Bir Örgüt ve Siyaset Deneyine Bugünden Bakmak: Birinci Enternasyonal (1.Bölüm)
Birinci Enternasyonal’in (Gayrı Resmi) Kuruluş Öyküsü:
Louis Bonaparte’ın Politik Gafı
Çalışmamız ayrıntılı bir tarih anlatımı olmamakla birlikte, bir örnek olarak önem taşıdığı için resmi tarihlerde çok dile getirilmeyen bir noktayı bilince çıkarmak istiyoruz. UED’nin 1862 yılında bir Fransız işçi delegasyonunun İngiltere’ye giderek İngiliz işçileriyle Londra’daki Saint Martin’s Hall’da gerçekleşen tarihi buluşma ile başladığı bilinmektedir. Asıl soru, Fransız işçilerinin niçin ve nasıl İngiltere’ye gittiğidir.
İşin aslı, Fransız işçi delegasyonunu İngiltere’ye yollayanın İmparator 3. Napolyon (Louis Bonaparte) olmasıdır. Kendi ülkesinde burjuvazi ile ekonomik sebeplerden kaynaklanan bir siyasi gerilim yaşayan 3. Napolyon, toplumdaki siyasi desteğini sağlama almak için işçi sınıfına bir “mavi boncuk” yollamak istemiş, bu amaçla İngiltere’de yapılan Uluslararası Fuar münasebetiyle bir Fransız işçi delegasyonunun İngiltere’ye giderek ve İngiliz işçileri ile görüşerek emekçilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi için fikir alışverişinde bulunmalarını istemiştir. Saint Martin’s Hall’daki buluşmanın fiili arka planı budur. Ancak iş bundan sonra farklı ve öngörülemeyen bir rota izlemiş, “yaşam koşullarının iyileştirilmesi” konusunda son derece dolu ve kararlı olan işçiler kısa zamanda radikal aydınlara yönelmiş, bu inisiyatif ile kurulan UED tüm kıtada ve dünyada işçi ve emekçi sınıflara kurtuluşun yolunu gösteren ve statükoyu sarsan bir güç haline gelmiştir. Bu öngörülememiş sonuç için sonradan burjuvazi saflarında duyulan pişmanlık büyüktür: Dönemin işçi düşmanı, ancak basiretli Paris Emniyet Müdürü şunları söylemiştir:
“Böyle bir yolculuğa izin verildiğini görmektense ülkede emek örgütlenmesi aleyhine olan tüm kanunların geri çekilmesini dahi tercih ederdim.”9
UED’in kuruluş öyküsü bir anlamda 1961’de Türkiye’de “düzene saygılı ve uslu” bir işçi partisi olarak kurulmasına izin verilen TİP’in kısa zamanda sosyalist aydınlarla birleşerek düzeni sarsan bir güç olmasına benzemektedir. Büyük örgütsel atılımlar, bazen burjuvazinin öngörüsüzlüğünden, basiretsizliğinden yararlanarak da gerçekleşebilir. UED’in devrimci bir güç olmasındaki kilit unsur ise (tıpkı Türkiye’de olduğu gibi) sosyalist ve radikal aydınlara yönelmesidir. Bu aydınların başında ise, emek konusundaki yoğun çalışması ve eseriyle tanınan Karl Marx gelmektedir.
Birinci Enternasyonal’in Özgüllüğü:
Değişik Sosyalist Akımların Bir Araya Geldiği İlk (Ve Son!) Örgütlenme
Bunun üzerinde durmak ve bu olguyu somut gerçekliği üzerinden algılamak önem taşımaktadır. İşçi sınıfının hem ekonomik hem siyasi mücadelesini örgütleme, sınıfı toplumsal-siyasal bir güç haline getirme misyonuyla kurulan 1.Enternasyonal’de hepsi kapitalizmi aşmayı ve emekten yana bir toplum kurmayı hedefleyen değişik sosyalist akımlar mevcuttu. Marx ve Engels’te somutlaşan ve Almanya’da belli bir tabanı olan Marksist akım, işin içinde ciddi bir ağırlığı olan ve ihtilalci bir perspektifi olmasa da kapitalizmi aşmak isteyen İngiliz işçi hareketinin temsilcileri ve sendikacılar, Fransa’da önemli ağırlığı olan Proudhon’cular, daha sonra katılarak belli bölgelerde mühim bir güç elde edecek olan Bakunin’ci anarşist akım, öte yandan açıkça sosyalist olmamakla birlikte ona sempati duyan ve cumhuriyetçi ve bağımsızlıkçı bir karakter taşıyan Garibaldi gibi önderler, hepsi UED’nin ana gövdesini oluşturan değişik akımları temsil etmekteydi. Bu akımlar, davasını temsil etmek iddiasında ve kararlılığında oldukları işçi sınıfının çıkarlarını savunmak ve geliştirmek için birlikte çalıştılar, birlikte kararlar aldılar ve mücadele ederek işçi sınıfına önemli kazanımlar bıraktılar.
Bu resimde iki noktayı vurgulamak önemlidir. Birincisi bu akımların hepsi somut bir güce dayanıyor ve Avrupa işçi hareketinde maddi bir gerçekliğe karşılık düşüyorlardı. Başka bir deyişle, ülkemizdeki “sol birlik platformları”nda olduğu gibi herhangi bir maddi ağırlığı ve gerçekliği olmayan XX örgütünün itirazları için saatlerce tartışmak UED’de söz konusu olmadı. İkincisi ise her biri ülkesinde veya kıtada belli bir ağırlığı, sınıf içinde belli bir somut gücü ve eğilimi temsil eden bu akımlar (bu yazının sonuna doğru aktaracağımız nihai kriz dışında) birbirleri ile anlaşmaya, ortak tavır geliştirmeye, konsensüs yaratmaya ve sınıfın davası için “kırmızı çizgileri”ni esnetmeye açık birer tavır sergilemeyi başardılar.
Örnekler ilginçtir. İşin başında önemli bir önder rolü olan Marx, Proudhon’un aşağıda ayrıntılarını aktaracağımız “toplumsal yapıyı ekonomik tedbirlerle dönüştürme” projesini reddetmekle birlikte UED’in ilk 2 kongresinde Proudhon’cular (tabanları dolayısıyla) belli bir ağırlık taşıdılar ve bu kongrelere damgalarını vurdular. Bu çerçevede, tamamıyla Proudhon’cu bir önerme olan “işçi kooperatifleri için bir Kredi Bankası kurma” teklifi kabul edildi. Muhtemelen Marx, gönülsüz de olsa çok anlamlı bulmadığı, ama en azından kendisinin de desteklediği işçi kooperatifleri projesine faydası dokunabilir diye bu karara ses çıkarmadı.
Bir diğer “kırmız çizgileri esnetme” örneği bu sefer Proudhon’ların aleyhine tecelli etti. Bu akımın aşağıda açıklayacağımız gibi net bir “kırmızı çizgisi” olan “işçi sınıfının politik mücadeleye katılmaması” fikri 1871 Londra kongresinde reddedildi, işçi sınıfının kendi ekonomik ve toplumsal çıkarları için politik mücadeleye katılmasının gerekli olduğu kararı çıkarıldı. Prodhon’cular, çok istekli olmamakla birlikte tüm kıtanın işçi temsilcileri tarafından desteklenen bu ortak kararı kabullendiler10. Her iki durumda da “bu karar çıkarsa biz yokuz” gibi (onlarca yıldır pek aşina olduğumuz türde!) bir tavır asla geçerli olmadı.
Dünya işçi ve sosyalist hareketleri tarihinde ilk ve son kez gerçekleşen bu çok sesliliğin ve mutabakat-konsensüs ruhunun üzerine bir kez daha düşünmek yararlı olabilir. Akla ilk gelen yorum şu olabilir: “Bu çok sesli durum işçi hareketinin ilk emekleme yıllarının ve politik-teorik olarak az gelişmişliğinin ürünüdür. Ancak tek bir bilimsel görüş olan Marksizm sonraları işçi hareketine egemen olunca böyle bir “çok seslilik” sorunu ve onu sürdürme ihtiyacı ortadan kalkmıştır”. Bu görüşün yanlışlığını ve yüzeyselliğini anlamak için günümüz dünyasındaki sosyalist çeşitliliği müşahede etmek yeterlidir. “Marksizmin (ya da yıllar sonra Marksizm-Leninizmin) egemen olması” hiçbir zaman görüş çeşitliliğini ve çok sesliliği ortadan kaldıramamıştır. Günümüzde “tek ve bilimsel görüş” olarak kabul ettiğimiz Marksizm adına ortaya çıkan ve değişik ülkelerde belli bir ağırlığı olan akımları gözümüzün önüne getirelim: Geleneksel sovyetik KP çizgisi, Maocu çizgi, kendi içindeki varyantları ile Troçkist çizgi, gerilla savaşı ve silahlı mücadele geleneğinden gelen devrimci “hareket” tarzı örgütlenmeler, Avrupa’da sermayenin ciddi bir tehdit olarak gördüğü sol sosyal demokrat güçler, “sosyalizmi” benimseyen ekolojist ve feminist örgütlenmeler…vs. Sosyalist görüşlerin çeşitliliği ya da çeşitlenmesi, işçi sınıfının siyasi hareketinin kaçınılmaz yazgısıdır. Bugün için yukarda zikrettiğimiz akımlar, gerçekleşecek mucizevi bir devrimle tekleşip birleşseler dahi (ki bu pratikte imkansızdır) bu “yeni ve tekleşmiş” çizginin dahi hayatın ve toplumsal gelişmenin karşımıza çıkaracağı sayısız yeni durum ve yeni sorun karşısında içinde farklılaşmalar üretmesi kaçınılmazdır.
Bu çeşitliliği “tek doğru bir çizgi, ve onu yanında N tane yanlış çizgi” diye algılamak da mümkündür ve (ne yazık ki) bugün dünya soluna egemen olan bakış açısı budur. Gerçekten de bu çeşitli akımlar arasında (tıpkı UED’deki Marx’ın çizgisi gibi) tek bir tanesi en doğru ve diğerleri de değişik oranlarda yanlışlar barındıran çizgiler olabilir. Ancak bu durumda dahi, açıkça düşmanla iş birliği (2.Enternasyonal’in müflis liderleri gibi) ve mücadelenin önünü tıkama ya da ona açık darbe vurma tavrı geçerli olmadıkça, anlamlı bir emekçi tabanını temsil ederek mücadeleye samimi bir devrimci katkı yapma niyeti ve iradesi geçerli oldukça, yapılması gereken tüm farklılıkları “düşman” ilan etmek değil, farklılığı sınıfın çıkarları için mümkün olduğu kadar yönetmektir. Doğru olan politik tavır budur; Marx’ın da uzun bir süre yaptığı bu olmuştur.
Ortak mücadele için farklılıkları yönetmek sadece bir hoşgörü, nezaket, esneklik ve iyi niyet konusu değil, devrimci politikanın doğru kavranmasına yönelik bir netlik konusudur. Sınıfın kısa, orta ve uzun vadeli siyasi çıkarlarını başa koymak yerine “bir teoriyi egemen kılmak”, teoriyi mücadelenin bir aracı olarak değil bir varlık sebebi, tüm toplumsal mücadeleyi de “kutsal” bir teorinin bir yansıması olarak gören sübjektivizm uzun yıllar ve hala sosyalist harekette etkisini koruyan bir çarpıklıktır ve hem geçmişte hem de bugün sosyalist mücadelenin hem tek örgüt içinde, hem de dışında olmazsa olmazı olan “farklılıkları yönetebilme yeteneğine” ciddi darbe vuran bir unsur konumundadır.
Proudhon Ve Blanqui’ye Yeniden Bakmak
O dönemin diğer sosyalist akımları olan Proudhon’culuk ve Blanqui’ciliğe, bugün yaşanan 100 yıllık deneylerin sonrasında yeniden bakmak bize bugün için faydalı olabilecek ip uçları sunabilir. Önce Proudhon’dan başlayalım:
Proudhon: Bir Projesi Olan Sosyalist
Proudhon, 1800’lerin ikinci yarısında kapitalizmin yarattığı sömürü, sefalet ve baskıya Marx ile eş zamanlı olarak karşı çıkmış, bu yönde bir teori ve eylem geliştirmiş, bir dönem Marx ile de yakın ilişki kurmuş bir sosyalisttir. Produhon’culuk tarih içinde egemen akım haline gelen bizim Marksist anlayışımız tarafından mahkûm edilmiş ve bir anlamda tarihe gömülmüş olabilir. Ancak bu tartışmayı ve onun argümanlarını yeniden hatırlamak, bugün bir güncel görev haline gelen sosyalist eylem ve örgütlenmeyi geliştirme ve yenileme görevimize ışık tutacak ip uçları sunabilir mi? Bakalım:
Proudhon’un temel yanlışı, siyasal iktidarı ele geçirmeye gerek olmaksızın toplumda bir sosyal ve ekonomik dönüşüm gerçekleştirme beklentisidir. Bugün bu yaklaşımın geçersizliğini görmek ve anlamak çok kolaydır. Buna rağmen Proudhon, Fransa gibi bir “siyasal devrimler diyarı”nda işçi hareketi üzerinde uzun süre etkili olmaya devam etmiş ve bu etki sadece UED’e değil, daha sonra göstereceğimiz gibi Paris Komünü’nde de sürmüştür. Bir siyasal devrim yerine Proudhon bir sosyal ve ekonomik düzen tasarlamış, siyasal iktidara hiç dokunmadan bu sosyo-ekonomik düzenin işçilerle birlikte inşa edilebileceğini savunmuştur. “Mutuellisme” (“mutuel=karşılıklı, mutuellisme = karşılıklılık yanlısı olma) adını verdiği sistemi 1848’de yazdığı Devrimci Program (“Programme Révolutionnaire”) da ayrıntılı olarak açmıştır. Buna göre işçiler (o sırada İngiltere’de de yaygınlaşmaya başlayan) kooperatif tarzı üretim işletmeleri kuracak, kendi aralarında kağıt parayı ortadan kaldırarak karşılıklı (mutuel) ürün değiş tokuşu yapacaklar, bu konuda işçilere destek olmak için bir Kredi Bankası kurulacak, siyasi iktidarı yıkmaya yönelik bir niyet ve düşmanlık olmadığı için ilgili yasalar hükümetten talep edilecek, ekonomi içinde yaygınlaşması beklenen bu “karşılıklı” ekonomik ilişkiye (onlara da ciddi avantajlar sunduğu için) özel işletmeler de dahil edilerek gelir dağılımı dengelenecek, zorla bir “mülksüzleştirme” ve siyasi iktidarı “yıkma” olmadan üretken ve adaletli bir toplum kurulacaktır. Onu klişe sözü “mülkiyet hırsızlıktır” olmasına rağmen Proudhon pratikte asla keskin bir mülkiyet düşmanı olmamış, programında mülkiyetin korunarak mutuel bir toplumda toplumun bütünü için yararlı hale getirilebileceğini savunmuştur.11
Öncelikle imkansızlığı aşikâr dahi olsa bu projesiyle Proudhon’a bir “ütopik sosyalist” demek yanlış olur. Saint-Simon, Fourier ve Owen gibi ütopik sosyalistlerin sözde “projeleri” sadece yüzeysel temennilerden ibaret olmasına karşın, Proudhon kendi projesi üzerine ayrıntılı şekilde çalışmış, yer yer anlamlı ekonomik gösterge ve unsurlarla onu desteklemiş, sonuçta “ütopya” denmesi zor olan son derece ayrıntılı bir toplumsal ve ekonomik düzen fikrini daha sonraki eserlerinde daha da derinleştirmek üzere geliştirmiştir.
Proudhon’un bizim Marksist siyasi mücadele yaklaşımımızla çatışma içinde olduğu üç ana nokta vardır. Şunları savunmaktadır Proudhon:
- Devlet iktidarını ele geçirerek ve onun üzerinden sosyalizmi kurma fikri yanlıştır. Devlet de tıpkı kapitalist sömürü gibi ortadan kaldırılması gereken bir aygıttır; devlet üzerinden bir toplumsal düzen kurma fikri otomatik olarak yeni bir despotizme götürür.
- Siyasi iktidarın işçi sınıfı tarafından devrim yoluyla ele geçirilmesi fikri de yanlıştır. İşçi sınıfı toplumu ve ekonomiyi dönüştürecek bir programa yoğunlaşmalıdır.
- Bu açıdan, işçi sınıfının günlük anlamda siyasetle ilgilenmesi, siyaset sahnesinde diğer unsurlarla (kralcılar cumhuriyetçiler, bonaparte’çılar..vs) bir oyuncu olarak yer alması gereksizdir.
Proudhon’u karakterize eden bu üçlü nefrete, “devlet”, “devrim” ve “siyaset” düşmanlığına gülüp geçmeden önce onun argümanlarını bilmekte yarar vardır. Siyasal iktidarın ele geçirilmesine niçin karşı olduğunu özetle şöyle açıklar: “1789’dan beri 1830, 1832, 1848’de defalarca siyasi iktidarı ele geçirmek için yapılan ayaklanmalara işçiler ve emekçiler katıldı, canlarını verdiler, HİÇBİR ŞEY elde edemedik. Bunların hepsinin sonunda sömürücü sınıflar geldi ve canını veren işçi sınıfının üzerine çöreklendiler. Sonra verilen oy hakkı ve seçimler ise sonunda burjuvazinin kazandığı bir tiyatro olmaktan öteye gidemedi. Siyasal iktidarı ele geçirmek bir çözüm değil; asıl olan toplumun ekonomik ve sosyal yapısını, kodlarını değiştirmektir. Bu olmadan hiçbir kurtuluş mümkün değildir”.12 Bu fikir, yani nihai kurtuluş için toplumun sosyal ve ekonomik dönüşümünü temel alma fikri yanlış değildir, sorun bu dönüşümün nasıl gerçekleşeceğidir.
Bu bizi birinci argümana, “devlet üzerinden sosyal-ekonomik dönüşümü gerçekleştirme” fikrine olan düşmanlığına götürmektedir. Haklı olarak “komünist program” adını verdiği bu programa Proudhon iki açıdan karşı çıkmaktadır:
- Üretime müdahale eden bir devlet, ekonomide verimliliği yok edecektir.
- (en önemlisi) Böylesi “tam yetkili ve güçlü devlet” kaçınılmaz olarak yeni bir despotizmden başka bir şey olamaz. İster monarşi, ister cumhuriyet olsun, devlet aynı şeydir, bir baskı aracıdır.13
Bugün bizler siyasal iktidarı ele geçirmenin zaruretine ve bir devletin (geçici) gerekliliğine inanmakla birlikte, 100 yıllık sosyalist iktidar pratikleri ele alındığında (hem ekonomik verimsizlik, hem de kabuklaşan devlet) Proudhon’un her iki argümanında da hiç de tümüyle yanlış olmayan bir gerçekliğin izlerini görmek mümkündür.
Üçüncü argüman ise, Proudhon’un en çürük argümanıdır. 1789’dan beri emekçileri kullanan ve manipüle eden, en son 1848’de önce onunla birlikte olup sonra onu acımasızca ezen burjuva Cumhuriyetçiliğine olan nefreti bu tavrın temelindedir; ve bu sebeple onun taraftarları UED’e kimi sol Jakobenlerin ve tanınmış cumhuriyetçilerin girmesine sert muhalefet etmiştir. Ancak madalyonun öbür yüzü gerici siyasal iktidarla uzlaşmadır. “Kesinlikle siyasetle uğraşmayacağız ve cumhuriyetçilerle ilişki kurmayacağız” yemini etmiş bir akıma İmparator Louis Bonaparte’ın da “dokunmayacağı” açıktır; hatta mantığı tersine çevirirsek, belki de bu “politika düşmanlığı” iktidarın şimşeklerinden kurtulup düzen içinde “uslu” bir sosyal çalışma yapmanın garantisi olarak benimsenmiş ve sürdürülmüştür. Dolayısıyla bu “siyaset yapmama” tavrında burjuva cumhuriyetçiliğine alet olmama hassasiyetinin yanı sıra “imparatoru ve onu polisini kızdırmama” korkaklığı da aynı anda var olmuş, sonunda da Komün esnasında dürüst Proudhon’cular mücadeleye devam ederken bu “sağ kanat” diyebileceğimiz Produhon’cular Versailes ile anlaşmıştır.
Ancak daha sonrası ilginçtir. Proudhon ömrünün sonuna doğru işçi sınıfının siyaset yapmasının gerekliliğini kabul etmiş ve bu fikrini içeren eseri (İşçi Sınıflarının Siyasal Kapasitesi Üzerine (“De La Capacité Politique des Classes Ouvrières”) ölümünden kısa süre sonra basılmıştır. Bu kitapta Proudhon işçi sınıfının siyaset yapmasını gerekli olduğunu kabul etmiş, ve (bizlere “aklı yolu birdir” dedirtircesine) bugüne de uzantısı olan ilginç görüşler geliştirmiştir. Proudhon “sınıfın siyasal kapasitesi” dediği olgunun 3 unsurdan oluştuğunu belirtmiştir:
- Bilinç
- Fikir (yani geleceğe yönelik bir toplumsal proje)
- Somut pratik çözümler 14
Özellikle siyaset yapmak için sınıfın sahip olması gereken “bilinç”i Proudhon şu
şekilde tanımlamıştır:
- Sınıfın kendisi hakkında
- Devletle olan ilişkisi hakkında
- ve toplumun diğer tabakalarıyla olan ilişkisi hakkında bilinç. 15
Burada Lenin’in yıllar sonra yapacağı siyasi bilinç tanımının, yani ekonomik bilincin ötesinde işçilerin sadece kendi ekonomik yaşantılarının değil, devletin ve toplumun tüm diğer tabakalarının bilgisini de kapsaması gereken siyasi bilinç tanımının oldukça benzerini görüyoruz. Fransa özelindeki değişik sosyalist ekolleri sayan Proudhon, işçi sınıfının bunlardan esinlenmekle birlikte bunların hiçbirini kendine “efendi” yapmadığını, kendi inisiyatifiyle yola devam edeceğini söyler ve sınıfın bir bütün olarak iradesine olan güvenini dile getirir.
Proudhon’u da kendi argümanlarıyla anlamaya çalıştığımız bu çalışmada bugüne ışık utacak yegane olgu, bu düşünürün sınırsız bir devlet iktidarı ile sosyalizmi kurmanın handikapları üzerine yaptığı uyarılardır; bunlar da zaten günümüzde (Proudhon’a ihtiyaç olmaksızın) sosyalistlerin üzerinde yoğunlaştıkları, yoğunlaşmaları gereken bir konu durumundadır.
Buna karşılık Proudhon’un o dönemde sahip olduğu etkinlik göz önüne alındığında, bugüne ışık tutması gereken başka bir özelliği de görmemiz gerekmektedir. O da Proudhon’un geleceğe yönelik (belki bilimsel olmayan, siyasi açıdan temelsiz) ama somut ve üzerine düşünülmüş bir projesi olmasıdır, ve bu onun işçiler nezdinde en büyük avantajıdır. Bilindiği gibi Marx, sosyalizmi savunurken geleceğe yönelik, sosyalizm projesinin alacağı biçim konusunda hiçbir öngörüde bulunmamış, hatta bilimsel olmamakla eleştirdiği ütopik sosyalistlerle aynı tarafa düşmemek için böyle bir öngörüden bilinçli olarak kaçınmıştır. Söylediği tek somut şey “birleşmiş üreticilerin birlikte yönettikleri bir toplum” formülünden (ya da ifadesinden) öteye gitmemiş, daha fazla öngörünün saçma ve gerici sonuçlara yol açacağını dahi iddia etmiştir. Marx’ın bu “bilimsellik adına” hiçbir toplumsal proje geliştirmeme ve buna karşı çıkma tavrı bugün, 21. yüzyılda kesinlikle sorgulanmalıdır. Geleceğe ilişkin genel hatlarıyla dahi bir proje geliştirmemenin bilimsellikle, ya da bilimsel olma iddiasıyla hiçbir ilgisi olmadığı görülmelidir. Bilimin, ya da bilimsel olma iddiasındaki hiçbir teorinin işlevi sadece geçmişi ya da bugünü “açıklamak” değildir; gerçekten bilimsel ise geleceğe ilişkin de, çok genel hatlarıyla da olsa bir öngörü ve öneri sunabilmelidir. Fizik bilimi sadece binanın geçen hafta ya da bugün niçin yıkıldığını açıklamaz, aynı zamanda attığımız bir taşın kaç saniye sonra ve nereye düşeceğini söyler, bilimin gücü de bir anlamda budur. Toplum bilimlerinde elbette geleceğe yönelik ayrıntılı, “milimetrik” öngörülerde bulunulamaz, ancak mevcut durumdan hareketle gelecek toplumun ya da bu toplumdaki belli fonksiyonların genel hatlarıyla nasıl yürüyeceğini söylemesi hem mümkündür, hem de gereklidir. Siyasi iktidarın ele geçirilmesi konusunda (haklı olarak) ısrar eden Marx’ın, bu iktidar ele geçirildikten sonra ne yapılacağına, ekonominin ve siyasetin nasıl örgütlenmesi gerektiğine dair tek kelime dahi söylememiş olması bir handikaptır. Bu konuda yegâne öngörüsü Gotha Programının Eleştirisinde söylediği “kapitalizm ile komünizm arasındaki sürecin proletarya diktatörlüğü olduğu” ifadesidir; proletarya diktatörlüğünün “ne olduğu” ve “ne olmadığı” bugün hala tartışıldığı göz önüne alındığında bunun da bir netlik olduğunu söylemek mümkün değildir. “Siyasi iktidarı ele geçirip devlet olacağız” dendikten sonra ne yapılacağına dair hiçbir şey söylememek, doğal olarak Proudhon’un “sosyalist ekonomiyi devlet despotizmi ile kurma” eleştirisine mahal vermektedir; çünkü bu konuda, yani ne yapılacağına dair hiçbir şey söylenmemektedir. Öte yandan bu boşluğun en trajik sonuçlarını ilk sosyalist devrim olan Ekim Devrimi yaşamış, iktidarı alan Bolşevikler sosyalizmin ne olduğu ve nasıl kurulacağına ilişkin hiçbir yönlendirici fikrin olmadığı bir ortamda kafalarını vura vura ve hata da yaparak bir dizi gerekliliği “keşfetmek” zorunda kalmıştır.
Toplumda adaletsizliğin nasıl ortadan kalkacağı ve sağlıklı ve adil bir toplumun nasıl kurulacağına dair Proudhon’un yanlış dahi olsa insanların kafasında sosyalizmi somutlaştıran ve umut veren bir projeye sahip olması Marx karşısındaki en ciddi avantajıdır. Marksizm Proudhon karşısındaki bu dezavantajını, bir sonraki yazıda göreceğimiz gibi Proudhon’un iktidara ilişkin yanılgılarının Paris Komünü’nde iflas etmesi ile gidermiş ve ideolojik önderliği ele geçirmiştir. Ancak sosyalist bir projenin neye benzemesi gerektiği konusundaki boşluk uzun süre devam etmiştir ve bugün reel sosyalizmin yıkılması ile bu soru hala sosyalistlerin gündeminin başındadır; dahası bu soruyu artık “bilimsellik” adına geçiştirme lüksüne hiçbir sosyalist sahip değildir.
BLANQUİ:
“Profesyonel Devrimciliğin” Mucidi
Bir diğer önemli akım da Blanqui ve onun temsil ettiği devrimci çizgidir. Blanqui bir süre Marx ile temas etmekle birlikte UED’e hiç bulaşmamış, genel olarak onun faaliyetlerinin dışında kalmıştır. Buna karşılık o çalkantılı dönemde Fransa’daki devrimci faaliyetleri belli bir önem taşımıştır.
Blanqui, 1789 ile başlayan Jakoben gelenek ile somutlaşan devrimci anlayışın bir anlamda sosyalist hareketteki uzantısıdır. 17 yaşında gizli ve Jakoben geleneğin sürdürücüsü olan Carbonari cemiyetine katılmış, daha sonraları “Jakobenler gibi kulüplerde örgütlenmeliyiz” fikrini geliştirmiştir (kendisine sonradan takılan lakaplardan biri de “küçük Robespierre”dir) Dar ve iyi organize olmuş bir örgütle düzene saldırmak, halktaki tepkiyi ateşlemek, isyanı yükseltmek ve mevcut iktidarı yıkarak ona “devrimciler” olarak el koymak Blankist strateji ve politika anlayışının temeli olmuştur. Sayısız başkaldırı ve barikat savaşı örgütlemiş olan Blanqui bunun için de ağır bir bedel ödemiş, ömrünün 37 yılını hapislerde geçirmiştir. Kendisine verilen en yaygın lakap “L’Enfermé” (Mahpus) olmuştur.
Bizim komünist geleneğimizde Blanqui daha sonra Lenin’de önem kazanacak olan “profesyonel devrimci” kavramının yaratıcısı olarak bir değere sahiptir. Düzenle her türlü bağını koparmış, ölüm dahil en büyük fedakarlıkları göze almış, 24 saatini devrimci çalışmaya adamış bir siyasi kadro olarak “profesyonel devrimci” ve bu tür kadrolardan oluşan bir devrimci örgütlenme Blanqui’nin temel yaklaşımı olmuş, bu kavram daha sonra Lenin’le birlikte komünist geleneğimizde de belli bir değer kazanmıştır.
Blanqui yasal olanaklar izin verdiğinde (1848 sonrası ve 1871 esnasında) Fransa’da devrimci örgütlenmenin en yaygın biçimi olup Jakobenlerden devralınan devrimci “kulüplerde”, olmadığı zaman da gizli örgütlenmelerle birer “savaş örgütü” kurmuştur. Yapılan ilk iş silah ve cephane temin etmek, yeni savaşçılar kazanmak ve bunları sert bir hiyerarşi içinde birleştirmektir. Bizzat kendi not defterinde örgütün değişik üyelerinin savaşçı özelliklerini tek tek değerlendirdiği notlar bulunmuştur:
“iyi – hastalıklı ve yorgun – çok sağlam – ateşli – iyi ama içine kapalı – geveze ve gevşek – pek güvenilir değil – eski asker- çok aktif ve çevresi var …”16
Örgütü sömürüye karşı isyan eden bir örgüt olmasına karşın içinde pek az, hemen hemen hiç işçi yoktur. Proudhon’un toplumsal projesinin işçiler üzerinde ciddi bir etkisi vardır ve “işçileri Proudhon’un peşinden koparmayı” hedeflemekle birlikte bu konuda başarısı son derece sınırlıdır. Genel oy hakkı gibi demokratik özgürlüklere de devrimi baltalayacağı için karşıdır. Devrimler diyarı olarak gördüğü Fransa’nın 1789’dan beri sahip olduğu geleneğe hayrandır; o açıdan Fransız olmayan devrimcilere (bu arada “Prusyalı filozof” dediği Marx’a) karşı küçümseyici bir tavır içindedir. Marx 1861’de ona takdirlerini bildirdiği ve yardım teklif ettiği bir mektup yazmış, Blanqui sade bir teşekkürle cevap vermiştir; ancak UED’e karşı negatif tavrı devam etmiştir. 1868’de yazdığı bir mektupta “UED’in olayların kuyruğuna takıldığı ve kitleler üzerinde yarattığı etki ve birikimin sıfır” olduğunu17 belirtmekten geri durmamıştır.
Bu genel bilgilendirmeyi yaptıktan sonra Blanqui’nin siyaset ve örgütlenme anlayışının bugüne olan uzantısı hakkında 2 noktayı belirtelim.
Birincisi “profesyonel devrimcilerden oluşan ve sert hiyerarşiye dayanan örgüt” anlayışının, bugün dahi bizlerde yarattığı devrimci heyecan ve saygıya rağmen ne denli ciddi savrulmalara açık olduğu görmektir. Böyle bir örgütün temeli “şefler” ve “şeflik sistemi”dir ve bu şeflerin tabandan denetlenmeleri söz konusu olmadığı için her kademede çarpıklıklara açıktır. Örnek vereceğimiz ilk deformasyon “örgütü işçilere açmak” hedefi konulduğunda Blankist örgütün hepsi öğrenci-aydın olan orta kademe kadroları kazandıkları birkaç işçiyi vitrine koyan, dergi müdürlüğü gibi bütün yasal sorumlukları ve riskleri bu işçilerin sırtına yıkıp kendilerini arka planda garantiye aldıkları ve ilk hukuksal saldırıda işçilerin okkanın altına gidip kendilerinin örgütü arka planda yönetmeye devam edecekleri bir plan oluştururlar.18 Bu açıkça ahlaksızlıktı, kaynağı da “kendini toplumun üstünde ve her şeye hakkı olan önder” olarak görmenin yarattığı çarpıklıktı, ve Blanqui bunu görüp şiddetle reddetti. Ancak bizzat Blanqui’nin kendisi çok daha ciddi bir siyasi skandalın hedefi olacaktı.
1848 devriminden 5 hafta sonra Taschereau adlı bir gazeteci devrilen kral Louis Philippe’in İç İşleri Bakanlığına ait olan ve devrim öncesi 1839 tarihli gizli belgeleri yayınlar. Bu belgelerden biri ismi XXXX olarak geçen bir siyasi tutuklunun arkadaşlarına ilişkin İç İşleri Bakanı Duchatel’e şahsen yaptığı itiraflardır ve bütün verilen bilgiler, bu bilgileri bilme şansına sahip olan tek bir unsuru işaret etmektedir: Auguste Blanqui. Olay devrimci çevrelerde bomba gibi patlar ve Blanqui ihanetle suçlanır. Olayı değerlendirmek üzere içinde Proudhon’un da olduğu bir “devrimci jüri” kurulur; ancak Blanqui ifade vermeyi reddeder. Suçlama Blanqui’nin kendi giyeceği hükmü hafifletmek için bir tür uzlaşmaya gittiği yönündedir; dahası Blanqui okul yıllarında eski bir tanıdığı olan Bakan Duchatel ile görüştüğünü inkâr da etmemektedir. Dava arkadaşı Barbès ona şiddetle saldırır ve ilerici kamuoyu bu konuda bölünür.
Bu olay sadece o dönem değil, bugüne kadar dahi tüm tarihçileri ikiye bölmüş ve netleştirilememiş bir olaydır, ve lehte/aleyhte argümanlar hiç de az değildir. Belgeler sahte veya fabrikasyon değildir; öte yandan ifade Blanqui’nin üslubuna uymamaktadır; Blanqui’nin ölüme mahkum edilmesi zaten gündemde değildi, öte yandan Blanqui bakan ile gerçekten görüşmüştür…vs. Bizim de burada nihai bir hüküm vermemiz doğru olmaz. Biz burada Blanqui’nin tarihsel emeğine olan saygımızdan dolayı ihanet seçeneğini reddetsek dahi açık olan şudur: Bu tarzda içe kapalı, dar konspiratif örgütler, bir kitle mücadelesinden ve ona hesap vermenin berraklığından uzak oldukları sürece bu ve buna benzer provokasyonların nesnesi olmaktan kurtulamazlar.
Ancak Blankizme ilişkin değineceğimiz ikinci nokta, Avrupa’da işçi hareketinin gelişimi açısından daha da önemlidir. Blanqui’nin en şiddetli muarızlarından biri Komün’de etkin bir rol oynayacak olan ve dilimize de kitabı (bkz. İsyancı: Komün Günlüğü) çevrilmiş olan Jules Vallès’dir. Birçok çağdaşı gibi önce cumhuriyetçi olup işçi sınıfını tanıdıktan sonra sosyalizmi seçen bir aydın olarak Valles, hayatını bir üçlemede anlatmıştır: “Çocuk”, “Lise Mezunu”, ve “İsyancı”19 (bu üçlemenin sadece son kitabı dilimize çevrilmiştir). Üçlemenin ikinci cildi 1848’i ve sonrasında 1851’deki Louis Bonaparte’ın darbesini, üçüncü cildi ise 1871 Paris Komünü’nündeki anılarını içermektedir. Bu anılarda Valles’in bazı vurguları öne çıkmakta, göze çarpmaktadır. Sosyalizmi işçilerle tanışarak, onların acılarını ve sefaletini görerek benimseyen Vallès 1851 L.Bonaparte darbesi esnasında bir şeyler yapmanın gerekliliğini hissedip çaresizlik içinde kıvranırken bir haber gelir: “Seksiyonlar geliyor!” Seksiyon, bizim KP geleneğindeki “hücre”nin Blankist akımdaki karşılığı olan bir tür “savaş grupları”dır. Vallès tam bu noktada işçi sınıfını “kurtarmaya” gelen, kendini onun dışında ve onun kurtarıcısı olarak algılayan ve lanse eden bu anlayışa karşı olan nefretini dile getirir; bu anlayışa egemen olan elitizmi ve sınıfın gücünün küçümsenmesini teşhir eder. O devrimci aydınların işçilerle birlikte ortak geliştireceği bir iradenin, ve bu kitlesel bütünlük içinde birlikte, açıklık ve şeffaflık içinde özgürce ve içselleştirilerek alınacak kararların uygulanacağı bir mücadele anlayışından yanadır. Blankizmin retoriği olan “yanılmaz şefler ve önderler” edebiyatının işçi sınıfına bir tür “Devrim Panteonu20” empoze etmek olduğunu belirtir ve hem tanrıyı hem de despotizmi reddetmiş bir siyasi gelenekte bu iki hastalığı, yani tanrısallığı ve despotizmi “devrim” adına sınıfa musallat etmenin tehlikesine dikkat çeker; bunun sosyalizm açısından ifade ettiği çarpıklığı önemle vurgular.
Valles bu tavrıyla aslında Engels’in yıllar önce “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” düsturunu, ve gene daha sonra Engels’in 1873 yılında “bir avuç devrimci önderin diktatörlüğünün proletarya diktatörlüğü demek olmadığı”21 yönündeki vurgularını kendi dünyasında hissetmiş ve aktarmıştır. Ancak daha da önemlisi, UED’in mücadelesi ve Paris Komünü ile birlikte yığınsal bir siyasal güç haline gelen işçi sınıfı, kendi örgütlenmesinde de bu anlayışı egemen kılmış, kendi yığınsal mücadelesinde ete kemiğe bürünen bilinçli iradeyi başa koymuş, oluşan farklılıkları kendi gerçeği olarak kabullenmiş ve onlarla yürümüş, herhangi bir “yüce ilkeler” adına içerde veya dışarda hiçbir lider, grup, ekip vs’nin iradesini kendisine dayatma fikrini temelden reddetmiştir. Avrupa’nın sosyalist işçi hareketi bu ruhla şekillenmiş ve 2. Enternasyonal’in yıkılışına kadar devam etmiştir.
Tam bu noktada, siyasi işçi örgütlenmelerinin tarihinde oluşan bir problemi, çalışmamızın ileriki bölümlerinde çözmek üzere ortaya koyalım ve tanımlayalım. Blanqui’nin literatüre soktuğu “profesyonel devrimci, sert disiplinli hiyerarşik yapı, savaş örgütü, askeri veya yarı askeri disiplin” gibi kavramlar 1917 sonrası Bolşevizm ve Lenin tarafında işçi hareketine, elbette Blanqui’den farklı olarak emek ekseninde ve işçi sınıfı temelinde yeniden gündeme gelmiştir. Lenin’in bu katkılarının bir anlamı ve pratikte kendini ispat etmiş somut başarıları da vardır, dahası Lenin’in gündeme getirdiği “önderlik” kavramının siyasette hayati bir öneme sahip olduğunu biliyoruz. Ancak yukarda aktardığımız tarihsel resim karşısında bu katkılar iki açıdan, uzantıları bugüne kadar gelen iki problem yaratmıştır. Birincisi Bolşevizm’in getirdiği vurgular gelişmiş ülkelerin işçi hareketinin yukarda anlattığımız tarihsel kodlarıyla bir çelişki yaratmış, bir “Merkez Komitesinin tartışılmaz egemenliği ve bunu baz alan bir disiplin” Avrupa’nın gelişkin ülkelerinin işçi hareketi ile (fiili bir durum olarak) tam anlamıyla bir “ten uyuşmazlığı” yaratmış, Bolşevik örgüt ve mücadele anlayışı birkaç istisna dışında gelişkin ülkelerdeki işçi hareketlerinin hiçbirinde asla kök tutamamıştır. İkinci konu ise Lenin’in önemli bir katkısı olan “öncülük” sorununa ilişkindir ve önceki yazımızda sorduğumuz soruları yeniden hatırlatmamızı zorunlu kılmaktadır: Öncülük nedir? Bilenlerin bilmeyenlere anlatarak onlara yardım etmesi midir? Yoksa süreklileşmiş bir misyon olarak bir grubun ya da partinin ebediyen işçi sınıfını yönetme hakkı mıdır? Lenin’in hayati katkısı olan “öncülük” kavramının bugün, dünya işçi ve sosyalist hareketinin 100 yılı aşkın deneyleri ışığında yeniden üretilmesi bir ihtiyaçtır.