Bir gün kasabaya bir adam gelir; her evin karnına duvarlarını çatlatarak irinlerini sızdıracak, boyalarını alaşağı edecek bir soru/n bırakır ve gider.
Herhangi bir zor seçimle yüzleşmeksizin tasarladığımız ve varlığına inandığımız ‘iyi’ halimiz ‘vahşi doğa’yla sınandığında da devamlılığını koruyabiliyor mu? Yoksa bu iyi hal, kendimizi sevebilmemiz için ihtiyaç duyduğumuz bir zırh mı? Çok fazla çaba sarf etmemiz gerekirse iyi olmayı sürdürebilir miyiz? Daha da ilginci bu gerçekle yüzleşmeyi durduk yere kim göze alır?
Hadleyburg’ü Yozlaştıran Adam bu soruları irdeleyen yalın haliyle, okuyarak olmasa bile nesilden nesile, kulaktan kulağa aktarılmaya müsait ve mecbur, mesel tadında bir hikaye.
Mark Twain’in İlk olarak 1899 yılında yayınlanmış metni, toplumsal ahlakın ikiyüzlülüğünü hicveden tumturaktan uzak üslubuyla, erdemi değil de erdemliymiş gibi davranmanın neden ve sonuçlarını mizahtan yararlanarak ortaya koyuyor. Ahlaki değerleri ve dürüstlükleriyle ün salmış, beşikten mezara bu yönde eğitilmek üzere ant içmiş, asla yozlaştırılamaz olduğuna büyük bir kibirle inanmış kasaba ahalisinin, çalışmadıkları yerden soru gelince domino taşları gibi tek tek gerçekliğin üzerine devrilmesini konu alıyor. Üçüncü bir göz olmadığında insanın yapabileceklerine ölçü dayanmaz.
Bir misal: Mülteci hayatlar söz konusu olduğunda yüksek sesle ‘vatanlarını sattılar kalıp savaşsalardı’ diyenlerin kendi ailesi, karısı ve çocukları için bir savaş ortamında ne yapacağı malumdur. Herkes ışığa doğru koşar. Hayat hangi şartta olursa olsun durmaksızın bizi çağırır.
Düğünlerde yeni evli çifte hediye kabilinden para takılır, gerçi bu eylemin hediye olma kısmı sorgulamaya açıktır çünkü herkes ne kadar para sarf ettiyse kendisine de aynı miktarın veya üstünün getirilmesini bekler. Aşağısı kabul edilmez ve para yine bir ayıplama nesnesine dönüşür. Yine bir düğünde, kendisini geleneği yerine getirmeye mecbur hisseden kişi parayı göstere göstere gelin ve damadın üzerine yapıştırmak yerine bir zarfın içine koyup vermeyi tercih edebilir. Bu durumda da muhtemelen verdiği miktarın az olduğu, ‘gösteriş yapabilecek kadar çok olsaydı yine zarfa koymayı tercih eder miydi’ gibi tuhaf kokular sızabilir etrafa. Bir insanın dürüstçe böyle bir tercihin peşinden gittiğine inanmak ne de zordur bu ortamlarda!
Toplumsal hayatı mümkün kılan değerler dürüstlük etrafında şekillenir. (?) Yalan söylememek zorundasınızdır, çalıp çırpmamak zorundasınızdır, kimseye zarar vermemek zorundasınızdır. Bazen bu seçenekler muğlaklaşır. Herkesin doğrusu sizi zorlar, kapana kıstırır. Birine zarar vermeden de kendi çıkarınızı gerçekleştirebileceğiniz zor kararlarda yalan devreye girer.
Dürüst olmak bu şartlarda, kendi elimizle var ettiğimiz bu standartlarda zordur ve öyle görünmek için kırk takla atılır. Toplumsal baskı ve mecburiyetler, bizi maymunlara çevirmiştir yeniden. Tuhaf yüz ifadeleri ve beden hareketleri, ikiyüzlü olduğumuzda biz fark etmeden üzerimize yapışır, sakladığımız şey, gülünç yüz ifadelerimizde kendisini gösterir. Bu kendini ispatlama yarışında herkes çok başarılı olamaz; kıyıma uğrayanlar, ellerine yüzlerine bulaştırmış olmanın iç sıkıntısıyla uzunca bir müddet oyalanmak zorundadırlar.
Başrolünü ünlü komedyen Ricky Gervais’in canlandırdığı Yalanın İcadı filminde karşılaştığımız, kimseciklerin pembesinden de olsa yalan söylemeyi bilmediği bir devir gelip geçti mi acaba şu dünyadan? Yalan hep kötü müydü? İyi yalanı ve kötü yalanı birbirinden ayıran çizgi nedir? Kendi çıkarımızı ya da başkalarının çıkarını önceliyor oluşumuz mu? Bu durumda başkalarının çıkarı ya da yararı için söylenmiş yalanlar açık ara iyi yalan kategorisine girebiliyorken, kendi yararımıza olan yalanların, hele bir de ortaya çıkarsa, yüzüne tükürülmemesi nadir bulunur öyle değil mi?
Mark Twain, toplum ikiyüzlülüğüne vurgu yaptığı kitabı için hikâyesini kurarken, Hadleyburg toplumuyla derdi olan bir yabancının ‘iyi yalan’ına başvurur. Çıkar ilişkisi söz konusu olduğunda yozlaşmamış kasaba halkının her bir ferdi, bir miktar vicdanlarıyla mücadele etmiş olsalar da, yalan söylemeyi ve hile yapmayı bir çare olarak görür. Sonsuza kadar gizli kalacaklarını düşündükleri bu yalanların, komşu evler nezdinde dürüstlüklerine leke süremeyecek istisnai bir durum olarak görmelerinin gülünçlüğünü, yabancının planıyla ortaya koyar. Yalanın ortaya çıkma korkusu ve ayıplanma endişesiyle kimileri çıldırır. Kasaba ahalisinden olmayan bu yabancı kişi her ne kadar intikam amacı gütse de, planladığı tezgâh toplum içerisindeki fertlerden biri veya birkaçının kendileriyle yüzleşmesine vesile olur. Çevre kasabalara ahlaki üstünlükleriyle övünen, böbürlenen Hadleyburg halkı bir yabancının sınavından geçememiş ve sonsuza kadar ‘Hadleyburg’lüler asla yozlaştırılamaz’ övgülerinden mahrum kalmıştır. Koca bir kasaba bir çuval altına yenilmiştir.
Nasıl oluyor da herkesin kendi iç derinliklerinde bildiği bir durum, bir kişide ortaya çıktığında onu taşlamak, yargılamak bu kadar kolay ve zevkli olabiliyor? Ya da nasıl bir temsiliyet ki bir veya iki kişinin oluşturduğu pürüz koca bir kalabalığa baş eğdiriyor, utançtan kırıp geçiriyor? Gözlerinizi açıp hayata dikin, bir takım tuhaflıklar göreceksiniz.
Cesaretle söylenecek her şey söylendi, hamasetle söylenecek her şey söylendi, demogojinin çokça ekmeği yense de bugünler de kimse dönüp bakmıyor ona. ‘Çirkinleşerek’ ve utanmazca söylenecek birçok şey ise yarım kaldı. Bunları konuşmamız lazım. Hobbes’in tabiriyle insan hayatı ‘yalnız, fakir, nahoş, vahşi ve kısa’. Kendimizi ya da başkalarını değerlendirirken Hobbes’in sözünü hatırlamak bu yorucu saklambaca biraz ara vermemizi kolaylaştırabilir.