Siyasal bir rejim olarak geç faşizme karşı mücadele
Şebnem Oğuz – Siyaset Bilimci
Öncelikle DİB’in başlattığı bu girişimi çok anlamlı bulduğumu belirtmek istiyorum. Tartışma davetinde yöneltilen soruları daha genel anlamda bir strateji sorunu çerçevesinde ele almaya çalışacağım. Toplumsal muhalefetin nasıl bir strateji izlemesi gerektiği sorusu, nasıl bir siyasal rejim ile karşı karşıya olduğumuz sorusu ile doğrudan ilgilidir. DİB’in tartışma davetinde rejimin niteliği ile ilgili olarak faşizm kavramı kullanılmaktadır. Bunun nasıl bir faşizm olduğunu ortaya koymak, örülecek strateji açısından çok önemlidir. Günümüz faşizminin özgünlüklerini kavramak için neoliberal otoriter devlet ve klasik faşizm ile ortaklık ve farklılıklarına bakmak anlamlı olabilir. Neoliberal otoriter devlet, emek karşıtı ekonomi politikalarının toplumun geniş kesimlerinin direnciyle karşılaşmaksızın uygulanmasını sağlamak üzere siyasal alanın daraltılması ve yürütmenin yasama karşısında güçlenmesi ile karakterize edilir. Türkiye’de 1980’lerin başında ortaya çıkmış, AKP’nin iktidara gelişinden sonra daha da güçlenmiştir. Neoliberal otoriter devlete karşı solun geliştirdiği en yaygın strateji ise ‘demokratik sosyalizm’ stratejisi olmuştur. Bu strateji, doğrudan demokrasi yoluyla güç kazanan toplumsal hareketlerin aynı zamanda temsili demokrasi yoluyla devlet içi ilişkileri dönüştürmesi gerektiğini savunur. Yunanistan’da Syriza gibi partileri iktidara taşıyan bu formül, 7 Haziran 2015 seçimleri öncesinde Türkiye’de de anlamlı bir seçenekti. Ancak 7 Haziran seçimlerden bu yana Türkiye’deki siyasal rejim, hem neoliberal otoriter devlet formundan, hem de klasik faşizmden farklı özellikler taşıyan yeni bir biçime evrilmektedir. Geç faşizm olarak tanımlanabilecek bu rejimde, neoliberal otoriter devlete özgü olan yürütmenin güçlenme süreci devam etmiş, ancak işleyiş biçimi değişmiştir. Yürütme sadece yasama ve yargıya değil, devletin tüm ideolojik ve zor aygıtlarına hükmederek her birini siyasal İslamcı çizgide derinlemesine dönüştürmüştür.
Geç faşizm ile klasik faşizm arasında ise iki önemli fark vardır. Birincisi, klasik faşizm güçlü bir komünizm tehdidini bastırmak üzere liberal devlet formunu ve seçimleri feshederek kurumsallaşmıştır. Geç faşizm ise komünizm tehdidinin olmadığı koşullarda şekillendiği için seçimlerin askıya alınmasına gerek duymaz. Aksine, parlamenter sahnenin devam etmesi sağ popülist liderlerin güç toplamak ve kendilerini yeniden üretmek için ihtiyaç duydukları iç düşmanı muhatap olarak canlı tutar. Bu nedenle sık yapılan seçimler ve aktif bir parlamento rejimin meşrulaştırılması açısından stratejik bir işlev taşır. Türkiye’de Gezi direnişinden bu yana altı seçim yapılmasını bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Seçimlerin rejim açısından bir başka kritik işlevi daha vardır. Seçimler, muhalefetin enerjisini, rejime karşı en etkili stratejiyi temsil eden uzun vadeli örgütlenme ve kitlelerle kalıcı bağlar kurma çabasından uzaklaştırır. Aslında geç faşizmde parlamentonun zayıflamış gücü ve devletin seçim sonuçlarını ideolojik ve zor aygıtlarıyla kontrol etme yeteneği göz önüne alındığında, seçimler rejimle yüzleşmenin en etkisiz yoludur. Buna rağmen Türkiye’de sol, diğer muhalefet yollarının kısıtlanmış olması nedeniyle enerjisinin çoğunu seçim çalışmalarına yöneltmiştir. Bu durum, muhalefet açısından geç faşizmin ürettiği en önemli tuzaktır. Devlet sokak eylemliliklerini ve direnişleri bastırarak/önleyerek, toplumsal muhalefetin önüne tek mücadele aracı olarak seçimleri koyar. Muhalefet de bu koşullarda bütün enerjisini seçim çalışmalarına yönlendirir. Bu durum ise rejimin kendisine karşı mücadele araçlarının yaratılmasını olanaksız kılar.
Geç faşizm ile klasik faşizm arasındaki ikinci ayrım ise, sağ popülist liderlerin kutuplaştırma taktikleri bağlamında kitle seferberliğinin aldığı yeni biçimdir. Klasik faşizmden farklı olarak, geç faşizmde popülist liderin odak noktası toplumu bir bütün olarak harekete geçirmek değil, toplumun belirli kesimlerini sürekli karalayarak kendi tabanlarından gelen desteği pekiştirmektir. Bu dinamik, liderin belirli bir toplumsal kesimle güçlü bağlarının altını çizerek, onu hem klasik faşizmden hem de liderin kitlelerle güçlü bağlarının olmadığı Bonapartizmin önceki biçimlerinden ayırır.
Geç dönem faşizminin bu iki özelliği göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’deki sol stratejinin önündeki en acil mesele, rejimi destekleyen emekçi kitlelerle kalıcı bağlar kurmak ve bu desteği azaltmak için etkili bir şekilde çalışmaktır. Geç faşizmde seçimlerin değişen rolü ve sokak protestolarının sınırlı kapsamı göz önüne alındığında, sol seçim-sokak ikileminin ötesine geçerek siyaseti halkın ihtiyaçlarıyla yeniden ilişkilendirmek üzere emekçi kitleler içinde uzun vadeli örgütlenmeye yönelmelidir. Bu tür bir örgütlenme, solun iç konsolidasyonu için sembolik protestolara odaklanmak yerine, işçi sınıfı mahallelerinde, işyerlerinde, direniş alanlarında yaşaması, çalışması ve dayanışması ile mümkündür. Elbette buradan solun seçim süreçlerine büsbütün ilgisiz kalması gerektiği sonucu çıkmamalıdır. Sadece seçimlere yüklenen anlam değişmeli, seçim süreçleri solun toplumun farklı kesimleriyle bağlarını güçlendirmek için kullandığı araçlardan biri olarak görülmelidir. Böyle bakıldığında seçim kazanmak için toplumun geç faşizmin ideolojik hegemonyası altında şekillenmiş hassasiyetlerine uygun davranmak yerine o hassasiyetleri dönüştürmeye çalışmak da mümkün hale gelir.
Yerel seçimlerden sonraki süreç demokrasi güçlerinin birliğine olan ihtiyaç açısından ne tür olanaklar içermektedir?
Yukarıda çizdiğim çerçevede yerel seçimlerden sonraki sürecin yarattığı en önemli olanak kısa vadede seçimlerin olmaması ve solun enerjisini uzun vadeli örgütlenme çalışmalarına yöneltme imkânının doğması iken, toplumsal muhalefetin temel stratejisinin yeniden erken seçim çağrısı etrafında şekillenmesini sorunlu buluyorum. Erken seçim çağrısı yeniden seçim ittifakları meselesini de gündeme getirecektir, oysa şu anda muhalefetin ihtiyaç duyduğu ittifaklar toplumsal mücadele alanlarında ortaya çıkacak güç birlikleridir. Bu nedenle erken seçim çağrısı yerine süregiden işçi, çiftçi, ekoloji ve diğer toplumsal direnişlere odaklanmak, bu direnişlerde bizzat yer almak daha önemlidir. Son dönemde çok sayıda bağımsız mücadeleci sendikanın başlattığı işçi direnişlerinin hem kendi aralarında hem de sol siyasi yapılarla kalıcı ağlar kurması için çabalamak gerekir. Bu direnişler ücret ve çalışma koşulları gibi ekonomik taleplerle başlasa da, devletin zor aygıtlarıyla karşılaştıkça politize olmaktadır. Süreç içinde bu direnişlerin rejime karşı örgütlü yapılarda kalıcılık kazanması çok önemlidir.
Yerel seçimlerden sonraki sürecin sunduğu en önemli olanak ise CHP ve DEM Parti belediyelerinin üretebileceği alternatiflerdir. Rejime olan kitlesel desteğin azalması muhalif belediyelerin sundukları politikalara bağlıdır. Bu konuda elbette merkezi yönetimden gelen kısıtlamalar mevcuttur. Ancak hem CHP’nin hem de Dem Parti’nin politik önceliklerini belediyeler yoluyla kurabilecekleri alternatifleri zenginleştirmeye vermeleri, diğer toplumsal muhalefet güçlerinin de bu çabaları desteklemeleri gerektiğini düşünüyorum.
Farklı mücadele alanlarının birbirini güçlendiren bir ittifak zemininde bir araya gelmesi, bunun var olan ittifakları da güçlendiren bir dizilişi nasıl sağlanabilir?
Bu soruyu yanıtlarken öncelikle geç faşizmin yalnızca neoliberalizmin krizinin bir ürünü olmadığını, aynı zamanda her devletin emperyalizmle olan özgül ilişkisinden ve kendi ırksal kapitalizm tarihinden de etkilendiğini belirtmek gerekir. Geç faşizm, sermayenin yeniden üretim krizi olarak ortaya çıkan 2008 krizine verilen özgün bir yanıttır. Ulus devletlerin savaş yoluyla çeşitli sermaye kesimleri için yeni birikim olanakları yaratmasına dayanır. Bu dinamikler devletlerin ideolojik ve zor aygıtlarında emperyalizmle nasıl eklemlendiklerine bağlı olarak farklı biçimlerde kendini gösterir. Türkiye bağlamında, devletin son dönemde Ortadoğu’da, özellikle de Suriye’nin kuzeyinde alt-emperyal bir rol benimseme çabaları, uluslararası çeteler, vekil gruplar ve paramiliter güçlerle işbirliği yapan yeni bir askeri-istihbarat kompleksinin yükselişiyle zor aygıtlarına yansımaktadır. Bu süreçte savunma sanayi, AKP yanlısı sermaye gruplarına kaynak aktarma mekanizması olarak işlev görürken, aynı zamanda Suriye’nin kuzeydoğusunda, Kürtlere karşı bir hamle olarak Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin yerleştirilebileceği bir tampon bölge yaratılması amaçlanmaktadır. Bu dinamikler, Türkiye’de devletin kendine özgü geç faşizm biçimi, emperyalizmle eklemlenme modeli ve ırkçı kapitalizmin kendi tarihsel bağlamı arasındaki karmaşık bağlantının altını çizer. Bu nedenle, geç faşizme karşı etkili bir sol strateji, anti-kapitalist, anti-emperyalist ve anti-faşist ilkeleri iç içe geçirmelidir. Anti-kapitalist ve anti-faşist mücadeleler arasındaki bağlantıların derinleştirilmesi elzemdir. Demokrasi güçlerinin politik söylemi sadece savaşa ayrılan bütçenin işçileri nasıl yoksullaştırdığını vurgulamakla kalmamalı, aynı zamanda neoliberal politikaların işçi sınıfını siyasi olarak nasıl daha da güçsüzleştirerek faşizme elverişli koşulları sürekli hale getirdiğinin de altını çizmelidir. Benzer biçimde, kayyum rejiminin sadece Kürtler üzerindeki siyasi baskıyı arttırmakla kalmayıp aynı zamanda bu bölgelerde AKP yanlısı sermayeye kaynak aktardığı vurgulanabilir. Önemli olan farklı mücadele alanları arasında bir işbölümü yerine birbirinin derdini içselleştiren ve kendi mücadelesine eklemleyen bir ortaklığın kurulmasıdır.
Seçim ittifaklarını aşan ve toplumsal muhalefetin tabanını genişleten ittifakların temel mücadele araçları, hedefleri, taktikleri ve örgütlenme biçimleri neler olmalıdır?
Bu soruyu yanıtlarken öncelikle klasik faşizme karşı geliştirilen birleşik cephe ve halk cephesi kavramlarını yeniden ele almakta yarar var. Birleşik cephe stratejisi tüm işçi sınıfı ve sosyalist örgütlerin ittifakını gerektirirken, halk cephesi stratejisi faşizme karşı olan ancak kapitalizme karşı olması gerekmeyen çeşitli siyasi partileri ve toplumsal kesimleri içeren daha geniş bir koalisyonu hedeflemiştir. Halk cephesi stratejisi, 1930’larda Fransa’da olduğu gibi bazı ülkelerde faşizmin ilerlemesini bir süreliğine durdurmuştur. Ancak bu stratejiler, iktidardaki faşizmin nasıl yıkılacağı sorusuna değil, faşizmin iktidara gelmesinin nasıl önlenebileceği sorusuna odaklanmıştır. Günümüz Türkiye’sinde ise geç faşizm çelişkili bir süreç halinde gelişmekle birlikte iktidardadır. Dolayısıyla temel soru faşizmin yükselişinin nasıl durdurulacağı değil, faşistleşen rejimin nasıl yıkılacağıdır. Bu noktada bir süreç olarak geç faşizmi anlamaya çalışırken tarihsel analojilerden kaçınmak gerekir. Klasik faşizmin gelişiminde seçimlerin askıya alınması “tümüyle faşist” bir rejimin ortaya çıkışı açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Günümüz faşizminde ise böyle bir dönüm noktası yoktur. Değişim çeşitli yönlerde ortaya çıkabilir ve bu da faşizmi, öngörülen bir son noktası olan bir dönüşümden çok çelişkili bir süreç ve çeşitli aktörler arasında bir mücadele alanı olarak görmenin önemini vurgular. Bu nedenle birleşik cephe/halk cephesi tartışmalarını da analojik düşünüşten uzak bir biçimde ele almak gerekir.
Bu noktada eğer basitçe AKP iktidarına değil rejime karşı mücadele eden bir ittifaktan söz ediyorsak, bu ittifakta CHP’nin bugünkü haliyle yer alması söz konusu olamaz. Çünkü Özgür Özel’in normalleşme stratejisi rejimin meşrulaştırılmasına katkıda bulunmuştur. Buna rağmen CHP geç faşizme karşı direnişte kısmi bir müttefik olma potansiyelini korumaktadır. Bu potansiyeli kullanmanın ve mücadelede birliği sağlamanın anahtarı, Emek ve Özgürlük İttifakı gibi oluşumların seçim ittifakı olmaktan çıkıp kitleleri harekete geçirme çabalarını genişletmelerinde yatmaktadır. Böyle bir durum ortaya çıkarsa, ‘oyun değiştirici’ rolünü Özel ya da Erdoğan değil, bizzat halk üstlenebilir ve ‘yumuşatılması’ mümkün olmayan rejimin yıkılmasının gerçek koşulları oluşabilir.
Bitirirken, mücadele araçları üzerine iki somut gözlemimi de aktarmak isterim. Bunlardan ilki meclis formuyla ilgilidir. Türkiye gibi ülkelerde sadece Gezi direnişi gibi özel momentlerde yaşama geçebilen meclis formunun kısa vadede bazı özgün yerellikler/durumlar dışında yaygınlaşabileceğini düşünmüyorum. Bugünkü koşullarda “doğrudan demokrasi için meclisler” ile “temsili demokrasi için parti” arasındaki ikiliğin verimli olmadığı gibi siyasal rejime karşı mücadele için de uygun olmadığını düşünüyorum. Temsili demokrasinin kısıtları dışına çıkmanın tek yolu siyasi parti dışı yapılanmalar değildir. Seçim odaklı olmaktan çıktıklarında partiler de doğrudan demokrasi için mekanizmalar oluşturabilir. Sol partilerin seçim partisi olmaktan çıkıp mücadele partilerine dönüşmeleri mümkün ve gereklidir. İkinci gözlemim farklı illerde emek ve demokrasi güçlerinin kurduğu platformların işleyiş biçimiyle ilgilidir. Bu platformlar genellikle iktidarın belirli uygulamalarını protesto etmek için kent merkezlerinde basın açıklamaları için toplanıp dağılıyor. Bu işleyiş biçiminin kısıtlılıklarını aşmak için yaratıcı formüller üzerinde kolektif olarak düşünmek gereklidir.
Son olarak, DİB’e daha somut önerilerimi şöyle sıralayabilirim.
- DİB’in Kasımda gerçekleştirmeyi düşündüğü toplantıya son dönemde sayıları hızla artan işçi direnişlerinde aktif olan bağımsız sendikaların temsilcileri ve bizzat direnişçiler davet edilebilir.
- DİB’in farklı mücadele alanlarında kurduğu çalışma grupları alternatif bilgi üretmenin ötesine geçerek, ilgili alanlarda direnenlerin bir araya geleceği platformlara dönüştürülebilir.
- Günümüzde farklı ülkelerde aşırı sağ partiler bir “faşist enternasyonal”in parçası halinde birbirlerinden öğrenerek hareket ediyorlar. LGBTİ karşıtlığı, ailecilik, göçmen karşıtlığı ve benzeri ortak temaları öne çıkarıyorlar, ortak yöntemler kullanıyorlar. Bu nedenle faşizme karşı mücadelede başka ülke deneyimlerinden yararlanmak için uluslararası anti-faşist platformlara dahil olmak kritik önem taşıyor. DİB bu tür platformlara katılabilir, kendisi de uluslararası bir konferans düzenleyebilir.