Ahmet Hulusi Kırım
Tarih boyunca Latin Amerika ülkelerinin kaynakları, sömürgeci emperyalist devletler tarafından kullanıldı. Bölge, hegemonya mücadelesinin alanı oldu. ABD bugüne kadar, 1823 yılında ilan edilen Monreo Doktrini sonrasında arka bahçesi olarak gördüğü kıtaya üçüncü ülkeleri sokmamak için, kendisine muhalif meşru hükümetlere karşı darbe, komplo, suikast dahil çeşitli operasyonlar yaptı. 1999 yılına kadar arka bahçesinde istediği gibi at oynattı ve kaynaklarını sömürdü. Yüzyıllık bir süreçte İspanya, Almanya ve SSCB’nin önünün kesmek için bölgeye çeşitli müdahalelerde bulundu. Bugün ise Latin Amerika’da, hedefinde kapitalizmin eşitsiz birleşik gelişme yasası sonucu kısa sürede ekonomisini büyüten, dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü emperyalist Çin var.
ABD, bölgede 40’ın üzerinde darbe ya da darbe girişiminde rol alıp merkez sol ve sosyal demokrat hükümetleri devirdi. Bölgede ABD karşıtlığı ve SSCB’nin estirdiği sol rüzgarların da etkisiyle, önce Küba’da Castro ve Şili’de Allende iktidara geldi.1990 yılında Sovyetler Birliğinin çökmesiyle birlikte sol dalga tehdidinin bittiği düşünülürken 1999 yılında Chavez’in iktidara gelmesiyle birlikte sol tekrar yükselişe geçti. Chavez’in ardından 14 Latin Amerika ülkesinde daha sol liderler iktidar oldu. ”Pembe dalga” olarak adlandırılan ve 2013 yılında hız kaybeden sol yükseliş, 2015 yılından itibaren tekrar ivme kazandı.
Günümüzde Çin’in emperyal yayılması konuşulurken, Latin Amerika’yla yoğun siyası ve ekonomik ilişkileri gözden kaçar. Oysa Latin Amerika ile ilişkileri Afrika’dan daha fazla ve kapsamlıdır. Son 15 yılda Çin, Latin Amerika’nın en önemli aktörü haline geldi ve özellikle “yumuşak ekonomik gücü” Latin Amerika’da büyümeye devam ediyor. Bununla birlikte Çin’in Latin Amerika’da giderek artan varlığı, kıta Amerika’sında ekonomik ve jeostratejik bir önem de taşıyor. Çin, ekonomik bir itici güç olarak görülse de, emperyal devlet olmanın yolu sadece ekonomik ve askeri güçten geçmediği için kültürel bir hegemonya da kurmak istiyor. Bu nedenle Çin, kıta ile kültürel alışverişi artırmak ve Çin kültürünü yaymak için Latin Amerika’da 40 ayrı Konfüçyüs enstitüsü kurdu.
Çin’i Latin Amerika’ya çeken dört büyük etken var. Doğal kaynaklara erişimi kolaylaştırmak, ekonomik açıdan yeni pazarlara ulaşmak, çok taraflılığı teşvik etmek ve kıtada diplomatik alanda Tayvan’a verilen desteği yok etmek. Özcesi Çin’in amacı sadece ticaret ve yatırımı artırmak değil, aynı zamanda bölgede “etki alanı” yaratmak.
Çin’in, görünürdeki stratejisi Latin Amerika’da yatırım ve ticaret yapmak için politika geliştirerek ihtiyaç duyduğu stratejik doğal kaynaklara ve stratejik pazarlara erişim sağlamak. Çin’in gizli ekonomik stratejisi ise Latin Amerika ülkelerine borç vererek siyasi, ekonomik ve jeostratejik pazarları/ticaret yolları ile enerji kaynaklarını/şirketlerini ele geçirmek.
ABD ile Latin Amerika arasındaki ilişkiler esas olarak Trump döneminde bozulduğu için, ABD’nin kıtada nüfuzu giderek azaldı. Çin, Latin Amerika’da Trump’un boş bıraktığı koltuğu doldurdu. Geçtiğimiz 10 yıl boyunca Çin’in Latin Amerika ilişkileri özellikle Brezilya, Arjantin, Meksika, Şili ve Peru üzerinde yoğunlaştı. Çin, 2014 yılında ABD’nin ardından bölgenin en büyük ticari ortağı oldu. Çin ile kıta arasındaki ticaret son 30 yılda istikrarlı bir şekilde arttı. 1990’larda doğru dürüst bir ilişkisi bulunmayan Çin’in, Latin Amerika ülkeleriyle ticaret hacmi 2000’de 10 milyar, 2012’de ise 270 milyar dolara kadar çıktı. Bölgede büyük bir yatırımcı haline geldi ve bölge ülkelerine milyarlarca dolar borç verdi. 2025 yılında Latin Amerika’ya yönelik ihracatını 500 milyar dolara, doğrudan yatırımını ise 250 milyar dolara çıkarmayı hedefliyor.
150 yıl önce göç eden Çinliler nedeniyle Çin kıtaya yabancı değil. Çin kazan/kazan ilkesiyle Brezilya, Şili, Peru ve Ekvator’daki otoyol inşaatlarından, Panama’daki liman projelerine, Meksika’daki hızlı tren projesinden, Arjantin’de 2 hidroelektrik santraline kadar birçok mega projeyi hayata geçirmeye çalışıyor. Brezilya’da 5 milyar dolarlık çelik tesisi için yatırım yapıldı. Çin, son 15 yılda Latin Amerika’da 400’ü aşkın yatırımı ya uyguladı ya da projelendirdi. Çin’in özellikle, 2013 yılında Panama kanalına alternatif oluşturmak ve iki okyanusu birleştirmek için Nikaragua kanal inşaatını duyurması, keza 2015’de Karayipler ve Pasifik’i Peru ve Brezilya’ya bağlamak için bir mega demiryolu inşaatını alması dikkat çekti. Kolombiya’da ise Pasifik okyanusu ve Karayip denizini birbirine bağlamak için bir demiryolu projelendirdi. Çin bu altyapı yatırımlarıyla Latin Amerika hammaddelerini Peru’nun Pasifik kıyısından Çin’e taşıyacak kıtalararası bir yol kuşak inşa etmeyi planlıyor.
Çin, yatırım yaptığı bir ülkeye kendi ülkesinden işçiler getiriyor. Keza maden çıkarmak, ziraat yapmak için toprak satın alıyor. Çin, Kuşak ve Yol girişimine bağlı mega projeleri, 5G ve nükleer teknolojilerini geliştirmek istediğinden, Latin Amerika üzerindeki etkisi sadece ekonomik değil aynı zamanda derin stratejik etki yapıyor ve bu nedenle ABD çıkarlarını etkiliyor.
SSCB’nin yıkılışından sonra ABD’li stratejistler tehditleri araştırırken Çin konusunda herhangi bir şüphe taşımıyorlardı. Bu nedenle, küresel kapitalist sistemin zaferi ve tek süper güç olma rahatlığıyla Çin’in yükselişi Trump dönemine kadar desteklendi. Afrika ve Latin Amerika’daki yayılmacılığına göz yumuldu. Amaçları,1978’de kapitalist yolda inşaya girişen Çin’in daha da zenginleşmesini sağlayarak küresel emperyalist sisteme dahil etmekti. Bu süreçte ABD, Çin’in yıllık ortalama yüzde 10 dolayında büyüyen ekonomisinden, yatırım alanı ve pazar olarak yararlanırken, Çin de ekonomik ve teknolojik gelişmesini hızlandırmasına olanak verecek kaynaklara ulaşma olanağı elde etti.
1823 yılında Monreo Doktrini’nin ilanının ardından, yıllarca ABD’nin müdahaleleri ve etkisine maruz kalan Latin Amerika artık tek bir devletin nüfuz alanı olmaktan çok uzak. ABD, Latin Amerika bölgesine coğrafi olarak yakınlığı ve bölgede yüzyıllık bir geçmişe sahip olması gibi avantajlara sahip olmasına rağmen, uzun süre ABD’nin sömürü ve müdahalelerine maruz kalan ülkelerin bazıları bölgede ABD’nin etkisinin güçlü olmasını istemiyor.
Çin’in yükselişi ABD’nin güvenlik çıkarlarını şimdilik zarara uğratmış değil. ABD’nin esas korkusu Çin’in Latin Amerika’da kurması olası askeri işbirlikleri. İşte bu durum ABD’yi başta jeostratejik nedenlerden ötürü kaygılandırıyor. Dünyanın en büyük iki ekonomisi arasındaki bu soğuk savaş, sadece Latin Amerika’yı değil dünyayı etkileyecek. Sonuç olarak, Çin’in kıtada artan ağırlığı ve orta vadede ABD’nin vereceği tepki, bölgesel ve küresel anlamda sistemsel sonuçlar doğuracak bir süreçtir ve önümüzdeki dönem ilginç gelişmelere gebedir. Tarih bize, bir yerleşik “süper gücün” karşısına yeni bir “süper güç” çıktığında, uluslararası ilişkilerin kurallarının, dinamiklerinin hızla değişmeye başladığını söylüyor.