Niçin Birinci Enternasyonal? – Marx ve diğer önderler için – Marx ile Weitling’in tartışması -Birinci Enternasyonal’ın gayrı resmi kuruluş öyküsü – Değişik sosyalist akımların bir arada çalıştığı ilk ve son örgütlenme – Marx’ın ideolojik ve teorik tavizi – Proudhon: Projesi olan bir sosyalist -Blanqui: Profesyonel devrimciliğin mucidi – İşçi sınıfının kendiliğinden devrimciliği – İşçi sınıfı ve ifade özgürlüğü için mücadele – Sendikalar ve kooperatiflerin mücadeledeki yeri – Marx’ın devrim anlayışındaki yanılgılar – Enternasyonal’de merkez ve yerel örgüt çatışması – Bakunin’in kural dışı tasfiyesi – Enternasyonal’in Marx eliyle feshedilmesi – Bakunin: Mutlak özgürlükten mutlak despotizme
Niçin Birinci Enternasyonal?
Bu soru için akla gelebilecek ilk aşikâr cevap, Birinci Enternasyonalin tarihte yığınsal işçi hareketinin sosyalist düşünceyle ilk buluştuğu ve bu düşünceyi bayrak edinerek bir siyasal-toplumsal özne haline geldiği ilk deney olmasıdır. Bu deney öncesinde de devrimci-sosyalist-radikal örgütler mevcuttur: Almanya’da Marx ve Engels’in başını çektiği Komünistler Ligası, Fransa’da Blanqui’nin Mevsimler Derneği (La Société des Saisons), İngiltere’de sosyal adaleti savunan Kardeşlik Yanlısı Demokratlar (Fraternal Democrats), İtalya’da halk önderi Garibaldi’nin emekçileri harekete geçiren özgürlükçü örgütlenmeleri..vs zaten vardı; ancak bunlar çoğu aydın olan devrimci unsurlara dayanan kadro örgütlenmeleriydi ve bu örgütlenmelerde şu veya bu dozda var olan sosyalist yönelim, işçi sınıfının yığın hareketi ile bütünleşmiş olmaktan uzaktı. Bu bütünleşme ya da yan yana gelme Birinci Enternasyonal ile başladığı için bu hareket bir örgütlenme ve siyaset deneyi olarak önem taşımaktadır.
Ancak gene de bu deneye yeniden göz atmanın gereği olup olmadığı aşağıdaki argümanlarla tartışma konusu yapılabilir, böyle bir ihtiyacın varlığına itiraz edilebilir:
-
Resmi adı Uluslararası Emekçiler Derneği (UED) olan Birinci Enternasyonal’de Marksizmin yanı sıra Proudhon’culuk, anarşizm, sendikacılık gibi akımlar da mevcuttu. Bu akımların değerlendirilmesi yeterince yapılmış, bunların yanlışlıkları ortaya konmuş, Marksizm karşısında bu akımların hepsi mahkûm edilmiştir. Bunlara geri dönmenin ne gereği, ve günümüz açısından nasıl bir pratik faydası var?
-
UED, politik bir homojenlik olmadığı için, ne yazık ki Marksizm tam egemen olmadığı için bocalamış, tam etkili olamamıştır. Marksizm buraya egemen olsaydı UED daha doğru ve etkili olabilirdi. Nitekim sonra kurulan 2.Enternasyonal ve Komintern bir teorik-ideolojik homojenlik temelinde kurulduğu için daha anlamlı deneyler olmuştur.
-
UED bu homojenlik yokluğu yüzünden sonunda tıkanmış ve tarihsel işlevini doldurarak sahneden çekilmiştir. Bu deneyden öğrenecek yeni ne olabilir?
Bu soruların hepsi komünist hareketimizde UED için yazılan resmi tarihlerin, yapılan resmi yorumların doğal ve mantıksal uzantısıdır. Ancak bu argümanların tarihe daha objektif ve çok yönlü baktığımızda çok da geçerli olmadıkları görülmektedir. Dahası, geleceğe yönelik her bakış ve atılım, geçmişin de yeniden değerlendirilmesini kapsamak zorundadır. Bugün geçmişin uzantısı ise, “bugün”den daha ileriye gitmek bizi “bugün”e getiren dinamikleri sorgulamaktan geçer. Gerçekten de tüm işçi hareketleri tarihine böyle eleştirel bir bakışla bakıldığında o tartışmalara şu ya da bu oranda geri dönmek, hem bizim bugün de süren kimi yanlışları keşfetmemizi, hem de bugün için oldukça anlamlı olan pratikleri ve gerçekleri bilince çıkarmamızı sağlayacaktır. Bu bölümde de amaçladığımız, bize bugün faydalı olabilecek noktalara işaret etmektir.
Marx ve Diğer Önderler İçin…
UED’in değerlendirilmesine girmeden önce, sadece bu bölüm için değil, tüm Örgüt Teorisi üzerine yapacağımız çalışmaya egemen olacak bir yaklaşımı daha baştan ortaya koymak istiyoruz. O da Marx başta olmak üzere bilimsel sosyalist teorinin ustalarına karşı sağlıklı bir yaklaşımın çerçevesini oturtmaktır.
Marx’ın sadece biz sosyalistler için değil, tüm insanlık için değeri ve anlamı bellidir: İltihapla boğuşan herkes nasıl penisilinin mucidi A.Fleming’e, nasıl kuduz hastalığını çözen Pasteur’e, verem mikrobunu keşfeden R.Koch’a şükran duyuyorsa, belki de bunların toplamından daha fazlasını Marx hak etmektedir. Engels’in mezar konuşmasında belirttiği gibi “Kaliforniya’dan Sibirya’ya kadar milyonlarca emekçi” ona kendilerini ezen bir sistemi ve onu aşmanın yolunu gösterdiği için ona şükran duyma durumundadır, büyük ölçüde de duymaktadır.
Ancak Marx (ve Engels, ve Lenin) sosyalistlerin günlük mücadelesinde ne ifade etmektedir, nasıl algılanmakta ve hissedilmektedir? Marx, öncelikle yazdığı dahiyane eserler, her biri birer mermi kadar etkili tespitler, formüller, aforizmalar, ve bunların yanında büyük veya küçük portrelerinden bize zeka dolu siyah gözlerinden bakan resimleri ve mermere oyulmuş sert yüz hatlı heykelleri ile hatırlanmakta ve algılanmaktadır. Bu Marx (ve Engels ve Lenin) bu halleriyle devrimci mücadelenin birer “ikonu” dur. Ancak bu algı yeterli midir, dahası doğru mudur?
Öncelikle Marx bir insandır. Üstün yetenekli, olağanüstü çalışkan, çile çekmiş, hayatını bir davaya adamış ve büyük eserler vermiş bir insandır, ama sonunda bir insandır. Acıları ve sevinçleri, öfkeleri ve alışkanlıkları, kişisel tepkileri ve takıntıları, zaafları ve yetenekleri ile, etiyle kemiğiyle kanıyla ve sinirleriyle herkes gibi bir insandır. Marx’ın (ve Engels’in ve Lenin’in) her türlü olumsuzluktan, negatif olgudan “arındırılarak” oluşturulmuş imajları bizleri otomatikman “hatasız-lekesiz Mesih” anlayışına, bir tür tanrılaştırmaya götürmektedir; bu algının ise bizzat Marx’ın kurduğu düşünce ve ahlak sistemine ne denli zıt olduğunu söylemeye dahi gerek yoktur. Marx’ın düşüncesinin en güçlü yönü onun bilimselliği ve rasyonelliğidir; bilimsel ve rasyonel olan her teoride ve pratikte hatalar ya da iyileştirilmesi gereken noktalar olabilir, ve bu hata ve eksiklerin giderilmesi üzerinden teori ve pratik gelişir, “asla eleştirilmeyecek kadar mükemmel” bir düşünce sistemi algısı bilimsel değil dinseldir; böyle bir sistemin ise insanlığı komünizme götürmenin rehberi olan bilimsel sosyalist düşünce ile ilgisi yoktur.
Bu “ikonlaştırma”nın kaynağı esas olarak psikolojiktir: Hepimizin uğruna büyük fedakârlıklar yaparak sürdürdüğümüz siyasi mücadelede bir “kutsal sığınak”, bir tertemiz alan yaratma ihtiyacı doğal bir psikolojik reflekstir. Doğaldır, ama doğru değildir. Bir zamanlar (1956’ya kadar!) Stalin de bu kutsal sığınağın dahilindeydi; sonra “çıkarıldığı” bilinmektedir. Bugün Stalin, Troçki, Mao, Ho Amca, Fidel, hatta Che bile sosyalist camiada değişik açılardan siyasi planda “topa tutulabilmektedir”; ancak Marx, Engels ve Lenin hala bu hatasız, lekesiz, %100 doğru sayılan kutsal alanın içindedir. Sosyalizmin geçmiş ve bugünkü, teori ve pratiğindeki bütün hatalar ve olumsuzluklar bu 3 ismin “dışında” aranmakta, Marksizmin özü olan diyalektik-eleştirel metot bu sığınağın kapısında (tıpkı camiye girerken çıkarılan ayakkabılar misali) “vestiyere” bırakılmaktadır. Sosyalistler arasında yaygın olan genel yaklaşıma göre bu üç ismin “hiçbir hatası yoktur”, hatalar hep sonradan gelenlere aittir. Bu çerçevede her sosyalist akımın kendi “olağan şüphelileri” mevcuttur: “Despot” Stalin, “köylü” Mao, “hain” Troçki, “fokocu” Che….vs. Gerçekte ise sadece bu 3 isim değil, yukarda “topa tutulduğunu” söylediğimiz isimlerin de hepsi birlikte, insanlığa büyük katkıları olmuş, artıları ve eksileri ile emeğin kurtuluşu için mücadele etmiş değerlerdir; ancak hepsinin gerek pratiğinde, gerekse düşünsel üretimlerinde (gene bu 3 isim dahil!) hatalar ve eksikler olabilir, hatta vardır. Bütün mesele yapılacak analiz ve eleştirinin iki temel değeri, yani kapitalizmi devrim yoluyla yıkma ve tüm dünyada sınıfsız komünist toplumu kurma hedeflerini tartışmasız baz alması, eleştiri ve analizlerin bu hedeflere hizmet etmek kaydıyla (ve hizmet edecek şekilde) yapılmasıdır.
Bu uyarıyı yapma ihtiyacını niçin hissettik?
Birincisi genel olarak sağlıklı bir örgüt anlayışı oluşturmak için sosyalist hareketin tarihini ele alma görevi, bu tarzda bir bakışı, yani Marx’a Marksist olarak, Lenin’e bir Leninist olarak bakmayı zorunlu kılmaktadır ve ilerideki bölümlerde bu bakış açısı, yani devrimci özüne ve katkısına sahip çıkarak eleştirme ve geliştirme bakışı egemen olacaktır. Ancak çalışmamızın ilk bölümü için bu yaklaşımın özel bir anlamı daha vardır. 1.Enternasyonal deneyiminde teorisyen Marx”ın yanında siyasetçi ve örgüt yöneticisi Marx olgusuyla karşı karşıyayız. Yani burada artık sadece Marx’ın teorik metinleri ile değil, somut siyasal pratiği ile yüz yüzeyiz ve onu analiz görevi ile yükümlüyüz. Bu özel durum da Marx’ı tüm mistifikasyonların ötesinde somut gerçekliği içinde bilmeyi ve değerlendirmeyi zorunlu kılmaktadır.
Resmi veya gayrı resmi, tüm Marx biyografileri elden geçirildiğinde (muazzam teorik dehası dışında) karşımızdaki “insan Marx” şudur:
-
Büyük acılar çekmiştir. 7 çocuğundan 4’ünü bakımsızlıktan kaybetmiş, evlat acısını 4 defa yaşamış bir insandır. Bir tek erkek çocuğu olmuş; onu, yani Edgar’ı da 8 yaşında kaybetmiştir, onu kaybettiği gün saçlarının beyazlandığı söylenir.
-
Eserlerinde aktardığı işçiler kadar yokluk dolu bir hayat yaşamıştır. Bir parça et alabilmek için ceketini rehin bırakmış, peşindeki alacaklılarla ömür boyu uğraşmış, evine çok defa (onu ve ailesini en temel ihtiyaçlarından mahrum bırakacak) hacizleri yaşamak zorunda kalmıştır. 1 yaşında ölen kızları Franziska’nin tabutu ve kefeni için borç para aldığı bilinir.
-
Mükemmel bir babadır. O yokluk içerisinde bunu çocuklarına hissettirmemek için elinden geleni yapmış, onlarla her fırsatta şakalaşmış, oynamış, onların kendisiyle dalga geçmelerine (örneğin koyu teni dolayısıyla kendisine “Arap” (Moor) lakabını takmalarına) gülerek katlanmıştır.
-
Buna karşılık insani ilişkilerinde SON DERECE problemlidir. Kişisel ilişkilerinde genel olarak haşin, eleştiriye tahammülsüz ve yer yer oldukça kırıcıdır. Hayatı boyunca karşılıklı saygıya ve sevgiye dayalı olup sürekliliğe sahip bir ilişkiyi sadece ve sadece 2 kişiyle, karısı Jenny ve mücadele arkadaşı Engels’le yaşayabilmiştir (Engels ile olan ilişkisi de bir ara Marx’ın duyarsız bir tavrı yüzünden kısa bir süre için gerilmiş, sonra Marx’ın alttan alması ve Engels’in hoşgörüsü ile geçip gitmiştir)1. Buna karşılık hayatı boyunca ilişki ve birliktelik kuruduğu isimler, Bauer, Rutenberg, Schapper, Willich, Arnold Ruge, Freiligarth, Herweg, Vogt, Eccarius, F. Lasalle, Proudhon, Bakunin, Komüncü A.Serrailler ve başkaları ile kısa zamanda kanlı bıçaklı olmuştur. Bunlardan Proudhon ve Bakunin ile çatışmalarının siyasi boyut taşıdığı doğrudur, ancak tüm diğer çatışmaları siyasi argümanlar kadar, belki de daha fazla kişisel tahammülsüzlüğün izlerini taşımıştır ve bunların da “tamamıyla siyasi olduğunu” iddia etmek ne yazık ki ona olan sevgiden kaynaklanan bir “cilalama” çabasından başka bir şey olamamaktadır. Örneğin bir Lassalle’in görüşlerine yönelik yazdığı “Gotha Programınının Eleştirisi”nden çok önce, bizzat Engels’e yazdığı mektuplarda ona olan kişisel antipatisini dile getirmiştir (kendisine karşılıksız maddi yardım yapan Lasalle’a “Yahudi zenci” lakabını takmıştır!)2. Dürüst bir devrimci işçi olan W. Weitling’le yaptığı (ve tarihsel önemi açısından ilerde ele alacağımız) son derece kırıcı tartışmayı hiçbir sosyalistin Weitling için içi sızlamadan okuması mümkün değildir. Kendisine yazdığı mektuplarıyla tanıdığımız L.Kugelmann ile dahi, mektuplarda süren dostluk, Kugelmann bizzat gelip Marx ile birlikte yaşamaya başladığında sarsılmış, Marx Kugelmann’a duyduğu kişisel (tamamıyla kişisel!) tepkiyi mektuplarında Engels’e aktarmıştır3. J.Weydemeyer ve F.A.Sorge ile olan ilişkisi ise bozulmamıştır; zira bu iki arkadaşı hep ABD’de yaşayıp onunla “uzaktan” bir dostluk sürdürmüştür. Yan yana gelselerdi bu dostluğun da akıbeti belirsizdir.
-
Eleştiriye, kendisininken farklı görüşlere ve en önemlisi etrafındaki birinin ondan bir konuda galebe çalmasına tahammülsüzdür. Sık sık azarlamaktan geri kalmadığı kadim dostu ve yoldaşı W.Liebknecht ile evde satranç oynadığında (satranç için gerekli zekâ türü, Marx’ta zirve yapmış olan analitik zekâdan farklı olduğu için) hep yenilmiş, her yenilgi sonrasında Liebknecht ile şiddetli kavga çıkarmış, sonunda karısı Jenny evde satranç oynanmasını yasaklamıştır.4
-
Yüksek bir egosu vardır ve bu olgu belki de her dehada doğal karşılanabilir. Dahası, farklı görüşlere tahammülsüzlüğü, onun teorik eserini mükemmelleştirmek için keskin tuttuğu bir bıçak gibi de algılanabilir. Ancak teorik üretimde anlamlı olan bu olgu, iş siyasal pratiğe geldiğinde bir sorundur: Yüksek ego ve siyaset, özellikle sosyalist siyaset tehlikeli ve uyumsuz bir karışımdır, bu tarz bir öznenin yürüttüğü pratiğin sosyalist siyasette olumsuz izdüşümleri olması kaçınılmazdır. Bakunin’in oldukça etik dışı gerçekleşen tasfiyesi ve 1.Enternasyonal’in oldukça “garip” olan kapanışı gibi örneklere de ilerde değineceğiz.
Ekim Devrimine önderlik eden, siyasal dehası ile ilk sosyalist devrimi dünyada mümkün kılan ve sadece biz sosyalistlerin değil, tüm insanlığın kendisine çok şey borçlu olduğu büyük önder V. İ. Lenin için de benzer örnekler bulunabilir. Bazen doğru kararları yanlış biçimde savunduğu noktalar olmuş, 7 Kasım 1917 gününde ayaklanma kararı alınması için MK’ne yazdığı mektupta “bu kararı MK almadığı takdirde MK’den istifa edip tabana gideceğini” bildirmiştir.5 Savunduğu görüş doğru olmasına rağmen bu yaptığı fiilen Partinin resmi ve meşru karar organı olan ve kendisinin de üyesi olduğu MK’nin otoritesini hiçe saymak, kendi yüksek kişisel prestijine dayanarak ona meydan okumak ve bir anlamda tehdit etmektir. Aynı şekilde inatla savunduğu, ancak gerçekten devrim sürecine tam olarak ne kazandırdığı bugün dahi tartışılması gereken Brest-Litovsk barışını (buna herkes o dönem “ahlaksız barış” adını takmıştı) önce Troçki ile birlikte kimseye haber vermeden onaylamış6, sert eleştirilerin yükselmesi üzerine “bu kararı kabul etmezseniz istifa ederim” tehdidinde bulunmuştur7. Bu tavırların, hep sevgi ve saygıyla andığımız ve dünya durdukça da anmaya devam edeceğimiz büyük önder Lenin’den bile gelse, kabul edilebilir tavırlar olmadığı ortadadır.
Bu vurgularımızın amacı Erostrat’vari bir “putları kırma” çabası değildir. Büyük isimlere saldırıp değersizleştirerek sözde bir düşünsel başarı yakalama gayreti, olsa olsa hastalıklı bir egonun ürünüdür ve Marx, Engels ve Lenin’e derin bir saygıyla bağlı bir sosyalist olan bu satırların yazarı için böyle bir tavır bir utanç olurdu. Burada yaklaşımımız, bu büyük insanları tüm gerçeklikleri ile anlamak, kavramak ve sevgiyi bu gerçekliğe oturtabilmektir. Ömür boyu süren kalıcı bir sevgiyi yaşamış insanlar için söylenen şu klişe, bizler için de geçerli olmalıdır:
“Başta, hatalarını hiç bilmeden onu sevdim.
Hata ve eksiklerini öğrendiğimde ise onu daha çok sevdim”
Niçin daha çok? Çünkü muazzam eserlerinin yanı sıra kimi hataları ve olumsuzlukları ile kavranan bir Marx (ve Engels, ve Lenin) tek tek sosyalist bireylere yukardan hükmeden dev bir portre ve bir ikona olmaktan çıkarak çok daha “gerçek” olacak, onları bizler gibi gerçek birer insan olarak, hocamız ve dostumuz Marx, parlak bir arkadaşımız ve yoldaşımız Marx, kısaca “bizim Marx” (ve “bizim Engels” ve “bizim Lenin”!) olarak algılayacağız ve seveceğiz.
21. Yüzyılda bir komüniste yaraşan sevgi de budur.
Bu yaklaşımı aklımızda tutarak, UED’in kuruluşunun öncesinde gerçekleşen, başta basit görünen, ancak örgütlü mücadelede ciddi uzantıları olan tarihsel bir tartışmayı ele alalım:
Marx-Weitling Tartışması
Wilhelm Weitling 1840 ve sonrasında işçi sınıfının mücadelesine kendini adamış bir emekçi (terzi) ve bir politik militandır. Fransa ve Almanya’da devrimci eylemlere katılmış, hapis yatmış, insanlığın kurtuluş yolu olarak komünizmi savunmuş ve hem bu doğrultuda kitaplar yayınlamış, hem de işçiler arasında örgütlenmeler kurmuş bir devrimcidir. İşçiler arasında sosyalist esaslara dayalı komünler kurmuştur; ancak bu komünleri sadece işçi sınıfının kendi durumunun farkına varması için öngörmüş, sosyalist bir geleceğe bu tür komünlerle değil, şiddete dayanan bir devrimle geçileceğini savunmuştur. Günümüzün “resmi” literatüründe “ütopik komünist” olarak tanımlanmaktadır; ancak bu, günümüze ait bir tanımdır. O dönemde Marx’ın da görüşleri tüm bilimselliği ile henüz formüle edilmekte olduğu için bu “ütopik” deyimi herkes için geçerli olabilir.
Başlangıçta onun yazı ve yaklaşımlarına olumlu yaklaşan ve öven Marx, onunla 1846 yılında bir tartışma yaşamıştır. Tartışmanın özü, Weitling’in bilimsel bir teoriden yoksun olması, Marx’ın ise böyle bir teoriye sahip olma iddiasıdır. Diyalog, bu tartışmayı bizzat izleyen Rus aydını Annenkov tarafından aktarılmıştır. Şöyle başlatır Marx tartışmayı:
“Anlat bize Weitling. Almanya’da komünist vaazlarla ortalığı karıştıran, pek çok çalışan insanı peşinden sürükleyen, onları işlerinden ve ekmeklerinden eden sen, devrimci ve sosyalist faaliyetlerini nasıl haklılaştırıyorsun ve gelecek için bunları nasıl düzenlemeyi öngörüyorsun?”
Weitling cevap olarak ekonomi teorisi hakkında bir bilgisi olmadığını itiraf eder ve amacının demokratik ve sosyalist komünler oluşturarak sefalet içindeki işçi sınıfının gözlerini açmak olduğunu belirtir. Marx öfkeyle sözünü keserek “boş umutlar yaratmanın ezilenleri kurtuluşa değil yıkıma götürdüğünü, özellikle Almanya’da işçilere sağlam bilimsel bir fikir ve pozitif bir doktrin vermeden seslenmenin vaiz rolü oynamak gibi bir sahtekarlık olduğunu, sadece ağzı açık aptallara seslenen bir peygamber rolüne soyunmak olduğunu” belirtir ve Annenkov’u göstererek ekler:
”Bakın, aramızda bir Rus var. Sizin rolünüz onu ülkesinde uygun olabilir. Orada gerçekten de saçma peygamberler ve saçma müminlerden oluşan dernekler işe yarayabilir. Ama Almanya’da pozitif bir doktrin olmadan yapılmış olan her şey kuru gürültü olmaktan ve ezilenlere zarar vermekten başka bir işe yaramaz.”
Bu açık saldırı karşısında sararan Weitling şu cevabı verir:
“Yüzlerce insanı adalet, dayanışma ve kardeşçe yardımlaşma adına tek bir bayrak altında toplayan biri boş ve değersiz bir insan değildir. Bu saldırı karşısında tek tesellim ülkenin her köşesinden aldığım ve minnet ifadeleriyle dolu yüzlerce mektuptur ve mütevazi ve hazırlık niteliğindeki çalışmalarım halkın sefalet ve acılarından uzakta, çalışma odalarında yapılan doktrin analizlerinden ve eleştirilerden belki de daha önemlidir.”
Marx bu sözler üzerine masaya şiddetli bir yumruk vurarak ayağa fırlar ve “Cehalet şimdiye kadar hiç kimseye yaramadı” diye haykırarak odayı terk eder.8 Engels’in her zamanki asil ve centilmen duruşuyla bu tartışmayı sessizce izlediği aktarılır.
Bu tartışmayı okuyan en inançlı Marksistin dahi, iyi niyetli bir işçi ve devrimci olan Weitling için içinin sızlamaması söz konusu olmamıştır. Bir anlamda Marx bilgisi ve dehasıyla Weitling’i “ezmiştir”. Devrimci mücadele için bilimsel bir bilginin gerekliliğini vurguladığı için haklı olduğunu düşünebilir; onun sert ve kırıcı sözlerini ise bu büyük öğretmenin sert ve haşin karakterine bağlayıp hoş görebiliriz. Buraya kadar bir sorun olmadığı düşünülüp bu tartışma “es” geçilebilir, geçilmiştir de. Ancak bu tartışmada bu izlenimin ötesinde olan, belki Marx’ın teorisinin bilimselliği ve değerine olan (haklı) inancımız dolayısıyla kavrayamadığımız ince bir nüans vardır; bu nüansta tüm dünya sosyalist hareketine damgasını vuracak bir olgunun, bir tehlikenin ve deformasyonun izlerin görmek hem mümkün hem de gereklidir: Bilginin bir “güç objesi”, teorinin bir “hükmetme gerekçesi” haline gelmesi. Aktardığımız diyalogda açıkça (ve kolayca!) görülebilecek şey bu münakaşanın bir yöntem, fikir tartışması veya iknaya yönelik bir fikir alışverişi değil, tam olarak bir güç ve iktidar tartışması olmasıdır. Marx sürekli olarak “bilimsel temel, pozitif doktrin” vurgulaması ile Weitling’e üstün gelmeye çalışmakta ve onun etkisini kendi lehine geriletmeyi amaçlamaktadır. Bu gerçek, Marx’a olan sevgimizin görmemizi engelleyemeyeceği kadar bariz ve açıktır.
O zaman şu soruyu soralım: Bilimsel bir teorinin bir örgüte (ve oradan da işçi sınıfına) egemen olmasını istemek yanlış mıdır? Bu sorunun cevabını vermeden önce kısaca ve kabaca da olsa 100 yıllık örgütsel sosyalist pratikleri gözden geçirmekte yarar vardır. “Benim doğru bir teorim var, dolayısıyla ben yönetmeliyim” olarak özetlenebilecek bu anlayış (Marx’ı tenzih ederek söylemeliyiz ki) 100 yıldır sosyalist saflarda defalarca zuhur etmiş; sübjektif, sınıfın gerçek ihtiyaçları ile hiçbir ilgisi olmayan fikirsel ayrışmaların temel argümanı, çoğu zaman da siyasette kaçınılmaz olarak gelişen egoların hâkimiyeti için kullanılan bir örtü olmuş ve zarar vermiştir; hala da vermeye devam etmektedir. Bu konuyu “devrimci mücadelede teorinin yeri”ni ele alacağımız ileriki yazılarımızda derinlemesine işleyeceğiz; ancak şu aşamada sadece dikkat çekmekle yetindiğimiz bu ciddi soruna temel olacak yaklaşımımız için şu kadarını söyleyebiliriz: Devrimci örgüte hâkim olması gereken ve “hükmetme hakkına” sahip olan tek şey doğru politikadır ve bu her zaman “doğru teori” ile aynı şey değildir. Doğru politika ise sadece somut pratikte başarıyı getirerek kendini ispat eden, ya da başarıyı getireceği örgüt ve sınıf tarafından kabul edilen, benimsenen ve desteklenen politikadır, bir fikre hükmetme hakkı veren tek meşruiyet de budur, yoksa “bilimsellik” iddiası değil.