Bugün tam dokuz yıl oldu Cumhuriyetin bize o armağanı! Armağan; açlık, ağaç kökü, yoksulluk, mahkemeler, ölüm tehditleri, gözaltı. Armağan; çocuklarımıza onurlu bir yarın, çocuklarımıza parasız eğitim haykırışı, parasız sağlık, katledilen bebeklerin duymadığımız çığlığı. Armağan; Narin çocuk, Kürt çocuk, Anadili ile susan çocuk.
Bugün tam dokuz yıl oldu Cumhuriyet bize haykıralı!
İşte bugün, bu saatlerde, dokuz yıl önce bugün bir arkadaşımın buruk sesiyle öğrendim kendimin bu ülkenin neresinde olduğumu. Nasıl bir nesne olduğumu bugün öğrendim ve nasıl da sadakatsiz olduğumu “devlete ve millete” karşı…
O gün bugündür hüzünlü bitkilerle konuşuyorum, hüzünlü insanlarla susuyorum, sokakta akan yağmura bakıp çocuklarımı büyütüyorum, ağaçların köklerine sesleniyorum, dostlarımı arıyorum; el uzatan, el çeken, el unutan dostlarımı.
Bir mey sesi içiyorum, karanlık bir odadayım, yalnızlığımı sorguladığım bir odada, göğsümden karnıma bir acı, bir sıcaklık, bir kusma hâli…
Sîya Evînê min (sevgimin gölgesi) annem, elini alnıma veriyor, göz kapaklarımı usulca kapatmak istiyor; kaderin bu oğul, iyi olacak, diyor.
Ne kadar çok gölgem vardı benim, şimdi iki oğlum var ikisi de iki ayrı başkentte, hayat defterlerinin çizgisi üzerinde hayata doğru yol alıyorlar. Güle güle git oğlum, su döküyoruz ardından… Döktüğümüz su umut, döktüğümüz su güzyaşı, döktüğümüz su erken dön.
Dönüyorum yıkık dökük bir konteynıra, küçük arka odaya, herkes hep bir ağızdan “Yaşasın Cumhuriyet!” diyor. Başımı bir anda Fransa’da bir giyotinin altında hissediyorum sanki. Başımı ellerim arasına alıp sırtımı duvara veriyorum dizlerimi karnıma doğru çekip seni ve diğer katillerimi düşünüyorum!
Bugün benim cumhuriyetimin dokuzuncu yılı, başımı giyotinden alıp sosyal bir ölüme veriyorlar, sosyal ve sivil bir ölüme.
Yine başlıyor o mey sesi, kimse duymuyor beni, kimse duymuyor o sesi, yüzümde alnımda bir yangın, yüzümde yalnızlığımda bir yangın, titriyorum bu sosyal ölüme, titriyorum bu yalnız sivil ölüme, bir bir ölenleri hatırlıyorum.
Soyunup sırtımı soğuk duvara veriyorum, işkenceden yeni çıkmış gibi karnıma doğru dizlerimi katlıyorum. Titredikçe dizlerim kendime doğru kırılıyor, kaçtığım şey nedir bilmiyorum, korktuğum şey nedir bilmiyorum.
Dışarıdan sesler “Yaşasın Cumhuriyet, Yaşasın Cumhuriyet” sesleri kulaklarımın içinde yankılanıyor, karnıma doğru, kalbime doğru, beynime doğru. Tepemde bir ses ve KaHKahaLAR; düşünüyorum, herkes kendi cumhuriyetinin eseridir, diyorum içimden.
Titriyorum, karnıma doğru bir soğuk titreyiş bu defa, üşüyor bu hain, diyor bir başka biri, üstüme bir sosyal kefen örtüyor.
Kefenle konuşuyorum bu defa, hepimize giydirilen o kefen ile.
Benim cumhuriyetimin dokuzuncu yılı.
Yargılanmamın, terk edilişlerimin, kaldırım değiştiren dostlarımın, dayanışmanın ve dayanmanın dokuzuncu yılı!
KHK’lar Gidecek Biz Kalacağız dediğimiz o ilk günün, o ilk oturduğumuz soğuk günün, yüzümüzü jilet gibi kesen soğukların ve sahte yoldaşlıkların dokuzuncu yılı.
Benim cumhuriyetimin dokuzuncu yılı, Bülent Uçar, akademisyen Mehmet Fatih Traş, vinç altında kalıp ölen Mustafa Çamaş, ya Akademisyen Haluk Savaş ya barış akademisyeni Zeynep Erk Emeksiz ve ismini sayamadıklarım!
Benim cumhuriyetimin dokuzuncu yılıydı bugün, bin yüz yirmi beş KHK’lı öldü, yüz KHK’lı intihar etti benim kendi öz cumhuriyetimde.
İçime çektiğim bu ses, bu öfke halim, soğuk bu duvar, geçmişim, çocukluğum, inançlarım, erik ağacında düşerken kırdığım kolum, senin dirseğini omzuma verdiğin o gün… gözümün önünde bir film şeridi gibi geçiyor hayatım.
Benim cumhuriyetim işte bana böyle iyi davrandı!
Ya sizin ki?







