Birinci Enternasyonal’in İlk Programı:
Marx’ın Teorik-İdeolojik Tavizi
İlk toplantılarda UED’nin Genel Konsey’ine seçilen Marx, bu örgütün bir tür program ve tüzüğü niteliğinde olan “UED’nin Geçici Kuralları ve Hitabı” bildirisini kaleme aldı. Bu bildiri sınıfın mücadelesinin hedeflerini, uluslararası boyutunu ve prensiplerini başarıyla aktaran (ve sonu Manifesto’daki ünlü çağrıyla, “Bütün ülkelerin işçileri birleşin” ile biten) bir bildiri olmakla birlikte şu ifadeyi de içermekteydi:
“…(işçiler) kendi hükümetlerinin diplomatik eylemlerini izlemeli, onlara gerekirse ellerindeki tüm araçlarla karşı çıkmalı, bu olamıyorsa farklı teşhir eylemlerini birleştirmeli ve ahlak ve adaletin basit kanunlarını savunmalıdır”22
Başka bir yerde de:
“Bu Uluslararası Derneğin kurucuları ve ona bağlı olan tüm cemiyet ve bireyler birbirlerine karşı ve tüm insanlara karşı davranışlarında temel olarak gerçek, adalet ve ahlakı temel alacaklardır.” 23
Marksizme aşina her okuyucu burada yüceltilen ve temel alınan Ahlak, Adalet gibi kavramların tamamıyla sınıfsal kavramlar olduğunu, sınıfların ötesinde bir Ahlak ve Adalet’in olmadığını, Marx’ın ilk ve en büyük keşiflerinden birinin de bu kavramların sınıfsal ve göreceli kavramlar olduğunu teşhis etmesi olduğunu bilir. Proudhon’un aksine Marx, büyük harflerle yazılmış Adalet, Ahlak, Özgürlük, Hakikat, Kardeşlik gibi kavramların mutlak olarak hiçbir anlam ve değer taşımadığını, ancak sınıfsal bir çerçeve ve perspektifte bir anlam taşıyabileceğini, bütün sınıflar için ortak ve tek bir “adalet” ya da “ahlak” ya da “özgürlük” olmadığını net ve kesin bir biçimde ortaya koymuş ve bunun için yoğun bir kavga vermiştir. O zaman, bizzat bu bildiriyi kaleme alan Marx’ın, kendi keşfettiği ve işçi sınıfı için de önemli olduğunu bildiği bu konuda yeniden eski ve bulanık kodları kullanmasının, daha net bir deyimle “teorik ve ideolojik taviz” vermesinin mantığı nedir? Muhtemel bir yanılgıyı önlemek için şunu da not edelim: Bu “politik” (günlük eyleme, mücadelenin kısa vadeli ihtiyacına yönelik) bir taviz değil, hareketin temel ilkelerine, fikirsel temeline yönelik bir tavizdir ve kesiklikle teorik ve ideolojik bir nitelik taşımaktadır.
Bu durumu bizzat Marx, Engels’e Kasım 1864’te yazdığı bir mektupta şöyle açıklamıştır:
“Bizim görüşlerimizin mevcut ruh haliyle Emek hareketi için kabul edilebilir bir biçimde ifade edilmesini garanti edecek şekilde işleri yürütmek çok zordu…. Yeniden uyanan hareketin bize eski dobralıkla konuşmamıza imkan sağlaması biraz zaman alacak. Bugün için parolamız “fortiter in re, suaviter in modo” (gerçekte kararlı, üslupta nazikçe) olmalı”24
Marx burada hareketin dinamizmine güvenmekte, böyle geri terimlerle başlayan bir hareketin dahi büyüyüp güçlendiğinde bu kavramların aşılmasını sağlayacak bir momentum ve atılım sağlayacağına inandığı için bu tavizi makul ve mübah görmektedir. Marx haklıdır; gerçekten de güçlenen uluslararası işçi hareketi kısa zamanda, aşağıda da ele alacağımız gibi, bu illüzyonları aşmış ve UED’in sonuna doğru Marx’ın bilimsel mücadele kodları hareket içinde oldukça yaygınlaşmıştır. Ancak onu bu konuda haklı görmek, bizi örgüt ve siyaset teorisinde yeni sorularla karşı karşıya bırakmaktadır:
Öncelikle Marx bu konuda kendi kendine karşı gösterdiği toleransı birkaç sene sonra Marksistleri ve Lasalle’cıları bir araya getiren ve Alman işçi hareketini birleştiren Gotha programına karşı göstermemiştir. O programda da Lasalle’in (Marx’ın yazdığı “adalet ve ahlak” gibi fikirlerden daha yanlış olmayan) hatalı görüşlerine (“işçi sınıfı karşısında tüm sınıflar gerici bir kitle oluştururlar” görüşü ya da Ricardo’nun “sermayenin tunç kanunu” gibi) bunlar detay bile olsa şiddetle saldırmış, bu tür görüşleri içerdiği için programın bütününe yönelik aşağılayıcı ifadeler (“ahmakça” gibi) kullanmaktan çekinmemiştir. Halbuki durum oldukça benzerdir: Büyük bir yığınsallığa erişen, ancak hala Bismarck’ın gerici baskısı altında ezilen Alman proletaryası acilen “birlik” istemekte, bir an önce tek bir siyasi özneyle siyaset sahnesine atılmayı arzulamaktadır. Lasalle de bu süreçte sıradan bir insan değil, işçi hareketinin örgütlenip bir güç haline gelmesine fiilen ciddi bir katkı yapmış bir önderdir. Gotha programındaki Lasalle’cı fanteziler (tıpkı UED’deki “adalet” illüzyonu gibi) hareketin bu birleşmeden kazanacağı dinamizm ile eriyip gitmiş, Alman işçi hareketi kısa zamanda Bebel’in önderliğinde tümüyle Marksist kodlarda şekillenmiştir. 1914’te oluşacak sapmanın ise Gotha programının Lasalle’cı kodlarıyla herhangi bir ilişkisi yoktur ve sorunun kökü daha derinlerde olup 2.Enternasyonal ile ilgili çalışmamızda ele alınacaktır.
O zaman soru şudur: Günlük politik tavizlerin dışında bu tarzda, temel fikirlere ve kodlara yönelik tavizler vermek mümkün müdür? Doğru mudur? Bunlar her zaman verilebilir mi? Bunun haklılığının ya da haksızlığının kriteri nedir?
Burada siyasi özne (devrimci örgüt) ile emekçilerin yığın hareketi arasındaki ilişkinin çok hayati bir noktasına geliyoruz. Temel olarak olması (ve siyasi özne tarafından fark edilmesi) gereken yığın hareketinin devrimcileştirici dinamizmidir. Böyle bir dinamizm varsa, başta bu tür ideolojik esnemelerle sağlanan birlikteliğin önünü açtığı yüksek toplumsal dinamizm, bir süre sonra bu esnemelerle terk edilen ideolojik mevzilere yeniden geri dönüşün önünü açacaksa, bu esneklikleri yapanlar da bunları gidermenin gerekliliğini baştan düşünmüşlerse, bu tür esnemeler doğru, hatta yararlıdır. Aynı şekilde ağır baskı koşullarında yasal siyaset olanağı elde etmek harekete ciddi toplumsal olanaklar sunacaksa, devrimci siyasi özne kitlelere ilan edeceği programda mevcut burjuva düzenin kimi ideolojik kodlarına yer verebilir. Burada temel faktör, siyasi öznenin bu kodların geçersizliği ya da yanlışlığı (ve bir süre sonra onlardan geri dönmenin gerekliliğine ilişkin) net bir bilince sahip olması ve elde edilecek politik gücün bu kodları süreç içinde eritme olanağını yaratabilmesidir. Bu elbette kritik bir tespit ve tercihtir. Şayet siyasi özne bu “esnetilmiş” kodlara gerçekten inanıyorsa (Bernstein ya da TBKP örneğinde olduğu gibi) veya bu esneme hiçbir toplumsal atılımla birleşmeyip sadece partinin saflarını düzen yanlısı unsurlarla doldurup onu sağa çekecekse bu tür tavizler yanlış, zararlı ve yıkıcıdır. TBKP örneğinde “emperyalizm savaşlardan arındırılabilir”, ya da “TÜSİAD demokrasi mücadelesinin parçasıdır” gibi saçmalıkları sırf siyasi meşruiyet için savunup toplumsal mücadeleye hiçbir dinamizm katamayan (bu kodlarla zaten katmak mümkün değildir) örgüt yöneticileri TİP ve TKP’nin ortak likidasyonunun organizatörleri oldular. Buna karşılık yukarda değindiğimiz yaklaşımın başarılı başka örnekleri de vardır.
İkinci Dünya Savaşı esnasında Ho Şi Minh bir yandan Vietnam’daki Japon işgaline karşı savaşırken (ve savaştaki global ittifaklar gereği ABD’den dahi yardım alırken) bir yandan da Vietnam’ın eski sömürgeci patronu Çin devletinin, o sıralar hala Çan Kay Şek’in yönetimindeki milliyetçi-gerici Çin yönetiminin baskısı altındaydı. Kendi ülkesinde zaten komünistlerle kıran kırana bir savaşa girmiş olan Çan Kay Şek, Vietnam’da komünist bir gücün varlığına izin vermeyeceğini açıkça belirtmişti. Bu somut ve zorunlu koşulları göz önüne alan Ho, 1942-1944 arasında kurucusu ve yöneticisi olduğu Hindiçini Komünist Partisi’ni feshetti ve onu “Marksizmi inceleme grupları”na indirgedi. Bir komünist için partinin programı, hedefleri ve şiarlarıyla birlikte feshedilmesi, verilebilecek en büyük ideolojik tavizdir ve bu tavır o dönem savaşın kargaşası içinde çok yankı bulmamakla birlikte dünya komünist camiasında belli bir hoşnutsuzluk da yarattı. Ho, partinin mevcut bütün örgütsel iskeletini yeni kurulan Vietminh (Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi) içine taşıdı ve orada muhafaza etti. Buna karşılık Vietminh’in programı klasik bir ulusal kurtuluş ve burjuva demokratik devrim programı idi (işgale karşı çıkan yurtsever toprak ağalarının desteğini almak için toprak reformu dahi konulmamıştı!). Komünistler, parti ve parti kimliği olmaksızın, ellerinde (içinde toprak reformu dahi olmayan son derece geniş, sadece işgali sona erdirmeye dayanan) bir programdan ibaret bir mücadele zemininde var olmaya başladılar.
Ancak Ho’nu hesabı doğru idi: Komünistlerin aktif olduğu bir ulusal kurtuluş sürecinin yaratacağı dinamizmin bu mevzileri geri alabileceğini hesapladı ve haklı çıktı. İskeletini komünistlerin teşkil ettiği bir ulusal kurtuluş hareketi işgali sona erdirip iktidara geçtiğinde (1945) adıyla sanıyla bir KP olmaksızın komünist ağırlıklı ve komünist yönlendirme altında bir yönetim oluştu. 1949’da Çan Kay Şek yıkıldığında ise Ho amca gecikmeden terk edilen mevziiyi yeniden kurdu ve cephe bünyesindeki komünistler Vietnam İşçi Partisi olarak yeniden, açık bir komünist hedef ve kimlikle partileştiler.
Benzer bir örnek Küba için de farklı olarak verilebilir. Batista’ya karşı Sierra Maestra’da silahlı mücadele veren Fidel önderliğindeki kadroların önemli bir kısmı sosyalizme inanmış kadrolardı. Che ve Raul “partisiz” komünistlerdi, Fidel de genel olarak sosyalizmin kodlarını benimsiyordu. Öte yandan Küba’nın geleneksel KP’si olan PSP (Sosyalist Halk Partisi) de gerilla hareketine destek sunmaya başlamıştı. Buna rağmen Küba devrimcileri siyasi hedef olarak “sosyalizmi benimsediklerine” dair tek bir kelime dahi etmediler. Fidel yıllar sonra açık açık “O sıralarda sosyalizmi istediğimizi söyleseydik, komünist niyetimizi açığa çıkarsaydık dağdan şehirlere dahi asla inemezdik” diye itiraf etmiştir. Kendini tamamıyla ve sadece Batista diktatörlüğünü yıkma hedefiyle tanımlayan Küba devrimcileri, bu sayede sadece Küba’da değil, tüm dünyada solun ve sosyalizmin ötesinde bir meşruiyet ve destek kazanmış, ABD bile bu harekete başta müdahale etmek yerine diyalog kurma yoluna gitmiştir. Süreç gene aynıdır: Kötü şöhretli bir diktatörlüğü yıkmanın yarattığı muazzam dinamizm ve kazandırdığı prestij, bir sonraki aşamada devrimci önderliğin gerçek niyetini açıkladığında sosyalist bir siyasal hegemonyaya dönüşmüş, Küba’da sosyalist devrimi zafere ulaştırmıştır.
Burada örgüt ve siyaset teorisinin inşasına ilişkin önemli bir noktayı yakalama şansına ulaşıyoruz. Devrimci siyasi öznenin (“Parti”) amacı “kendi iktidarını” kurmak değil, emekçilerin toplumsal mücadelesini devrimcileştirmek, hem kitlesel hacmini, hem de dövüşkenliğini ve siyasi netliğini artırmak, geliştirmek ve iktidara yöneltmektir. Bu noktada örgütün belirli bir andaki teorik-ideolojik-siyasi “kırmızı çizgileri”, yani mutlaka ve açık açık savunması gereken kodların ne olması gerektiğini sorgulayalım. Yukardaki bütün örneklerin de gösterdiği gibi her temel (bilimsel, ispatlanmış) teorik doğru “kırmızı çizgi” değildir, olamaz, olmamalıdır. Bu kırmızı çizginin ne olması gerektiğini, yukarda değindiğimiz şekliyle Partinin misyonu olan toplumsal süreçleri devrimcileştirmek için gerekli asgari ilke, şiar ve hedefler belirler. Bir teorik-ideolojik ilkeyi “atlamak” hatta (Marx örneğinde olduğu gibi) “sulandırmak”, doğacak dinamizm ile bir sonraki adımda onları yeniden ve daha güçlü bir biçimde gündeme getirmenin önünü açacaksa, bu yaklaşım yanlış değildir. Devrimci politikada susmak ve geçiştirmek de bu politikanın parçası olan bir “tavır”dır. Tıpkı müzikte susma işareti olan “es”in de mevcut notalar kadar müziğin bir parçası olması gibi (Beethoven ve Mozart’ın o olağanüstü eserlerinden tüm “es”leri çıkardığınızda ortaya nasıl bir estetik yoksunu gürültü ve kakofoni çıkacağı ortadadır).
Bu gerçeği ve olguyu kulak ardı etmenin iki yıkıcı sonucunu yıllardır yaşıyoruz: Birincisi tüm teorik doğruları “kırmızı çizgi” haline getirince, oluşacak en ufak düşünsel farklılıklar bölünmelere neden olmakta, baskı ve sömürü altında inleyen milyonlarca emekçiyi zerre kadar ilgilendirmeyen ve o anın pratiğinde hiçbir yansıması olmayan düşünsel farklılıklar devrimci örgütleri parçalamakta, un ufak etmektedir. Emeği kurtarma iddiasıyla ortaya çıkıp “kendi” fikirleri yüzünden bölünen bir hareketin sıradan emekçilerde nasıl (ve haklı!) bir güvensizlik, hatta tepki yaratacağını anlamak son derece kolaydır.
İkinci sonuç ise daha hazindir. Bilimsel sosyalist öğretinin tüm doğrularını tüm konularda aynı anda savunan, emekçi halkın ve mevcut toplumsal dinamizmin bunları nasıl algılayacağını zerre kadar düşünmeyip “devrimci saflık” adına bunları her alanda ve aynı anda öne süren bir siyasi özne, halk nezdinde hem takdiri hem de tepkiyi aynı anda yaşamakta, oluşan olumlu ve olumsuz hisler birbirini nötralize etmekte (bazen mevcut burjuva ideolojik hegemonya dolayısıyla olumsuzluk ağır basmakta), sonuçta ilk metnimizde de belirttiğimiz gibi bu siyasi özneler “ne uzayıp ne de kısalan” siyasi aksesuarlara dönüşmektedir.
Birinci Enternasyonal’de İşçi Sınıfının “Kendiliğinden” Devrimciliği
Sürekli Lenin’e atfedilen ve “devrimci bilinci aktaran bir özne olmazsa işçi sınıfının kendiliğinden mücadelesi sıradan trade-union’culuğı aşamaz” ifadesi oldukça arızalı bir ifadedir. Lenin gerek (bu görüşleri formüle ettiği kitabı olan) Ne Yapmalı için daha sonra oldukça net uyarılar yapmış olmasına ve bizzat bu ifadeyle %100 çelişen yeni ifadeler kullanmasına rağmen, “Lenin hariç herkesin Lenin adına konuştuğu” günümüzde bu ifade birçok devrimci tarafından hala bir temel doğru olarak addedilmektedir. Ne Yapmalı’nın ve Bolşevik örgütsel deneyin eleştirel analizini çalışmamızın ileriki bölümlerinde yapacak olmakla birlikte, daha ilk aşamada bu ifadenin yanlışlığını anlamamız sağlayacak somut pratikleri UED deneyiminden aktaralım.
Öncelikle Birinci Enternasyonal direkt işçilerin inisiyatifiyle kurulmuş bir örgüttür, içinde Marx, Engels, Liebknecht, Bakunin gibi aydınlar olmakla birlikte kurumsallaşmış bir siyasi özne ya da özneler yoktur ve mücadeleye tamamıyla işçilerin kısa ya da orta vadeli beklenti, talep ve özlemleri yön vermektedir. Ancak bu haliyle dahi mücadele sıradan trade-union’culuğun çok ötesindedir.
Öncelikle işçi sınıfının “kendinde sınıf” olarak hissettiği ve uğruna mücadele ettiği hedeflerin önemli bir kısmı sıradan “patron-işçi” çatışmasının dışına çıkmıştır ve bu “istisna” alandaki en önemli kalem ulusal sorundur. UED’deki işçiler, fabrika içindeki günlük ekonomik çıkarların çok ötesinde bir konuda, ezilen halkların özgürlüğü konusunda somut kararlar alarak iradelerini ortaya koymuştur; burada en dikkat çeken unsur İrlanda ve Polonya sorunlarıdır. İngiliz işçileri başta olmak üzere UED’deki işçilerin (herhangi bir devrimci özne kendilerine “dışardan bilinç” aktarmaksızın) ezilen halklar lehine aldığı tavırları hatırlatalım:
- 1844’te Chartist hareketi kuran işçiler tüm İngiliz sömürgelerindeki ezilen halklarla dayanışmalarını dile getirdiler, İrlanda özgürlük davasına destek oldular, Polonya halkına olan sıcak sempatilerini dile getirdiler.25
- 1850’de, iki yıl önceki 1848 devrimini bastırırken sergilediği zalimlikle ünlü Avusturyalı general Haynau, Londra’da bir bira fabrikasını ziyaret ettiğinde işçiler onu yakalayarak bıyıklarını kestiler, bir varilin içine koyup sokaklarda yuvarladılar. Eylem Londra’daki işçiler arasında büyük coşku yarattı.26
- 1860’ta kurulan Londra Sendikalar Konseyi, İtalyan ilerici ulusal kahramanı Garibaldi’yi törenle Londra’da karşıladı. 1862’de ise İngiliz burjuvazisinin kendi sınıfsal çıkarları için desteklediği Amerikan Güney eyaletlerindeki kölelik düzeni aynı örgüt tarafından protesto edildi. Özellikle de Çarlığın baskısı altındaki Polonya halkı ile dayanışma duyguları yoğun biçimde dile getirildi. 27
- 1866’da UED’nin Cenevre’deki ilk kongresinde Genel Konsey’in raporunda “Polonya’nı kendi kaderini tayin etmesi ve demokratik ve sosyal temellerde yeniden inşası yoluyla Avrupa’da Rus Çarlığının etkisinin yok edilmesi” kararı yer alıyordu.28
- Polonya ve İrlanda’nın bağımsızlığı sorunları Birinci Enternasyonal’in eylem ve bildirilerinde her zaman merkezi bir yer aldı. Bunun temeli de bu örgütü kuran Avrupalı işçilerin ulusal baskı ve köleliğe karşı gösterdikleri bilinçli tavırdı.
- Aynı şekilde, işçi hareketinden gelmemekle birlikte kendi ülkesinin kurtuluşu için mücadele eden bir devrimci, İtalyan Garibaldi, hem UED’in çalışmalarında, hem de daha sonra kurulacak olan Paris Komünü’nde aktif rol aldı.
Bu resim “parti olmazsa işçiler basit sendikacılığın ötesine geçemezler” (Lenin’in bu yaklaşımı sonra aştığı nettir, ne yazık ki bu hala yeterince bilinmemektedir) ifadesinin ötesinde bir durumu bizlere göstermektedir. Bugün de, şaşırtıcı biçimde emperyalizmin merkezi ABD’de her geçen gün yükselen Filistin’le dayanışma eylemleri sadece aydınları ve öğrencileri değil, bizzat (bir zamanlar “artık düzenle bütünleştiler” denilerek dudak bükülen) Amerikalı mavi yakalı işçileri de kapsamakta, ABD, İngiltere ve İtalya’da bilinen herhangi bir “devrimci özne” olmaksızın, veya mevcut devrimci öznelerin etkisinin çok ötesinde bir oranda, sanayi ve ulaşım işçileri İsrail vahşetine karşı Filistin halkının yanında tavır almaktadır.
Lenin bu ifadeyi kullandıktan birkaç yıl sonra “İşçi doğası gereği sosyal-demokrattır (sosyalisttir)” demişti.29 İşçi sınıfının kendiliğinden devrimciliği, onun (Lenin’in deyimiyle) “sosyalist doğası” hala ciddi olarak kavranılması gereken bir konu olarak önümüzdedir. Sosyalist politikaların işçi sınıfını kitle olarak kazanamamış olmasının günahı, “işçilerin bilinçsizliği”, ya da “ideolojik hegemonya” gibi olağan mazeretler yerine bizzat sosyalist politikaların örgütlenmesindeki yanlışlarda ve açmazlarda aranmalıdır.
İşçi Sınıfının İfade Hürriyeti ve Demokratik Özgürlükler İçin Mücadelesi
İfade ve fikir özgürlüğü için mücadele, Türkiye gibi gerici, faşizan baskılar altında yaşayan ülke ve halkların mücadelesinde önemli bir yere sahiptir; ancak bu yer ve önem, şimdiye kadar esas olarak faydacı ve enstrümantal olarak ele alınageldi. Mantık hep şu oldu: “Fikir özgürlüğü için mücadele esas olarak devrim için mücadele eden sosyalistlerin “nefes alması” içindir, demokrasi mücadelesinin bir gündem maddesidir, devrim ve sonrasındaki sosyalizm açısından yeri ve önemi göreceli, hatta talidir. “Doğru görüşler” iktidarda olduktan sonra fikir ve ifade özgürlüğü bu “doğru görüşlere” uygunluk çerçevesinde ele alınacak bir konudur.”
Ancak Birinci Enternasyonal deneyini incelediğimizde, dünya işçi hareketinin merkezi olan Avrupa’da işçilerin mücadelesinde fikir özgürlüğü maddesinin oldukça önemli, hatta bu hareketin kimliğini belirleyen konulardan biri olduğunu görüyoruz. Bu da gene bu deneyden hareketle önümüzde yeni perspektifler açabilecek bir konudur.
Enternasyonal’in 1867’deki Lozan kongresinde bu konuda yapılan bir konuşmada bir delege şunları söylemiştir:
“… Raporlar gösteriyor ki özgür yurttaşlar olarak haklarından yoksun bırakılan halklar arasında ve toplu gösteri, özgür konuşma ve basın özgürlüğü gibi gasp edilemez hakların sınırlandığı ülkelerde Enternasyonal’in eylemi büyük ölçüde zayıflatılmıştır ve ulaşılan sonuçlar sınırlıdır. Öte yandan, Enternasyonal’in ilerlemesi özellikle en geniş özgürlüğün egemen olduğu ülkelerde en fazla göze çarpmaktadır. Sonuç olarak işçilere siyasi özgürlük garanti edilmedikçe, Enternasyonal’in şanlı kaderini gerçekleştirmesi, tüm Avrupa’ya yayılması ve olması gerektiği gibi dünyanın toplumsal dirilişini sağlamaya hedeflenmiş güçlü ve muktedir bir işçi sınıfı federasyonuna dönüşmesi imkânsız olacaktır.”30
Aynı kongrenin sonuç bildirisinde şu karar alınmıştır:
“Eylül 1867’de Lozan’da toplanan Enternasyonal Kongresi, politik özgürlüklerden yoksun olmanın halkın sosyal öğrenimi ve proletaryanın özgürlüğe kavuşması için bir engel olduğunu görerek ilan eder ki:
- İşçilerin sosyal özgürlüğe kavuşmaları, onların politik özgürlüğe kavuşmalarından ayrılamaz.
- Politik özgürlüklerin verilmesi, mutlak zorunluluk taşıyan ilk tedbirdir.”31
Aynı şekilde bir sonraki yazımızda ayrıntılı inceleyeceğimiz Paris Komünü’nde, 23 Mart 1871’de, altında Enternasyonal marşımızın yazarı Eugene Pottier ve yıllar sonra Fransız Komünist Partisi’nin kuruluşuna katılacak olan Camelinat’nın imzasıyla yayınlanan bildiride Komün’ün hedefleri arasında “toplanma ve dernek kurma hürriyeti, mutlak basın hürriyeti ve yurttaş hürriyeti” ilan edilmiştir.
İşin özü bellidir: İşçiler, kendi davalarını halka, kamuoyuna, hükümete bildirecek araçlardan yoksun olduklarında mücadele tıkanmakta ve kısırlaşmaktadır. Sınıfın, kendi hedef ve amaçlarını herkese daha etkin anlatabilmek için hava ve su gibi siyasal özgürlüklere, sansüre ve yasaklara karşı fikir beyan etme, yayma ve örgütlenme özgürlüğüne ihtiyacı vardır. Bu özgürlükler, mücadelenin yükselmesinin olmazsa olmaz koşuludur.
Buraya kadar durum nettir ve bugün de (Türkiye dahil) tüm dünyada sosyalistlerin 100 yıldır demokratik hak ve özgürlükler için verdiği mücadelenin mantığıyla örtüşmektedir. Ancak tam bu noktadan sonra, işçi hareketinin yığınsal özellik taşıdığı Avrupa’da (diğer nispeten geri ülkelerde gerçekleşmeyen) iki farklı gelişme olmuştur:
Birincisi, Avrupa’daki işçi sınıfı hareketi bu özgürlükleri adım adım kazanarak içinde yaşadıkları toplumu değiştirmiş ve dönüştürmüştür. Bugün tüm dünyada örnek gösterilen ve tüm insanlar için de belli (ve haklı) bir çekiciliği olan Avrupa “demokrasisi” bu mücadele içinde şekillenmiştir ve net olarak görülmesi gereken gerçek şudur: Avrupa’nın gelişkin kapitalist ülkelerinde basın özgürlüğü, sansüre karşı mücadele, toplanma ve protesto özgürlüğü, dernek ve parti kurma özgürlüğü, herkes için oy hakkı gibi (bu ülkelere değer ve çekicilik katan) tüm kazanımlar işçi sınıfının ve ilerici, sol güçlerin eseridir!32 İşçi hareketi, burjuva devrimlerinden sonra sadece ve sadece burjuvazinin değişik fraksiyonları arasında uygulanan, ancak emekçilere tamamıyla kapalı olan “demokratik haklar” zeminini, bizzat bu devrimlerin tarihsel meşruiyetine de dayanarak talep etmiş ve adım adım, bazen de büyük bedeller ödeyerek, kan ve göz yaşıyla kazanmayı başarmıştır. Bu göz önüne alındığında, Batı demokrasilerini tanımlamak için kullanılan “burjuva demokrasisi” deyimi hem bir doğruyu hem de bir yanlışı içermektedir. Bir açıdan bu deyim doğrudur, zira bir yandan yönetim mekanizmaları prensip olarak demokratiktir ve burjuvazi iktidardadır (bu anlamda bunlar birer “burjuva demokrasisidir”); öte yandan da işin “demokrasi” boyutu doğuşundan beri kitleleri baskı altına almaya çalışan burjuvazinin değil, işçilerin ve emekçilerin eseridir ve “burjuva” ve “demokrasi” kavramları arasındaki zıtlık göz önüne alındığında “burjuva demokrasisi” kavramı pekâlâ bir “oxymoron”a dönüşebilmektedir.
İkinci olgu ise bizler için sosyalist mücadelede bugün daha büyük önem taşımaktadır. Bu hakları adım adım elde eden Avrupa işçi hareketi, bu demokratik hak ve özgürlüklerin içeriğini, mahiyetini benimsemiş ve içselleştirmiştir. Başka bir deyişle bu hakları elde etme sürecinde toplumu değiştiren işçi hareketinin kendisi de kendine yeni değerler ve anlayışlar kazandırmıştır. Hareket içinde değişik görüşlerin kendini ifade edebilmesi, bunlara sansür uygulanmaması, fikirlerin hareket ve örgüt içinde serbestçe tartışılması, alınan karara herkesin saygı göstermesi, eleştiri hakkının ve özgürlüğünün her zaman elde tutulması, “birilerinin” yukardan dayatmalarla kendi kararlarını empoze etmesine karşı ortak bir reddediş, bütün bunlar Avrupa sosyalist işçi hareketinin temel değerleri haline gelmiştir. Tarihimizdeki ciddi bir kırılma da tam bu noktada başlamaktadır. İşçi sınıfının mücadelesiyle elde edilmiş bu tür demokratik kazanımlara tarihinde asla sahip olmamış, bunları yaşamamış bir işçi sınıfı 1917’de Rusya’da (ve daha sonra da benzer az gelişmiş ülkelerde) iktidara geldiğinde, bu tür hak ve özgürlüklerin önemsenmesine dudak bükmüş, bunların sınırlanmasının doğal olduğu devrim ve ertesindeki terör dönemi bittikten sonra bunları yeniden (ve mutlaka!) inşa etmenin önemini asla kavrayamamıştır. 1917’den sonra doğan komünist hareketimiz bu tür hak ve özgürlükleri sadece pragmatik ve enstrümantal olarak ele almış, bunları sadece mücadelenin önünü açmanın araçları olarak algılamış, bu değerlerin bizzat sosyalizm mücadelesi ve sosyalist bir toplumsal oluşum için taşıdığı tarihsel ve hayati değeri gözden kaçırmıştır. Bir oportünist değil bir devrimci olan Rosa Luksemburg’un Lenin’e yönelik “gerçek bir basın ve ifade özgürlüğü olmadan sosyalizm kurulamaz” uyarısının tarihsel anlamı da tam olarak budur. Bu kavrayış farklılığının Rusya ve diğer azgelişmiş ülkelerin sosyalizmi ile ileri ülkelerin işçi hareketi arasında yarattığı çatlak ne yazık ki zamanla büyümüştür ve bu çatlağın tek sorumlusunun Batı Avrupa’daki sosyal-demokrat sınıf uzlaşmacılığı olduğunu düşünmek (onların sorumluluğu da mevcut olmakla birlikte) bizim ciddi bir eksiğimizin gözden kaçmasına sebep olmaktadır. Eksiğimiz ve zayıf noktamız şudur: Sosyalizme yürekten inansa ve bunun için bir devrimin gerekliliğini kabul etse dahi, yukarda değindiğimiz değerler içinde yetişmiş ve şekillenmiş bir Batı Avrupalı işçinin Sovyet modeli gibi fikir ve ifade özgürlüğünün (ne yazık ki) sürekli olarak kısıtlandığı bir siyasal modeli benimsemesi mümkün değildir, zaten de mümkün olmamıştır.
Bu problem 1927’de bizzat Birinci Enternasyonal (Uluslararası Emekçiler Derneği – UED) in oldukça başarılı ve ayrıntılı bir tarihini yazan Sovyet yazar Steklov’un kitabında da görülmektedir.33 Bir Bolşevik olan Steklov, UED’in bu kararı için şunları söylemektedir:
“Bu karar büyük Fransız Devriminin ilan ettiği siyasal özgürlüklere (toplu gösteri hakkı, özgürlüğü, vicdan özgürlüğü) gibi siyasi özgürlüklere atıfta bulunmaktadır. Bu formül bir işçi kongresi için biraz uygunsuz (abç) durmaktadır, zira 1789’da ilan edilen özgürlüklerde özel mülkiyet hakkı (işçilerin asla yararlanamadıkları) vardı; öte yandan “1789 ilkelerinde” örgütlenme ya da grev hakkına dair tek kelime yoktur.”34
Steklov, Birinci Enternasyonal’in bu kararını bir anlamda “kınarken” hem Bolşeviklere hem de 1917 sonrası tüm dünya komünistlerine egemen olan mantığı yansıtmaktadır. Bu mantık da, bu tür demokratik hak ve özgürlükleri burjuva dünyasının birer unsuru olarak görmeye, “üretim araçlarının mülkiyetine” sahip olduktan sonra bunların tali ve göreceli meseleler olduğu kabulüne dayanmaktadır. Bu ciddi bir hatadır. 1800’lerin ikinci yarısından itibaren İngiltere, Fransa ve daha sonra Almanya’da egemen sınıfların ve onların kadrolarının, iş adamlarının, lordların, generallerin, milletvekillerinin çarpık tavırlarını, yolsuzluklarını ve skandallarını bangır bangır eleştiren ve bunları emekçilerin gündemine rahatça getiren bir basın özgürlüğü varken (Fransa’daki Dreyfus vakasının basında yol açtığı depremi hatırlayalım) Rusya 1917’ye kadarki tarihi boyunca böyle bir özgürlüğü yaşamadığı gibi, ne yazık ki 1917’den sonra da (çöküşe kadar!) yaşamamıştır. Bizim sosyalist SSCB’mizde yöneticilerin yolsuzluklarını, haksızlıklarını, tutarsızlıklarını bir nebze de olsa, sosyalist değerler çerçevesinde kamuoyuna yansıtan bir basın ve fikir özgürlüğü olabilseydi, süreci çöküşe götüren deformasyonların büyük ölçüde önlenebileceği açıktır. Burada da süreç benzer bir şekilde işlemiş, “bunlara gerek yok” diyenler gelişen sürecin ilk kurbanları olmuş, “sosyalizmde hukuka gerek yok” diyen “sol” muhalif Paçukanis hukuksuzluğun ilk kurbanlarından biri olurken, demokratik hak ve özgürlüklere dudak büken Steklov da bu özgürlükleri budamanın kurumsallaştığı bir yapının ilk kurbanları arasında yerini almıştır.
İfade ve fikir özgürlüğü, serbest tartışma, katılım ve şeffaflık sadece geçici ve araçsal değerler değil, emek eksenli bir çerçevede hem sosyalist mücadelenin, hem de sosyalizmin inşasının temel değerleri olarak kavranmak durumundadır. Bunlara “burjuva ideolojisinin aksesuarları” olarak dudak bükmek bize geçmişte pahalıya mal olmuştur, olmaya da devam etmektedir. Bunların olmadığı kimi 20.yüzyıl sosyalizm deneyleri, yarattıkları tüm muazzam değerlere rağmen halka hesap vermeyen yöneticiler elinde yozlaşırken, bunları kendi içinde bastıran sosyalist örgütlenmeler de lider kliklerin otokrasisi altında kısırlaşmakta, daralmakta ve hem halktan hem de mücadeleden kopmanın dramını hala yaşamaktadır.
İŞÇİ SINIFININ İKİ KİTLESEL ÖRGÜTLENME BİÇİMİ:
Sendikalar ve Kooperatifler
Bugün “işçi sınıfının örgütleri” denildiğinde akla gelen ikili bellidir: siyasal mücadele parti ile, günlük ekonomik mücadele sendika ile verilir. Günlük mücadele işçi sınıfının kendi öz bilincine ve gücüne ulaşmasını sağlayacaktır; grevler savaşın kendisi değil ama birer savaş okuludur…vs.
Birinci Enternasyonal’de henüz ulusal planda sosyalist partilerin olmadığı bir momentte, sınıfın yığınsal örgütlenmesi için iki araç gündeme gelmiştir: sendikalar ve kooperatifler. UED’in ilk kuruluşunu ertesinde bu örgüte Avrupa işçi sınıfları içinde destek ve katılım büyürken “…UED’e katılım İngiltere’den sonra İsviçre ve Fransa şehirlerinde büyürken kısmen sendikal, kısmen kooperatif örgütlenmeler Enternasyonal adına propaganda görevini üstlenmişlerdi”.35 Bunları bugün incelemek, günümüzdeki mücadele için de belli ölçüde ışık tutabilir.
Patronlar yerine bizzat işçiler tarafından yönetilen üretim kooperatifleri fikri, 19. yüzyılın ikinci yarısında sosyalist düşüncede önemli bir yere sahipti. Proudhon üretim ve dağıtım kooperatiflerine dayanan bir sosyalizm projesini ayrıntılı olarak geliştirmiş, merkezi iktidarı deviren bir devrim hareketi olmadan da bu tür üretimin yaygınlaşması ile toplumun “sosyal ve ekonomik” dönüşümünün gerçekleşeceğini savunmuştu. Proudhon’u eleştiren ve merkezi iktidarı ele geçirmenin gerekliliğini savunan Marx ise, bu eleştirisine rağmen kooperatif hareketine büyük önem vermiş, (İngiltere’deki Rochdale örneğinde olduğu gibi) onu yeni bir üretim biçiminin eski toplumun bağrındaki ilk filizleri olarak selamlamıştı. Kapital’in 3.cildinde şunu yazıyordu Marx:
İşçilerin kendileri tarafından işletilen fabrikalar, her ne kadar şimdiki örgütlenmeleriyle var olan sistemin tüm çarpıklıklarını doğal olarak her durumda yeniden üretseler ve üretmek zorunda olsalar da, eski biçimin içinde yeni bir biçimin ortaya çıkmasının ilk örnekleridir; Ancak ilk başta sadece biçimde, birleşmiş işçiler kendi kapitalistleri haline gelse bile; yani kendi emeklerini değerlendirmek için üretim araçlarını kullansalar bile, sermaye ve emek arasındaki zıtlık burada yıkılmıştır. Bu fabrikalar, üretimin maddi güçlerinin ve onlara denk düşen üretimin toplumsal biçimlerinin gelişmesinin belli bir aşamasında yeni bir üretim biçiminin nasıl eskinin içinden doğal olarak çıkıp geliştiğini gösteriyorlar.36
Bütün odağını devrime ve iktidarı ele geçirmeye yönelten Blanqui ise bu projeleri küçümsemiş, Proudhon ve taraftarlarını “kooperatifçiler” diye alaya almış, devrimi savunmasına rağmen bu fikre yeşil ışık yaktığı için de Marx’a şiddetle saldırmıştır.
Eylül 1866’daki Cenevre kongresinde kooperatifler için şu karar alınmıştı:
Kooperatif hareketini, sınıf çatışmasının temeli üzerine kurulmuş şimdiki toplumun değiştirici güçlerinden biri olarak kabul ediyoruz. Fakat … mikroskobik gelişme şekilleriyle sınırlı kooperatif hareketi tek başına kapitalist toplumu değiştirecek güçte değildir. İşçilere tüketim konusunda işbirliği yapmaktan çok üretim işbirliğini salık veririz. Çünkü tüketim, şimdiki ekonomik sistemin sadece yüzeyine dokunur, diğeri ise ona temelden taarruz eder.37
Bir sene sonra yapılan Lozan kongresinde ise bir adım daha atılarak işçilerin kurduğu meslek birliklerinin kendi fonlarını bu tür kooperatifler kurmak için kullanmaları tavsiye edilmiş, dahası bu kooperatifleri desteklemek üzere bir “kooperatif kredi bankası” sistemi oluşması için hükümetlere baskı yapmaları istenmişti. Bu son öneri (“kooperatif banka sistemi”) esas olarak tamamıyla Proudhon’a ait bir fikirdi; içinde Marx’ın da yer aldığı Genel Konsey’in bu öneriyi hazırlayıp onaylamış olması da daha önce belirtiğimiz gibi önemlidir.
Eylül 1868’deki Brüksel kongresinde ise Genel Konsey üyesi H.Jung şu açıklamayı yapmıştır:
“İsviçre’de çeşitli kooperatif birlikler kurulmuştur. Bu ülkede de işçiler birleşme ihtiyacını duyuyorlar. Kooperasyonlar kurarak sosyal meseleyi çözmenin mümkün olduğunu ileri sürmüyorum; ama bu tedbirlerin işçilerin yaşama şartlarını daha iyiye götürebileceğini düşünüyorum.”38
Brüksel kongresi, kooperatiflerin sınıf ruhunu koruması ve “ticari zihniyet”le yozlaşmasını engellemek için prensipler belirlemiş ve sonuç belgesinde şu kararı almıştır:
“Kongre en iyi kooperasyon tarzı hakkında varılmış kararların benimsenmesini her çareye başvurarak sağlamak amacıyla, Enternasyonal Derneği üyelerinin, her çeşit kooperatif topluluklara girmesini istemektedir.”39
Bu alıntıları yapmamızın amacı, kooperatif fikrinin işçi sınıfı hareketinin ilk yıllarında oldukça ciddi bir gündem maddesi olduğuna dikkat çekmektir. Enternasyonal’de “kooperatifler yoluyla sosyalizmi kurma ve emeğin kurtuluşunu gerçekleştirme” fikrini reddeden (başta Marx olmak üzere) çok sayıda unsur olmasına rağmen, kooperatif fikrinin işçi sınıfının hem yaşam koşullarını iyileştirme, hem de alternatif bir üretimin mümkün olabileceğini gösterme açısından desteklenmesi oldukça önemli ve anlamlıdır.
Diğer örgütsel biçim olan sendikalar ise gene Enternasyonal’in gündemine gelmiştir. Özellikle İngiltere’de kurtulmaya başlanan (Londra Meslek Konseyi gibi) sendikalar Fransa ve diğer ülkelerde de yayılmaya başlamış, işçilerin hakları için kullanılan mücadele yöntemleri ve bu arada grev konusu UED içinde tartışılmıştır. Dernekteki Proudhon’cular “sınıf çatışması üzerinden sosyalizme varma” fikrine karşı oldukları için grev yöntemine karşı çıkarlar; ancak grev fikri Enternasyonal’de bir yöntem olarak benimsenir. Daha mühimi ise, işçilerin günlük haklarını elde etmek için kurulmuş olan sendikalara, Enternasyonal’in biçtiği işlev ve benimsediği prensiplerdir. Sendikalar “emek ve sermaye arasındaki günlük mücadele için kesinlikle vazgeçilmez olmakla birlikte çok daha önemli olan diğer yönleri ücretli emek sistemini dönüştürmenin ve sermayenin diktatörlüğünü yıkmanın araçları olmasıdır”40. 1866’daki Cenevre Kongresi’nde şu karar alınmıştır:
“..b) Trade-union’ların (sendikaların) şimdiki halleri: Trade-union’lar bizzat kapitalist sisteme karşı kendi güçlerini yeteri kadar anlamış değillerdir. Bununla birlikte şu son zamanlarda büyük tarihi görevlerini fark etmeye başlamışlardır.
- c) Gelecekleri: Sermayenin can sıkıcı manevralarına karşı kesin tepkilerinin eseri bir yana, şimdi işçi sınıfının köklü bir özgürlüğe kavuşmasının büyük amacı içinde bilinçle örgütlenme yuvaları olarak hareket etmelidirler. Bu yönde olan her sosyal ve politik eyleme yardım etmek zorundadırlar.”41
UED’de sendikalar ve kooperatiflere ilişkin bu tarihsel bilgileri verdikten sonra, çalışmamızın asli amacı olan bugüne, bu olguların bugünkü mücadelede örgüt ve siyaset anlayışına olan yansıma ve olası katkılarını tartışmamız gerekiyor. Önce üç soru soralım:
- Sınıfın bu iki asli örgütlenme biçimlerinden birinin, kooperatiflerin zamanla eriyip gitmesi ve sendikaların (parti dışında) tek örgütlenme şekli haline gelmesi doğal ve kaçınılmaz mıydı?
- O günden bugüne sınıfın yığınsal mücadele aracı olan sendikaların bugün varılan noktada başta saptanan misyonlarına, yani “ücretli emek sistemini sona erdirme” amacına uygun yapılar olduğu söylenebilir mi?
- Yönetiminde ister sosyal demokratlar, ister komünistler olsun, toplu iş sözleşmesi ve ücret artışı fonksiyonu ile tanımlanmış bir sendikacılığın sosyalizm mücadelesindeki yeri, artıları ve eksileri nelerdir?
Önce birinci sorudan başlayalım. Kooperatifleri önemli bulmakla beraber siyasal iktidarı ele geçirme vurgusunu yapan Marx’tan ve bu vurguyu temel hedef olarak tanımlayan Lenin’den sonra, bu vurguların ışığında şekillenen mevcut Marksist kavrayış dünyamızda bu konuya ilişkin genel kanı “bu tarzda kooperatiflerin asla işlevli olamayacağı, kapitalist saldırılar karşısında ayakta kalamayacağı,” yönündedir ve “zaten ayakta da kalamadılar” pratik gerçeği ile de bu kavrayış tamamlanmaktadır.
1980 sonrası başlayan neoliberal saldırı karşısında işçilerin kendi kazanımlarını koruyabildiği tek tük örnekler olup daha sonra cazibe kazanan “işçiler tarafından yönetilen işyerleri” konusunda başarılı bir çalışma yapan İtalyan sosyalist Bruno Jossa bu sorudaki kooperatif-sendika ikilemini, hatta karşıtlığını tarihsel süreç içinde inceleyerek ilginç sonuçlara varmıştır. Jossa bu iki biçim arasındaki eşitsiz gelişmeyi (kapitalist saldırının yanı sıra, belki de onun ötesinde) şu iki faktörle açıklamıştır: Birincisi, işçiler açısından, Üretim Kooperatifleri kurmak, sendikalara kıyasla daha karmaşık ve daha maliyetli bir çözümdür. Daha karmaşıktır, çünkü belli bir üretimi yönetmenin bilgisini ve o üretimi yönetme kararlılığını içermek zorundadır. Daha maliyetlidir, çünkü bir kooperatif kurmak her şeyden önce bir maddi kaynağı zorunlu kılar. Bu kaynak üye işçi aidatlarına sahip sendikaların elinde zar zor mevcuttur, çoğu zaman eldeki kaynaklar yeterli değildir (kooperatif fikrinin şampiyonu olan Proudhon’un projesinde işçilere sıfır faizli kredi veren bir “Ulusal Kredi Bankası” fikrinin yer alması bir tesadüf değildir). Sendikal mücadele için ise ne üretim bilgisine, ne üretimi ayakta tutma kararlılığına, ne de bir maddi kaynağa ihtiyaç vardır. Dayanışmayı sağlam tutup direnmek yeterlidir.
İkinci faktör ise daha anlamlı ve uyarıcıdır: Sendikalar, kooperatif fikrine sıcak bakmamakla kalmamış, açıkça karşı tavır almıştır. Sebep ise aşikardır: Bir üretim kooperatifinde, yani sadece üretimin değil, ücretlerin de işçiler tarafından birlikte saptandığı ve uygulandığı bir birimde sendikaya yer yoktur! Kooperatif, sendikayı açıkça gereksiz kılmaktadır.42 Bu iki olgu, kooperatifler kapitalist Pazar içinde yok olup giderken, işçilerin (parti dışında) yegâne örgütünün sendika olması gerçeğinin ardında yatan, yukarda zikrettiğimiz “kapitalistlerin saldırıları”nın yanı sıra etkili olmuş diğer olgulardır.
Bu durum bizi ikinci sorumuza götürmektedir: Sendikalar, mevcut tanımlı işlevleriyle “ücretli emek sistemini yıkma” idealine hizmet edebilirler mi? Cevap net olarak “hayır”dır. Sendikalar bu sistemi yıkamaz, zira bizzat varlık sebepleri bu ücretli emek sisteminin kendisidir. Fabrikaların mülkiyetinin özel şahısların elinde olması ve kendilerinin de o özneleri zorlayıp daha iyi ücret (ama ücretli emeğin kalkması değil!) almaları onların tanımlı ve belirleyici işlevleridir. Gramsci sendika örgütlenmenin negatif yönlerine şu şekilde dikkat çekmiştir:
Sendikanın asli doğası rekabetçidir, komünist değildir. Sendika toplumu radikal şekilde değiştirmenin aracı olarak işlev göremez. Sendika proletaryaya sanayi meselelerinde becerikli bürokratlar ve teknik uzmanlar temin eder, ama proletarya iktidarının temeli olamaz.43
Neoliberal saldırının tüm dünyada (ve çok daha vahşice de Türkiye’de) sendikaları yok etmeye ve etkisizleştirmeye yöneldiği bir momentte, sendikayı bir kurum olarak eleştiren bu fikirler burjuvaziye mi hizmet etmektedir? Elbette hayır. Önce şunu net koyalım: Sadece düzgün bir ücret için mücadele eden ve işlevi bununla sınırlı bir sendikacılık dahi bugün Türkiye’de hala geçerlilik kazanmamış ve uğruna mücadele edilmesi gereken bir hedef durumundadır. Türkiye’de sosyalistlerin sendikal örgütlülüğü yaymak, güçlendirmek için verdikleri mücadele konjonktürel olarak doğrudur, haklıdır, gereklidir. Sorun bu fonksiyon ile tanımlı sendikaların güçlenip işçi sınıfının içinde yaygınlaşmış yegâne yapı olduklarında ortaya çıkmaktadır. Bugün sendikaların güçlü ve köklü oldukları Avrupa ülkelerinde ve ABD’de bu geleneksel biçim yıpranmakta ve güç kaybetmektedir. Bu da bizi yukardaki üçüncü soruya, sosyalizm mücadelesinde sendikaların yeri ve etkileri konusuna götürmektedir.
Sendikalar, işçilerin siyasi örgütlenmelerinden önce ve onun dışında oluşmuş yapılar olup, sonradan oluşan sosyalist partilerin önüne kooperatiflerin gerilemesiyle birlikte tek yığınsal işçi örgütlenmesi olarak, bir fiili durum olarak çıkmış, Marksist partiler (geçmişin sosyalist, bugünün komünist partileri) fiilen bunlarla yaşamak ve mücadeleyi örgütlemeyi kabullenmek durumunda kalmıştır. Başka bir deyişle kendi paralelindeki sendikalar her Marksist parti için bir tür doğal “habitat” haline gelmiş ve kendilerini işçi kitlelerine bağlayan ana kanal olarak parti politikalarında belirleyici olmuştur. Bu “ana kanal olma” olgusu, tüm yığınsal işçi partilerinde (sosyal demokrat veya komünist) sendikaları belirleyici kılmış, sendikaların kabul etmediği hiçbir politikayı partiler hayata geçirememiştir. Böylesine etkili olan bir kanalın yukarda da vurguladığımız gibi kapitalist ücretli emek sistemine olan göbekten bağımlılığı, sendikaları işçi partilerini (gene: hem sosyal demokrat hem de komünist) sağa çekebilen bir faktör olmasına yol açmıştır. İlerde de göreceğimiz gibi, örneğin 1900’lerin başında Alman Sosyal Demokrat Partisinin Sudekum gibi en sağ kanat önderlerinin sendikal yapının temsilcileri olması bir tesadüf değildir.
Bu somut olgulardan çıkarılması gereken sonuç “sendikaları reddetmek veya yok saymak” değildir, olamaz. Tüm dünyada neoliberal saldırının dağıtmak ve atomize etmek istediği işçi sınıfı örgütlülüğünde sendikalar hala önemli ve korunması gereken birer mevzidir; daha iyi ücretler için mücadele hala kapitalizme karşı yürütülen topyekûn mücadelenin önemli bir bileşenidir. Ancak kapitalizmi aşmak için sendikaları yeni bir anlayışla ele almanın gerekliliği de son derece nettir. Birinci Enternasyonal’in bu konudaki vurgusunu ortaya koyduktan sonra, İkinci Enternasyonal ve Komintern geleneğinde sendikaları ele alacağız ve sonra 21. yüzyılda yeni bir sendikal anlayışın temellerini ortaya koymaya çalışacağız. Bu konuda ilerde açmak üzere 3 temel yaklaşımı not edelim ve geçelim:
- Sendikalar merkeziyetçiliği asgariye indirerek taban irade ve inisiyatifini azami gözeten ve yansıtan yapılar haline gelmelidir.
- Sendikalar, sadece kendi iş kolu ve fabrikalarıyla sınırlı olmayan, ilgilendikleri üretim dalı ile ilgili tüm diğer toplumsal kesimleri (memurlar, kadınlar, mühendisler, kent sakinleri, işsizler…) kapsayan bir perspektifle, özellikle bugün ABD ve Avrupa’da filiz veren bir “toplumsal mücadele sendikacılığı” mantığı ile mücadeleyi sürdürmelidir.
- Sendikalar, işçilere “üretimi bir bütün olarak anlamaya ve onu yönetmeye talip olabilecek bilinç ve bilgiyi vermeyi” hedeflemelidir.
Dip Notlar
22 History of the First International, s.48
23 A.g.e s.49
24 A.g.e. s.383
25 A.g.e. (s.14)
26 A.g.e. S.21
27 A.g.e. S.37
28 A.g.e. S.85
29 John Molyneux, “Marksizm ve Parti”, Belge Yayınları, 1991, İstanbul, s.72
30 “History of the First International”, s.104
31 Jacques Duclos, “Birinci Enternasyonal”, Sorun Yayınları, İstanbul, 1998, s.78
32 Bu konuda ABD’li ilerici akademisyen Evelyne Huber’in “İşçiler Olmasaydı Demokrasimiz Olmazdı” (Without Workers, We Wouldn’t Have Democracy” makalesi son derece öğreticidir:
https://jacobin.com/2019/01/capitalism-democracy-workers-movements-unions?fbclid=IwAR0aWcCEVn1-Y6UIMKkLr3vf4NuJgnGj0qAfvzgxrZFXJvShcGLhWyO2-3I
33 G.M. Steklov bir Bolşeviktir. Muhtemelen Troçki-Zinovyev’in “Sol Muhalefet” yanlısı olduğu kimi vurgularından bellidir (“Tek Ülkede Sosyalizm” anlayışının egemen olduğu 1927’de hala “dünya devrimi”nin gerekliliğinden bahsetmektedir) 1937 Büyük Tasfiye sürecinde (1938’de) hüküm giymiş ve 1941’de kampta dizanteriden ölmüş, 1956’da itibarı iade edilmiştir.
34 History of the First International, S.395
35 A.g.e. S.58
36 Marx’tan aktaran Bruna Jossa, “Managing The Cooperative Enterprise”, Elgar Publishing, 2020, s.66
37 “Birinci Enternasyonal”, s.58
38 A.g.e. s.95
39 A.g.e s.111
40 “History of the First International”, s.84
41 “Birinci Enternasyonal”. S.59
42 Bruna Jossa, “Managing The Cooperative Enterprise”, Elgar Publishing, 2020, s.53
43 Gramsci’den aktaran Bruna Jossa, “Managing The Cooperative Enterprise”, Elgar Publishing, 2020, s.54
Bir Örgüt ve Siyaset Deneyine Bugünden Bakmak: Birinci Enternasyonal (1.Bölüm)
Bir Örgüt ve Siyaset Deneyine Bugünden Bakmak: Birinci Enternasyonal (2.Bölüm)