derece net kanıtlarla ve olayın tüm ayrıntıları irdelenerek yapılmalıdır
- Bu yapılmadığı takdirde, yani zayıf ve sübjektif delillerle gerçekleşen bir örgüt içi tasfiye, her iki tarafın da kendini haklı göreceği yönler taşıyacağı için uzun sürecek bir zıtlaşma yaratacak, bu zıtlaşma çok da haklı bir zeminde başlamadığı için zamanla her iki tarafta da siyasi deformasyon yaratacaktır.
Ued’in Marx Eliyle Feshedilmesi
1872’ye gelindiğinde UED’in varlığı sürmektedir. Ülke bazında deklare edilen üye sayıları yer yer abartılıdır, üyelerden para akışı çok güçlü değildir, ancak bir Enternasyonal’e ihtiyaç sürmektedir, UED varlığı ile ilham vermeye devam etmektedir ve işlevlidir. Ancak Marx açısından durum farklıdır:
- Londra’da Genel Konsey’de Marx ile çalışan İngiliz sendikacıları, esas olarak siyaseti “işçilerin lehine kanunlar çıkarma faaliyeti” olarak görmektedir ve Marx’ın giderek devrimci karakteri belirginleşen vurgularıyla mesafeleri açılmaktadır. Bu sendikacılar Genel Konsey’den ayrılma eğilimindedir.
- Bakunin ve yardımcısı tasfiye edilmiştir; ancak anarşist kadrolar UED’de hala vardır, belli yerelliklerde hala güçlüdür ve Marx’a (içerden ve dışardan) ateş püskürmektedir.
- Son (ve muhtemelen belirleyici) olgu ise 1871 sonrasında katliamdan kurtulmayı başaran Vaillant gibi Komün liderleri Londra’ya gelmiştir ve işçi çevrelerinde prestijleri oldukça büyüktür. Bu liderler genel olarak Blanquist eğilimdedir ve en önemlisi, Komün esnasında ne varlığı ne de katkısı olmayan Marx’a karşı herhangi bir bağlılıkları ya da “otoritesini kabullenme durumları” söz konu değildir. Komün gibi bir işçi devriminin temsilcileri olarak İngiliz işçileri arasında dahi oldukça popüler konumdadırlar ve olabilecek ayrılıklarda Marx’ı “takmayacakları” açıktır.
Bu olgular (ancak işçi hareketinin geneli ile değil, tamamıyla kendi otoritesi ve etkinliği ile ilgi olgular) ışığında Marx, Genel Konsey’in yerinin Londra’dan taşınması gerektiğine karar verir; ancak Avrupa’daki tüm alternatif mekanlarda (Amsterdam, Lahey, Belçika, İsviçre…) anarşist etki bir risktir. Bunun üzerine Genel Konsey’i, yani UED’in merkezini ABD’ye taşıma kararı gündeme gelir. Bu son derece yanlış ve anlamsız bir karardır, zira:
- ABD’de kapitalizm hızla gelişiyor olmakla birlikte işçi hareketi oldukça geri bir konumdadır. Avrupa’da işçi hareketine değer katan ve yaygınlık kazanan siyasal düşünce ve akımların (Marksizm, Proudhon’culuk, Blanquism, anarşizm, vs) ABD’de hemen hemen hiçbir karşılığı yoktur. Siyasal örgüt yok gibidir, var olan yegâne mevzi ise yerel bölgelerde (Şikago, Kaliforniya…) kurulan sendikavari işçi birlikleridir.
- Gerek işçi örgütlenmelerinin yaygınlığı ve tecrübe birikimi, gerekse sosyalist siyasal düşüncelerin yaygınlığı dolayısıyla dünya işçi hareketinin merkezi hala Avrupa’dır. Bu güçlü ana gövdeyi ABD’den yönetme fikri mantık ötesidir; iletişim olanaklarının ve tekniklerinin son derece sınırlı olduğu o yıllarda delegelerin bir kıtadan öbürüne gitmesi bile son derece maliyetlidir ve sık sık bu maliyet karşılanamadığı için iki bölge arasında ciddi kopukluklar yaşanmaktadır.
- 1871 Komünü sonrasında merkezin Avrupa’da kalması daha da zaruret kazanmıştır; zira tüm Avrupa işçilerinde hayranlık ve umut yaratan bir Komün deneyi yaşanmıştır ve bu deneyin derslerinin tartışılarak yaygınlaştırılması Avrupa ve dünya işçi hareketine büyük katkı sağlayabilirdi. Bu “taşıma” kararına en sert itirazların Komün’ün hayatta kalmış temsilcileri olan Vaillant’dan diğer Komüncülerden gelmesi bir tesadüf değildir ve haklıdır. ABD merkezli bir uluslararası örgütün Komün’ü kavramasını ve derinleştirmesini düşünmek dahi mümkün değildir.
Bu “taşıma” kararının fiilen UED’i kapatma kararı olduğu, bunun beklenmeyen bir sonuç değil, bizzat baştan planlanan hedef olduğu ortadadır. Bu “taşıma” sürecinin gelişimi de oldukça ilginç olgularla doludur. Marx, UED’in merkezini New York’a taşıma kararını önerirken örgütün başına yakın arkadaşı F.A.Sorge’nin geçmesini istemiştir, ancak bizzat Sorge bu taşımaya karşı çıkmış ve itiraz etmiştir. Sonra Marx’ın arkadaşlık üzerinden yaptığı ısrarla kabul etmiş, ancak New York’a taşındıktan sonra dahi işini düzgün yürütebilmek için talep ettiği bazı belge ve bilgileri Marx’tan alamamıştır. Gene bu taşıma oylaması son derece ilginç ve çelişkili bir görünüm arz etmiştir. İki aşamada oylama yapılmış, önce “Genel Konsey’in yeri değiştirilsin” önerisi oylamaya konulmuştur. Bu öneriye desteğin bir kısmı, reformist sendikal kanattan ve anarşist eğilimlilerden gelmiş, onlar “Genel Konsey fiilen aradan çekileceği ve Enternasyonal’in onsuz da gayet güzel çalışacağını” ispat için Marksist grupla birlikte taşınma lehine oy kullanmıştır! Bu ilk oylamada yer değiştirilmesi lehine 30 evet, Londra’da kalması için 14 evet çıkmış, 13 delege oylamaya katılmayı reddetmiştir.49 İkinci oylamada ise New York’a taşınma oylamaya sunulmuş, bu karar 26 evet, 23 hayır, 9 çekimser gibi dar bir çoğunlukla kabul edilmiştir.50
Bu nokta geleneksel resmi tarih anlatımlarıyla hesaplaşılması gereken bir noktadır. ÇKP bünyesindeki yazarların yazdığı ve oldukça değerli bilgiler içeren “Dünya Sosyalist ve Komünist Akımının Tarihi” adlı eserde “UED’in tarihsel misyonun tamamladığı” belirtilerek bu fiili kapatma kararı haklı gösterilmeye çalışılmıştır.51 Bu bir anlamda “miadını doldurma” olarak da ifade edilebilecek yaklaşım oldukça gariptir. UED “son kullanma tarihi” olan bir gıda maddesi, bir konserve değildir. Tarihsel haklılık açısından “miadı çoktan dolmuş” burjuvazinin kimi partileri, örneğin İngiliz burjuvazisinin Muhafazakâr Partisi Tory’ler yaşadığı ve yaşamakta olduğu tüm krizlere rağmen aşağı yukarı 200 yaşındadır! Açıktır ki burada “miadı dolan”, daha doğrusu daralan ve zora giren tek şey Marx’ın kişisel ve teorik etkinliği ve otoritesidir; Marx bu otoritenin giderek riske girdiğini ve daraldığını görünce UED’i feshetmek yoluna girmiştir. Çok net ve açık olan budur.
Tam bu noktada Marksistler olarak bizlerde “Marx’ın görüşü yegâne doğru ve bilimsel olan görüştür, dolayısıyla onun etkisi daralıp riske giriyorsa o zaman işçi sınıfının uluslararası örgütü UED’i kapatmak doğru ve yerindedir” gibi bir görüş de gündeme gelebilir; fiilen (bu deyimlerle olmasa da) kafalarımızdaki düşünce budur. Bu son derece arızalı ve tehlikeli bir görüştür, ve yukarda Marx-Weitling tartışması ile ucundan değindiğimiz ve ilerde açacağımız “politik mücadelede teorinin yeri” konusuyla yakından alakalıdır. Hiçbir teorinin “haklılığı” (bu, savunduğumuz Marksist teori dahi olsa) bir maddi gerçekliği ve devrimci-ilerici bir işlevi olan bir emekçi örgütlenmesini feshetme ve emekçileri örgütsüz bırakma hakkını kimseye vermez. “Doğru bir görüşün egemen olmasını isteme” (ki bu doğaldır, her militanın hakkı ve görevidir) ile “bir görüşü savunan bir liderin veya ekibin egemen olmasını isteme” iç içe geçmiş ve art arda gelen iki olgudur; ikincisi birincisinin sonucudur; ancak tarihimizde çoğu zaman sebep ve sonuç yer değiştirmiş, güç ve iktidar olabilmek için bir teori ve onun haklılığı (onun “tek doğru olması” iddiası) bir hükmetme gerekçesi olarak kullanılmıştır. Tarihimizde ulusal ve uluslararası planda oluşan ve devrimcileri sınıfın pratiğinden kopararak sayısız bölünmenin, hepsinin olmasa da önemli bir kısmının ardında bu “teoriyi güç olmak için kullanma hırsı” yatmaktadır. Bizzat diyalektik bilgi teorimize göre hiçbir teori mükemmel ve nihai doğru değildir, her teorinin gelişen ve değişen hayat karşısında eksik kaldığı ve geliştirilmesi gereken noktaları kaçınılmaz olarak vardır, karşımıza çıkacaktır, o yüzden de her zaman hayatın canlı pratiği esas alınmalı, her teorik duruş diğer teorileri “silmek, yok saymak, susturmak” yerine örgütsel pratiği felç etmemek kaydıyla onlarla hesaplaşarak kendini sürekli geliştirmelidir.
UED’in feshedilmesinden sonra Engels, “bundan sonra kurulacak enternasyonal direkt olarak komünist bir Enternasyonal” olacaktır derken yeni enternasyonalin, saygınlığı ve etkisi giderek artan Marksizmin egemenliğinde kurulacağını varsaymıştı ve dediğinde haklı çıktı. 1889’da kurulacak olan 2.Enternasyonal direkt olarak Marksist temellerde kuruldu; ancak göreceğimiz gibi o da kendi iç çelişkileri sonucu bir krize ve çöküşe gitmekten kurtulmayacaktı.
Son olarak, UED’in “bir enternasyonal örgütün artık sürdürülemez olduğu ve gereksiz hale geldiği” şeklindeki fesih gerekçesinin anlamsızlığını ve yanlışlığını vurgulayan diğer bir somut olguyu burada zikredelim. UED (Marx eliyle) 1872’de feshedildikten sonra bu örgüt içinde kalmış veya dışına düşmüş anarşistler uluslararası planda çalışmalarına devam ettiler. Anarşistler uluslararası işçi hareketine yönelik 4 enternasyonal kongre daha düzenlediler: Cenevre, Brüksel, Bern ve Londra kongreleri. Alınan kararların ve konulan hedeflerin doğruluğu veya yanlışlığı bir yana, bu yoğun aktivite dahi dünya işçi hareketinin bir örgütlenme ve mücadele ihtiyacının uluslararası planda varlığını sürdüğünün somut göstergesi olarak algılanmalıdır.
Bakunin ve Anarşist Projelerin Kaçınılmaz Kaderi:
Mutlak Özgürlükten Mutlak Despotizme Varma
Bakunin’in sonradan izlediği yol, tüm iyi niyetine ve püriten iddialarına rağmen anarşizmin, günümüzde de anarşist-liberter politikaların kaçınılmaz sonunu ortaya koymaktadır. Ancak önce bu paragrafın başlığını biraz açalım:
Büyük yazar Dostoyevski, bilindiği gibi, gençliğinde bizzat nihilist-anarşist bir örgütlenme (Petraşevski çevresi) içinde yer almış, bu yüzden önce idama, sonra sürgüne mahkûm edilmiştir. Bu yaşam tecrübesine ilişkin intibalarını ünlü eseri “Ecinniler”de aktarmıştır. Dostoyevski elbette bir “sosyalist kaynak” değildir ve çelişkili bir kişiliktir. Yer yer sosyalizme yakın düşünceleri, yer yer Rus milliyetçiliğini ve Hristiyan idealini savunduğu bilinmektedir. Ancak gözlem ve insan ruhunu analiz etme dehası tartışılmayacak kadar büyüktür.
“Ecinniler”de edebiyat tarihçilerine göre Neçayev’den ilham alınan Verhovenski karakteri ile romanın ana kahramanı Stavrogin arasındaki diyalog ilginçtir. Nihilist bir ekip olarak Çarı, devleti, her türlü otoriteyi yıkmak istemektedirler. Temel ideal budur. Ancak Rus toplumunun gerçekliği, geriliği, vahşiliği ve kaotik yapısı sonucunda “yıktıktan sonra ne yapılabilir?” sorusu gündeme geldiğinde Verhovenski arkadaşı Stavrogin’e “Tek çözüm sizi Çar yapmaktır dostum!” demekten çekinmez. Romanın aynı nihilist çevrenin mensubu olan başka bir karakteri ise bu yaklaşımı şu sözlerle özetler: “Mutlak özgürlükten hareket ederek mutlak despotizme vardım”
Aslında bunda şaşılacak bir yön yoktur ve kaçınılmazdır. Niçin? Her türlü politikanın (anarşist politika dahil) amacı hayatı dönüştürmektir. Kafada kurulan politik çerçeve hayatın gerçeklerini göz önüne almadığında, uygulamaya geçtiği, ya da geçeceği andan itibaren acı gerçeklere takılır, hatta kafasını onlara çarpar. Gerçeklerle çelişmenin (“çarpmanın”) şiddeti ne kadar büyükse, ilk başta benimsenen “ideal” politik çerçevenin bunalımı, hatta iflası o kadar büyük olur, ve politik olarak hayatta kalmak için o ilk yaklaşımla taban tabana zıt konumlara savrulmak hem mümkün, hem de o çerçeve resmen iflas etmişse de kaçınılmaz hale gelir.
Bakunin örneğinde olan tamı tamına budur. Önce UED’de insan ruhuna vurulmuş bir zincir olarak her türlü otoriteyi reddeden bir konumda olmuştur. Ancak UED’den ve oradaki Marx dahil tüm sosyalist eğilimlerden koptuktan sonra kendi çevresinde tam bir “krala” dönüşmüştür. Kurduğu örgütsel yapıda bir yanda “yakın çevresi” (ayrıcalıklılar) diğer yanda da en tehlikeli işlere yollanacak (feda edilebilir) unsurlar yer almaktadır. Rusya içinde düşündüğü provokatif eylemler için bulduğu formül budur. İnsanları tek başına aldığı kararla ölüme yollama yetkisini kendinde gören bir şef olarak anarşizmin başlangıçtaki idealine ne denli ters düşen bir “sonsuz despot” haline geldiği ortadadır.
Komünizmin de ideali olan devleti ortadan kaldırma konusunda KP iktidarlarının geçtiğimiz yüzyıldaki başarısızlığı karşısında devletin en baştan reddedilmesi ve yıkılmasını savunan liberter, komünoter yaklaşımlar son yıllarda yeniden gündeme gelmektedir. Özellikle kimi ulusal hareketlerde Marksizm’e neredeyse alternatif olarak savunulan ve bir bayrak haline getirilen “radikal demokrasi” yaklaşımlarının pratiği de farklı değildir. Her kitlesel siyasal harekette bir ihtiyaç olan merkezi siyasi otorite konusu sağlıklı ve rasyonel bir çerçeveye oturtulmadığı için bu akımlar bir yandan özgürlük, katılımcılık, taban demokrasisi fikrini, merkezi otoriteye karşı belirsiz bir federalizmi bayrak haline getirirken, pratikte ne denli zıt yaklaşımların ortaya çıkıp belirleyici olduğu gözden kaçırılamayacak kadar barizdir. “Liderlik” adına ne denli despotik kararların alındığı, kapalı kapılar ardında alınan kararlarla halklar nezdinde son derece popüler ve sevilen kadroların sessizliğe mahkûm edilerek hapse gömüldüğü, yanlış ve ezilen halk için yıkıcı sonuçlara sebep olan sorumsuz eylemlerin nasıl tartışılmadan hasır altı edildiği bilinmektedir.
Örgütlü siyasi otorite olarak devletin erimesi ve sönümlenmesi ancak bilinçli bir toplumsal irade tarafından yürütülecek uzun bir toplumsal, ekonomik ve ideolojik dönüşüm sonucu gerçekleşebilir. Bunu düşünüp planlamadan ilk baştan devleti yok etmek, bunu mümkün görmek bir saçmalıktan başka bir şey değildir ve bunu savunanların birer “liberter despot” haline gelmesi kaçınılmazdır. Bu da 19.yüzyılda Bakunin örneğinde trajedi olan şeyin 21.yüzyılda bir komedi olarak karşımız acıkması demektir.
UED’in değerlendirmesinin bu noktasında bu deneyin içinde bir “bağımsız alt olgu” olan Paris Komünü deneyine değinmek gerekmektedir. O da bir sonraki yazımızın konusu olacaktır.
Dip Notlar
44 History of the First International, s.219
45 https://www.kostebek-kolektif.org/marxin-yeni-ortaya-cikarilan-mektubu-enternasyonalizmin-ve-partinin-gerekliligini-yeniden-onayliyor/ Son erişim: 10.09.2024
46 EHCarr, KMArx, s.310
47 “History of the First International”. S.238; ve “Karl Marx” s.313
48 “Karl Marx” s.310
49 History of the First International, s.235
50 Birinci Enternasyonal, S.206
51 Du Kangchuan, “Dünya Sosyalist ve Komünist Akımının Tarihi”, Canut Yayın Evi, İstanbul, 2015, s41
Bir Örgüt ve Siyaset Deneyine Bugünden Bakmak: Birinci Enternasyonal (1.Bölüm)
Bir Örgüt ve Siyaset Deneyine Bugünden Bakmak: Birinci Enternasyonal (2.Bölüm)
Bir Örgüt ve Siyaset Deneyine Bugünden Bakmak: Birinci Enternasyonal (3.Bölüm)