Giriş:
Tarihin bir olgular toplamı olmadığını biliyoruz. Tarih, elbette kronolojik biçimde dizilmiş olguların yorumlanması da değildir. Hangi olgulara tarihsel bir önem atfedildiği; bu olguların ve aralarındaki ilişkilerin nasıl yorumlandığı; olgu seçiminin ve yorumun neyi merkezine aldığı ve nihayet yeniden inşa edilen tarihin, aslında neyi inşa etmekte olduğu da; tarihçinin sahip olduğu bakış açısının dolaysız tezahürleridir. Tarihi yeniden kurmaya yönelik her çaba; başka bir ifadeyle her tarih çalışması; tarihçinin kendisini nasıl bir gelecek tasarımına ait kabul ettiğini ortaya koyar.
Fabrika’da son sayılarında yayımlanan tarih çalışmaları da, Kurtuluş Savaşı yıllarının politik gelişmelerini yerli yerine oturtmaya; başka bir deyişle bu dönemin tarihini yeniden kurmaya ve anlamlandırmaya çalışırken; aslında bugünü ve geleceği aydınlatmayı; var olanlardan farklı bir bakış açısını inşa etmeyi amaçlıyor. Dolayısıyla tarih çalışmaları, siyasi çalışmanın hayati bir alanını oluşturuyor.
Örneğin, TKP’nin kurucu Genel Sekreteri Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilişlerine dair belge ve olguların ortaya konulması, sadece gerçeğin açığa çıkarılması amacına hizmet etmekle kalmıyor. Aynı zamanda Komünist hareketin, Kemalizm’in ve her türden burjuva siyasi akımın solunda değil; tam karşısında konumlanması gerektiğini de ortaya koyuyor. Zaten Kemalizm ve her türden burjuva siyasi akım, komünist hareketi tarih boyunca hep o konumda, olması gereken yerde ve “düşman” olarak gördü.
Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katline ilişkin gerçekleri, tartışma götürmez belge ve olgularla ortaya koymamız; bugün de, Kemalizmle sosyalist hareketi birbirinin parçası, müttefiki, dostu gibi göstermeye yeltenen; bu amaçla tarihi akıl almaz ölçüde tahrif ederek, yalandan efsaneler uydurmaya çalışan Atilla İlhan ve benzerlerine olduğu kadar; bu efsanelere inanmaya hazır “solcu” tipine de hak ettiği cevabı vermiştir.
Aşağıdaki çalışma ise, sosyalist hareketi antiemperyalizm temelinde Kemalizmle yan yana getirmeyi; bir başka deyişle Kemalizmin basit ve kişiliksiz bir destekçisi yapmayı hedefleyen bir başka “efsanenin” gerçek yüzünü ortaya koyuyor. Bu efsanenin iki yüzü vardır. Birinci yüzde “Kemalizm antiemperyalisttir” iddiası yer alır. İkinci yüzde ise “Kurtuluş savaşında Kemalizmin SSCB ile dost olduğu” yazılıdır.
Sevgili hocamız Toktamış Ateş, Mudanya Mütarekesi’nin yıldönümünde Cumhuriyet’te (12.10.2000) yayımlanan “Ulusal Savaştaki Asıl Düşman” başlıklı yazısında, birinci iddiayı dile getiriyor:
“Görüldüğü üzere; Mudanya barış görüşmelerinde, Yunan ordusunun temsilcileri yoktur. Bu durum şu açıdan önemlidir ki Ulusal Kurtuluş Savaşımızı ‘karalamak’ ve ‘küçümsemek’ isteyen kimi kalemler, Anadolu’da yürütülen mücadelenin sadece Yunanistan’la yapılan ufak çaplı bir çatışma olduğunu yazarlar. Eğer hal böyle olsa savaşın sonunda Türk ve Yunan askeri güçleri bir mütareke imzalarlardı. Mütareke görüşmelerine katılan ve mütarekeyi imzalayan devletler, asıl çatışmanın kimlerle olduğunu net bir biçimde göstermektedir.”
Kurtuluş Savaşı’nı küçümsemek kimin haddine!.. Ancak bu savaşı Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıyla başlatan, böylece iç savaş boyutu bir yana, kısmen Ermeni ve Fransızlarla ve esas olarak Yunan ordusuyla savaşa indirgeyen Kemalist tarih yazıcılarıdır. İngiltere başta olmak üzere, batı sömürgeciliğinin ve emperyalizmin “Şark Meselesi”ni bir kenara koyarak Kurtuluş Savaşını gerçek boyutlarıyla anlamak mümkün müdür? Böyle bir yaklaşım, elbette Çanakkale Savaşı’nı da, sanki uzak bir tarihin soluk bir hatırası gibi resmeder; bu resimde sadece Mustafa Kemal’in Anafartalar’daki üstün askeri yeteneklerini parlatır.
İngiliz emperyalizminin, neredeyse 19. yüzyılın tamamını içine alan ve Sevr Anlaşmasıyla nihai hedefine en fazla yaklaşmış göründüğü bir dönem boyunca ve haliyle Kurtuluş Savaşında, “Osmanlı Türkiye’si”nin ve Türkiye’nin asıl düşmanı olduğundan şüphe yoktur. Ancak acaba Kemalistler, İngiltere’nin başını çektiği emperyalist bloku; onların Anadolu hareketine düşman olduğu kadar düşman görmekte miydi? Cevaplandırılması gereken asıl soru budur. Aşağıda, 1921 Şubat’ında Londra’da toplanan “Barış Konferansı” süreci incelenerek, Kemalistlerin emperyalizme ne ölçüde düşman; kendisine ulusal kurtuluş savaşında dost elini uzatmış yegane devlete, SSCB’ye ne kadar dost olduğu soruları, somut gelişmeler ortaya konularak cevaplandırılmaya çalışılacaktır.
LONDRA KONFERANSI
A. Londra Konferansı Öncesinin Gelişmeleri:
1921 yılı başlarında, Londra’ya yağan raporlarda işgal altındaki Türkiye’de bulunan yüksek rütbeli Fransız ve İtalyan subay ve memurlarının eylem ve sözleriyle Milliyetçiler’le anlaşma amacı güttükleri ve Türkiye’nin başına çöken felaketlerin suçunu olduğu gibi İngilizlere yükledikleri belirtilmektedir. İngilizlere göre, Fransızlara hala biraz olsun- güvenmek mümkünse de, İtalyanlar çoktan Türklerle anlaşmaya başlamışlardı bile. İngiliz Savaş Bakanlığı, “Aydın ilinde şimdiden Yunanlılarla İtalyanların arası son derece açık” diye rapor gönderiyor: “..güttükleri politika Müttefiklere karşı hiç de dürüst bir davranış sayılmaz.” diye de ekliyor. Bu arada İtalyan ve Yunan askerleri arasında karşılıklı ateş açılıyor. Müttefikler arasındaki ilişkiler gün geçtikçe bozulmaktadır. Müttefikler Yüksek Kumandanlık Konseyi Spa’da toplandığında Lord Curzon, olayları İtalyan Dışişleri Bakanı Sforza’yla görüşüyorsa da bir sonuç elde edemiyor. Toplantıyla ilgili olarak İngiltere’nin Roma Elçisi’ne görüşmeye ilişkin şu bilgiyi iletiyor:
“Konuşmalarımız arasında Kont Sforza şahsen dostça niyetlerle dolu olduğunu belirtmeye çalıştı, fakat yurttaşlarının hiç de aynı şekilde düşünmediklerini saklamak için fazla çaba göstermedi.” 1919 yılında İstanbul’daki İtalyan Yüksek Komiserliği görevini yürüten Kont Sforza, İngiliz aleyhtarı sayılmasa bile yüzde yüz Yunan aleyhtarıydı.(1) 1921 yılı başlarında Müttefikler safında, Türkiye’ye yönelik dış politikada bazı gelişmeler ortaya çıkmaya başlamıştır. Ankara Hükümeti’ne açık ve resmi bir teklif gelmemesine rağmen Fransa, İngiltere, ABD, değişik nedenlerle ve gayrı resmi yollardan onunla ilişki kurmak için çaba harcıyorlar. Fransızlar esirlerin karşılıklı değiştirilmesi için, Zonguldak’a bir memur gönderirken, İngilizler Ankara Hükümeti ile temas kurmak için Giresun’a, Trabzon’a aracılar gönderiyorlar. İngilizler aynı zamanda, Karadeniz kıyılarına, Giresun’a, Trabzon’a durmadan adamlar göndermek suretiyle temas arıyorlar. (2)
Fransa, bir taraftan Orta-Doğu’nun bu bölgesindeki menfaatlerini korumaya çalışırken, diğer yandan sürecin bir maceraya dönüşmekte olduğunu yavaş yavaş anlamaya başlıyor; çünkü Kilikya ve bir kaç şehri elinde tutma uğruna, Suriye mandasının tehlikeye düşme ihtimali belirginleşmeye başlamış bulunmaktadır. Fransızlar, bu durum karşısında Suriye’de egemenliklerini sürdürebilmek için Ankara Hükümeti ile anlaşmanın zorunlu olduğunu fark etmektedirler.
1920 yılı sonlarına doğru, İstanbul’daki Fransız Yüksek Komiserliği’ne General Pelle, İstanbul’daki Fransız kuvvetlerinin Komutanlığı’na General Charpy getiriliyor. Bu tayinler durumun değişmekte olduğunun ilk işaretleridir. 16 Ocak 1921’de Briand Hükümeti kurulur ve Fransa’nın Ankara Hükümeti’ne karşı tutumu değişmeye başlar. Böylece Londra Konferansı’nda Ankara Hükümeti ile Fransa arasında bir anlaşma yapma imkanı doğmuştur.(3) Tarafsız bir gözlemci, Fransız politikasının Ankara Hükümeti lehine değişmesinin nedenlerini şöyle açıklıyor:
“Gerçekten Fransızlar Doğu’daki İngiliz rolünü Ren bölgesi işinde İngilizler’in yardımlarını görmek için kabul ediyorlar. Fakat şimdi anlıyorlar ki, Arabistan’ın paylaşılmasında zararlı çıktıkları gibi, Padişah Hükümeti’nin İngilizler tarafından nüfuzunun kırılması yüzünden İstanbul’daki mevkilerini de kaybediyorlar. Ayrıca Yunanistan’ın İkinci Wilhelm’in kayınbiraderi Kral Konstantin’i geri çağırması nedeniyle Fransızları kızdırmış olması da çok önemli bir faktör oluyor. Tüm bunlardan başka, Anadolu’da kendilerine verilen toprakların ordu kuvveti ile elde edilemeyeceğine inanan İtalyanlar kıtalarını geri çekiyorlar. Kilikya’da doğan tehlikeli durum karşısında Fransa’nın Doğu’daki prestijinin gittikçe zedelendiğini görmek, Fransızları, İngilizlerin hatırı için girdikleri bir maceraya son vermek yönünde çaba göstermelerine neden oluyor.” (4)
Fransızlar, kendi politikalarını tayin edebilmek için, İngilizlerin oyuncağı olmak istemiyorlar.
15 Şubat’ta Balfour’un ABD Berlin Elçisi Gerard’a gönderdiği mektup, Ermenistan konusunda İngilizler’in görüşlerini açıklaması açısından çok önemlidir:
“İnsani prensiplere dayananlar hariç olmak üzere Büyük Britanya’nın Ermenistan’da hiçbir menfaati yoktur. Büyük Britanya’nın elinde olmayan olaylar, bu fikrin gerçekleştirilmesini önlemiş ve Türkiye ile barışı geciktirerek kötü sonuçlara sebep olmuştur. Ermenistan’a kuruluş devresinde yardım edecek olan devletin askeri kuvvet kullanmaya da mecbur olacağından korkarım. Büyük Britanya şimdiye kadar yaptığı taahhütlerin sorumluluğu altında kalmamak için büyük güçlüklerle karşılaşmış bulunmaktadır. Bunlara bir de Ermenistan’ı ilave edemez.”
Balfour bu uzun cevabında, milletlerin mukadderatlarını bizzat tayin etmeleri prensibine müracaat edildiği takdirde bile, Büyük Ermeni Devleti’nin kurulmak istendiği bölgede halkın çoğunluğunun İslam olduğuna ve oyların Ermeniler aleyhine çıkacağına işaret ediyor. (5)
(Dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour, 1917’de Balfour deklarasyonu ile İsrail’in kurulmasına verilen onay, siyonizme açık destek ve emperyalist kampın Ekim devrimine cevabıydı)
Bu arada Anadolu Hareketi’nin öncü kadrolarının sınıfsal niteliği, Türkiye’yi Batı’yla işbirliğine itiyor. Ya da başka bir deyişle, Ankara Hükümeti Yunanistan’la savaşırken bile çözümü Batı’da arıyor ve Batı’dan bekliyor. Buna rağmen Batı’nın Türkiye’yi yok etme planları, böyle bir gelişimi bir süre engelliyor. Batılı devletler için önemli olan, ne Yunan ne Türk’ün zaferidir. Onlar için Anadolu’da kurulacak devletin niteliği, iktisadi politikasının yönü, dünyada tutacağı saf ve Bolşeviklerin Orta Doğu’ya ve Hindistan-İngiltere yoluna inmesini engellemek önemlidir.
Anadolu’da sol hareketlerin en yoğun biçimde ortaya çıktığı dönem Sevr Antlaşması’nın imzalanışını takip eden aylardır. Adapazarı’nda, Eskişehir’de, Karadeniz kıyısı illerinde, Samsun’da, Ordu’da, Trabzon’da, Ankara’da, Erzurum’da.. ülkenin her yanında Bolşevizmi “halaskar-kurtarıcı” olarak görenler, Meclis Başkanlığına telgraf çekerek “Hangi Komünist Fırkaya girmesi icap ettiğini” soran memurlar çoğalmıştır. B.M.M. Kürsüsünden Kastamonu mebusu Ali Kemali Bey şöyle söylüyor: “Bolşeviklik meselesi filan filan… Bu meseleleri kurcalamayalım. Çünkü bu zamanlarda Bolşevik olmayan adam görmüyorum.”(6) Mustafa Kemal Paşa ve yakın çevresi ise, Bolşevizme yönelik bu yoğun ilgi ve sempatiyi, komünistlere karşı, toplu katliam dahil en sert şiddet tedbirlerinin yanı sıra, bir resmi komünist fırkası kurarak kontrol altına alma çabası içine giriyor. Bu esnada, I. İnönü Savaşı’nı takip eden günlerde Sevr Anlaşması’nın hükümlerinin yeniden görüşülmesi amacıyla Londra’da bir konferans toplamaya karar veren Müttefikler, Ankara Hükümeti’ne de (İstanbul hükümetinin yanı sıra) çağrıda bulunuyorlar.
(Kurtuluş savaşı sırasında sınıf mücadelesi ve Ekim Devrimi’nin olumlu etkileri kaçınılmaz olarak işgal altındaki Türkiye’nin her yerine yansıdı. Fotoğrafta, Halk Zümresi’nin desteğiyle İçişleri Bakanı seçilen ancak bu görevi çeşitli iftiralara maruz kalarak devreden Nazım Resmor)
Bu Konferans’ın resmi tarih ve onun paralelindeki tarihçiler tarafından, yeni bir anlaşma ile sonuçlanmadığı gerekçesiyle, bir önem taşımadığı şeklinde değerlendirilmesi kesinlikle yanlıştır. Aksine Londra görüşmeleri iki açıdan önemlidir:
a- İlk defa Ankara Hükümeti Batı’lılarca bu görüşmelere çağrılarak fiilen tanınmış; Tevfik Paşa’nın başkanı olduğu İstanbul Hükümeti delegasyonu sözü Ankara delegasyonuna bırakarak, Ankara’nın politik konumunu güçlendirmiştir.
b- Ankara Hükümeti’nin hangi şartlarla Batı’lılarla işbirliği yapabileceğinin koşulları bu görüşmelerde ele alınmıştır. Ankara Hükümeti ise kendi görüşlerini Batılı müttefiklere açıklama fırsatını, ilk kez bu Konferans’ta bulmuştur. Özellikle Konferans’a katılan Türk Baş delegesi Bekir Sami Bey, müttefik devletlerin “Misak-ı Milli” sınırları içinde kalan topraklardan çekildikleri takdirde, Sovyetler Birliği ile savaşa bile girebileceklerini ifade etmiştir. Konferans’tan önce Batılı’lara güvence verebilmek için Anadolu’daki tüm sol hareketler ve örgütler tasfiye edilmiş, Çerkes Ethem kuvvetleri dağıtıldıktan sonra Yeşil Ordu ve Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası kapatılmıştır. Aynı “Konferans hazırlığı” çerçevesinde, Bakü’den Anadolu’ya, yurdun emperyalizmin işgalinden kurtulması için verilecek mücadeleye önderlik etme amacı ve bu doğrultuda komünist teşkilat kurmak umuduyla gelen Mustafa Suphi grubu Sürmene açıklarında katledilmişlerdir. Türk delegeleri Londra’da, Avrupa gazetelerine; “Anadolu’da komünizm ve Bolşevizm yoktur ve yaşayamaz.”(7) diye demeçler verme olanağını böylece bulabilmişlerdir. Asıl amaç ise Batılı müttefiklere Anadolu’da kurulacak rejim hakkında güven vermek istemeleridir. Bütün bu gelişmelerin gösterdiği gibi, Müttefik devletlerin Türkiye’den istedikleri en önemli husus Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ile ilişkilerin kesilmesidir. Müttefiklerin, özellikle İngiltere’nin isteği, Türkiye’nin güneyinde kalan çıkar bölgelerinin garanti altına alınması ve bu bölgelerle Sovyetler Birliği arasında bir tampon devletin bulunmasıydı. Başka bir deyişle kapitalist sistemin güvenliğinin sağlanmasıydı. (8)
B. Londra Konferansı
Konferans 21 Şubat 1921’de Londra’da açılıyor. Bu tarih Anadolu Hareketi açısından çok önemlidir. Çünkü aynı anda Moskova’da Türk-Sovyet görüşmeleri başlamaktadır. Moskova’ya giden heyetin başkanlığını Yusuf Kemal Tengirşenk yaparken; Londra’ya giden heyetin başkanlığında, İstanbul Hükümeti dışında Londra’ya çağrılan B.M.M. Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı, yeni Batı planının destekleyicisi Bekir Sami Bey bulunmaktadır. Bekir Sami Bey’in asıl önemli görevi, Paris ve Londra Hükümetleri’yle Kafkas Seddi konusunu tartışmaktır. Acaba Kafkas Seddi nedir?
Cumhuriyet Gazetesi yazarı Atilla İlhan, Kurtuluş Savaşı’nda Kemalist Ankara Hükümeti ile SSCB arasındaki dostluğun dayandığı “anti-emperyalist temeli” açıklamak için şöyle anlatıyor: “1920 Ocak’ında, önemi ve isabeti artık herkesçe ‘müsellem’ o ünlü ‘durum muhakemesi’nde; Emperyalizm’e karşı Bolşevikler’le ‘işbirliği’ni gerçekleştirebilmek için; İngiltere’nin Kafkasya’da tesis etiği ‘seddi yıkmak’ zorunluluğundan nasıl söz ederse…” (9)
Atilla İlhan’a göre, Mustafa Kemal Paşa, 1920 Ocak’ında, emperyalizme karşı Bolşeviklerle işbirliği yapmak istemekte; bunun için İngiltere’nin Kafkasya’da kurmuş bulunduğu “seddi” yıkmanın zorunluluğundan söz etmektedir. A. İlhan’ın bizi gerçekliğine inandırmaya çalıştığı hayalin aksine, 1921 başında, Londra Konferansı’na giden B.M.M. heyetinin başı ve Dış İşleri Bakanı Bekir Sami Bey, emperyalistlerle, onlara ait Kafkas Seddi üzerine değil; Ankara Hükümeti’nin Sovyetler’e karşı, emperyalistlerle birlikte kurmaya gönüllü olduğu bir “Kafkas Seddi” üzerine konuşmaktadır. Üstelik sadece konuşulmamakta; inandırıcı olmak için eyleme geçilmektedir:
Londra Konferansı toplandığı an, Kafkas petrolleri artık Sovyetler’in eline geçmiş bulunduğundan, Bekir Sami Beyle emperyalistlerin temsilcileri arasında Kafkas Seddi konusuna ilişkin gerçekleşen görüşmeler, Sovyetler’in dünya pazarlarıyla tek ilişkisi olan Kafkas akaryakıt limanı Batum’u Sovyetler’e kaptırmamak için yapılacak plan konusunda odaklaşmıştır. Ardahan, Artvin ve Batum “misak-ı milli” sınırları içindedir. Menşevik Gürcü hükümetiyle Ankara arasında yapılan görüşmelerde Ardahan ve Artvin’in boşaltılması istenmiş; Batum içinse “plesibit” önerilmiş ve plesibitin sonuçlarına göre hareket edileceği bildirilmiştir. Sovyet Dışişleri Bakanı Çiçerin’in, Ankara Hükümeti’ne “Batum bir Rus şehridir” diyerek açıkladığı kesin tutum, Bolşevik Rusya ile ilişkilerini dikkatli yürütmek ihtiyacındaki Ankara Hükümetini, Batum konusunda ihtiyatlı davranmaya zorlamaktadır. Müttefik Devletler, ilk ve sadece bu konuda olmak üzere Misak-ı Milli’nin savunulması yolunda telkinde bulunmakta ve çaba harcamaktadırlar. Kaldı ki, Batum’a silah ve mühimmat yığarak, Menşevik Gürcü hükümeti’ni muhtemel bir Bolşevik askeri harekatına karşı güçlendirmeyi de ihmal etmemektedirler.
Tam da bu esnada Gürcistan üzerine Bolşevik askeri harekatı başlamıştır. (10) Aynı anda Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’dan Kazım Karabekir Paşa’ya bir telgraf geliyor. Tarih 21 Şubat 1921’i gösteriyor. Telgrafın Londra Konferansı’nın toplandığı günün tarihini taşıması bir tesadüf olarak görülebilir mi? Telgrafın muhtevası, bu soruya “hayır” cevabının verilmesini gerektiriyor. Telgrafta, “Hükümet bir Kafkas Federasyonu oluşturmaya karar verdiğinden Doğu’ya doğru bir harekata hazır bulunulması…” ve Gürcistan’a giren Bolşevik ordusunun durdurulması isteniyor. Harekat emrinin kendisi ve zamanlaması, Müttefik Devletler’den Londra Konferans’ında yeterli ölçüde ödün alabilmek amacına yöneliktir. Telgrafı alan Kazım Karabekir Paşa, derhal Mustafa Kemal Paşa’ya ve Dışişleri Bakan Vekili Ahmet Muhtar Paşa’ya böyle bir davranışın sakıncalı olduğunu, Ardahan ve Artvin’in alınması ile yetinilmesini; Gürcülerle Bolşevikler arasındaki savaşta tarafsızlıktan ayrılmamak gerektiğini yazıyor. Kazım Karabekir Paşa’nın, B.M.M.’sinde tartışılarak oluşturulan ve vazgeçildiğine, yahut değiştirildiğine dair bir görüşün de açıkça ifade edilmediği “Şark siyasetini” sürdürmekteki tutarlılığı ve Ankara Hükümeti’nden daha uzak görüşlü olduğu ortadadır. Kazım Karabekir Paşa istemediği için değil, ama kazanımlarını korumanın olanaksız olduğunu gördüğü için böyle bir harekata karşı çıkıyor. Durumu yeniden değerlendiren Ankara Hükümeti, Kazım Karabekir Paşa’nın Ardahan ve Artvin konusunda Sovyetler Birliği ile herhangi bir anlaşmazlığı olmadığı için ilk aşamada bu yerlerin işgal edilmesini benimsiyor. Türk-Sovyet görüşmelerinin başladığı 21 Şubat’ta Kazım Karabekir Paşa, Menşevik Gürcü Hükümeti’ne verdiği bir ültimatomla Ardahan ve Artvin’in boşaltılmasını istiyor. Bir yandan Bolşevik orduları ile savaşan Menşevik Gürcü yetkilileri durumu kınamalarına rağmen emrivaki karşısında bu yöreleri boşaltmak zorunda kalıyorlar.(11)
Moskova’da 21 Şubat’ta başlayan Türk-Sovyet görüşmeleri sırasında Sovyet temsilcileri, Türklerin politikalarını güven verici bulmadıklarını açıkladılar. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Dışişleri Bakanı Çiçerin, Türk yönetimini Gümrü’yü işgal etmekle, Ermenistan’da ayaklanarak Erivan’ı ele geçiren Batı yanlısı Taşnaklar’a yardım etmekle; Sovyetler’den Ankara’ya doğru yola çıkan TKP lideri Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının öldürülmesi ve Anadolu’daki komünistlere zulüm yapmakla suçladı. Çiçerin, bu koşullarda Türkiye ile bir dostluk anlaşması yapamayacaklarını, ancak bir barış anlaşması imzalayabileceklerini ve maddi yardıma devam edeceklerini söyledi.(12) Yeri gelmişken, Ermeni milliyetçisi Taşnaklara ve bu güçleri eğitip örgütleyen batılılara, özellikle de Amerikan “yardım heyetlerine” karşı, Ankara hükümetinin ve B.M.M.’nin tutumuna dair de bir örnek verelim. Sorun, Çiçerin’in şikayet ettiği “Batı yanlısı Taşnaklar’ın ayaklanmasının ve Erivan’ı ele geçirmelerinin” Ankara Hükümeti’nce desteklenmesinden daha boyutludur ve geçmişe uzanmaktadır.
Hariciye Vekili Ahmet Muhtar Bey T.B.M.M.’nin 24 Temmuz 1336 (1920) tarihli “Gizli Celse”sinde konuşuyor: “Malum-ı aliniz Ermenistan’da pek büyük Amerika muavenet heyetleri vardı ve bunların yedd-i terbiyesinde 20 bin Ermeni vardı ki onlar emperyalist fikirlerle terbiye edilmiş bulunuyorlardı. Vaktaki Ermenistan bizim silahımızın kuvvetiyle yıkıldı. O heyetleri himaye eden Amerika devlet-i muazzamasının orada bulunan heyetleri himayemizi talep eylemiştir ve bugün kendisine emin bir melce temin edilmiştir. (Alkışlar) Bugün hatta himayemizi sarih bir surette talep ederek kendilerinin Erzurum’a nakillerini istiyorlar. Onları himaye ve iltizam eden Amerika heyeti bugün bizim himayemizi talep ediyor.”(13)
Kıssa’dan hisse: 1. “Ermeni soykırımı” tasarıları Türkiye’nin batılı müttefiklerinin meclislerine geldiği zaman, Ermeni milliyetçiliğinin doğumuna “ebelik” yapanlar arasında Amerika’nın adını söylemekte, bizim Amerikancı basının dili dönmemektedir. Ahmet Muhtar Bey’in söyledikleri gayet açıktır. 2. Ahmet Muhtar Bey ve B.M.M.; 1915’ten itibaren Osmanlı sınırları içinde Ermeni milliyetçiliğinin başlattığı büyük bir boğazlaşmanın kışkırtıcı ve destekçilerine, daha açık ifadeyle o günün NGO’su Amerikan Muavenet (yardım) heyetlerine şaşırtıcı bir muhabbet göstermektedir. Maksat “batılı olsun!..” Şimdi de o “yarayı”, kuşkusuz hala yara olmaktan çıkaramadığımız için, meclislerine geldiği zaman, gene başta ABD olmak üzere, batılı müttefikler “kaşımaktadır.”
Parantezi kapatalım ve Londra Konferansı’yla ilgilenmeyi sürdürelim.
Aynı anda Londra’da Doğu meselesi ile ilgili olarak ilk toplantı yapılıyor. Bu toplantıda Müttefiklerin Yunan temsilcilerine, barışa kararlı olduklarını, verebilecekleri tavizleri sormaları gerekirken, tartışılan konu, sadece Yunan ordusunun Ankara Hükümeti’nin silahlı mukavemetini kendi olanaklarıyla kırabilmesinin mümkün olup olmadığı üzerineydi.(14)
Konferansın başlangıcında delegelere, Türkiye’deki askeri durum hakkında bir rapor sunan Fransız generali Gourand, Türk kuvvetlerinin Yunan kuvvetlerine oranla daha güçlü olduklarını belirtiyor. Buna karşılık hemen söz alan Yunan Baş Delegesi, Ankara ile başlattıkları savaşı sonuna kadar yürüteceklerini ve Sevr Antlaşması’nda yapılması önerilecek en küçük bir revizyona bile şiddetle ve kesinlikle karşı çıkacaklarını açıklayarak şunu söylüyor:
“Kemalist kuvvetler sadece ayak takımı olduğundan üç ay sonra yok edilecektir.”
Fransız Başbakanı Briand General Gourand’a söz vermeden şöyle söylüyor:
“Bu ayak takımına mutlak saygım var.” 15
General Gourand ve Albay George -bu sonuncu Mareşal Foch’un Genelkurmayından olup Temmuz’dan Eylül’e kadar Yunan ordusunun harekatını izlemişti.- Yunan baş delegesi Mösyö Kalogeropoulos’un biraz çocukça iddialarını çürütüyorlar. Yunan albayının beliğ biçimde kendisine arzı hürmet ettiği general Gourand, Çanakkale’deki Türk ordusunun savaşçı değerini hatırlatıyor. Halen Kilikya’da sürüp giden savaşın çetinliğini gözler önüne seriyor ve diyor ki:
“Türkler bazen 2 bin top mermisi atıyor, boğucu gazlar kullanıyorlar.”
Gourand’ın açıklamasına göre, Fransız ordusu orada Kürtlerle kapışmış bulunmaktadır. Bunlar dağlık bölge askerleri. Son yıllarda İstanbul’un giriştiği asker toplama kampanyasının pek etkilemediği bölgelerden geliyorlar. Oysa Yunan ordusu şimdilik, uzun süren bir seferberlik sonucu bitkin düşen bir halka karşı çarpışıyor. Yunan ordusu, Anadolu içlerine girdikçe daha mukavim güçlerle karşılaşacağını bilmek zorundadır. M. Kemal’in 45 bin askeri var deniliyor; ama bir yandan da 50 bin askerin yetiştirilmekte olduğunun bilinmesi gerekiyor.
Albay George, Kalogeropulos’a hitaben daha açık konuşuyor:
“8 fırkanız var. 4’ünü İzmir civarında tutmanız gerekiyor. Geriye en yakın üssünüz, Bursa’dan 350 km uzaktaki Ankara üzerine yürüyecek 4 fırkanız kalıyor. 2 fırka da ulaşım hatları boyunca kullanılırsa, geriye son oyunu oynayabilmek için 2 fırka kalıyor ki, bu durumda bir saldırı düzenlemek maceraya atılmak demektir.” Albay George son olarak ekliyor :
“Ankara’ya doğru harekat niyeti pek tehlikelidir.”(16)
Bu arada Konferansı izleyen L’Echo de Parismuhabiri Pertinax şunları yazıyor ertesi gün gazetesinde:
“Bir kez daha hatırlatalım ki, bütün İngiliz subayları da General Gourand ve Albay George’la aynı fikirdedirler.”(17)
Le Temps muhabirinin yazdığına göre, İstanbul ve Ankara Hükümetleri’nin temsilcileri Konferans’ta Fransızca konuşuyorlar.
Bekir Sami Bey, çoğunluğunu Arapların teşkil ettiği toprakların dışındaki Türklerle meskun bölgelerin Türkiye’den ayrılamayacağını buralarda halkın reyine başvurulabileceğini, azınlıkların haklarının korunacağını, Boğazlar’dan geçiş serbestliğinin tanınmasının normal olduğunu söylüyor.(18)
25 Şubat günü yapılan toplantıda Türk delegasyonları, Ankara ve İstanbul Hükümetleri olarak birbirleriyle uyumlu bir biçimde birer bildiri yayınlıyorlar. Türklerin talepleri şöyle sıralanıyor:
a- Türk Devleti’nin 1913 yılındaki sınırları içinde yeniden kurulması;
b- İzmir ve dolaylarının Yunan kuvvetleri tarafından hemen boşaltılması ve bu yörenin Türkiye’ye geri verilmesi;
c- Boğazlar’dan geçiş özgürlüğünün başlama tarihinden itibaren Türkiye’ye bir güvenlik ve egemenlik garantisinin verilmesi;
d- Kapitülasyon rejiminin tamamıyla ve tüm uzantılarıyla ortadan kaldırılması;
e- Türk devletine, kıyılarını ve kıyı topraklarını savunabilmek için yeterli deniz kuvvetlerine sahip olma hakkının tanınması.(19)
Konferansın diğer oturumlarında Ankara ve Atina temsilcileri, Sevr antlaşmasıyla Yunanistan’a bırakılan bölgelerdeki nüfusla ilgili birbirini tutmayan rakamlar veriyorlar. Yunanlılar kendi istatistiklerini kullanırlarken, Türkler Fransızların yaptıkları istatistikleri ileri sürüyorlar. Bu durum Jurnal du Departement de L’İndre adlı gazete tarafından çok ilginç bulunuyor. Konferans taraflarının rakamlarını kontrol için bir anket komisyonu kurulmasını öneriyor. Bu öneriyi Türkler kabul ederken, Yunanlılar reddediyorlar. 27 Şubat’taki Le Temps gazetesi bu durumda şu soruyu sormak gerekliliğini duyuyor: “Mademki istatistiklerle tartışılıyor, Yunanistan’ın anketi ve hakem kararını kabul etmesi gerekmiyor mu?”
Yunanistan temsilcisi Albay Kalogeropulos bu soruya, Le Temps gazetesinin yazdığına göre: “Yunanistan istatistiklerinin kontrolünü kabul edemez, çünkü bu onun Sevr anlaşmasıyla kazandığı haklarını kaybetmesi anlamına gelir.” cevabını vererek hiç beklenmedik bir itirafta bulunuyor. L’echo de Paris’nin 27 Şubat’ta yazdığına göre, tartışmalardan canı sıkılan Albay Kalogeropulos, Anadolu’da Yunan askerlerinin bir zafer taarruzunun durdurulmasından ıstırap duyduklarını söyleyerek, Yunanistan’ın İzmir’deki haklarının otuz asır öncesine kadar ispatlanabileceğini ileri sürüyor. Bunun üzerine Kont Sforza;
“Susun, yoksa az sonra Sicilya ve Marsilya’ya da sahip çıkacaksınız.” diye bağırmaktan kendini alamıyor.(20) Yunan milliyetçiliğinin, bu tartışmada belirgin biçimde ortaya çıkan “karakteri”nin bugün de sürmekte olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
(Yunan Marksist Mikis Theodorakis’in Yunanistan’daki bağımsızlığı tanımlarken kullandığı “Yunan iç siyasetini üç büyük konsolosluk belirliyordu. İngiliz, Rus ve Fransız konsoloslukları !” sözü çok değerlidir. Emperyalizmin güdümüne giren Yunanistan’ın Anadolu’yu işgale kalkışmasını eleştiren Güleryüz dergisi karikatüründe şu diyalog geçiyor Karikatürün üst kısımda: Papulas Şişiyor:
Alt kısımda: Papulas: Dikkat et Kosti! Zannedersem fazlaya tahammülüm yok. )
Bunun üzerine alabildiğine uzun müzakere ve pazarlıklar başlıyor. İtalyan delegeleri, Sevr anlaşmasının revizyondan geçirilmesini ve Ankara Hükümeti’yle bir anlaşma yapılmasını ısrarla istiyorlar. Fransız Başbakanı Briand, Sevr Antlaşması’nın Türkiye lehine düzeltilmesinden yana gözüküyor ve Ankara delegeleriyle özel görüşmelerinde Ankara Hükümetiyle geniş kapsamlı bir anlaşmadan Fransa’nın ancak mutluluk duyacağını açıkça söylemekten çekinmiyor. Fransız diplomasisi, İngiltere’ye karşı bir entrika çevirirken; aynı zamanda, Ankara Hükümeti’ni Sovyet Rusya’dan uzaklaştırmak için yoğun bir çabaya giriyor.
Büyük Britanya diplomasisi de boş durmuyor, gene özel konuşma oturumları düzenleniyor ve Konferans sırasında Türklerle bir anlaşma yaparak Sovyetler üzerine saldırma politikasının yollarını arıyor. Tam bu sırada 1 Mart 1921’de Tiflis’teki Bolşevik lideri Orjonikidze Eliava ile yapılan bir telgraf görüşmesinde, Moskova Hükümeti, Batum’a sokulmaması için her türlü tedbirin alınmasını ve acele olarak Ahıska-Batum yoluna Kızıl Ordu birliklerini gönderilmesini istiyor. Aynı gün Batum’un işgal edilmesi konusunda Ankara Hükümeti’nden gelen bir emir Kazım Karabekir Paşa’ya iletiliyor. Ama Kazım Karabekir Paşa, birliklerini Batum sınırına yaklaştırmakla birlikte Fevzi Paşa’ya gönderdiği telgrafta bu karara karşı çıkıyor. Batum’un Türkiye için askeri ve ekonomik bakımdan önemi olmamasına rağmen, Sovyetler Birliği için hayati önem taşıdığını ve bu nedenle Türk ordusunun Batum’u elde tutmasının çok zor olacağını söyleyerek Çoruh ırmağının kuzeyine geçilmemesini öneriyor. 4 Mart’ta Ahılkelek halkı Sovyet yönetimi kurarak, Menşevik birliklerinin silahlarını toplamaya başlıyor.
Aynı tarihte Londra’ya gelmeden önce Moskova’ya bir diplomatik gezi yapan Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin Dış İşleri Bakanı Bekir Sami Bey, İngiliz Başbakanı Lloyd George ile özel bir görüşme yapıyor. Lloyd George, Bekir Sami Bey’e ilk önce Sovyet Rusya hakkında bazı sorular yöneltiyor. Daha sonra açıktan açığa Bakü petrolleriyle birlikte bütün Transkafkasya’yı Türk protektorası altına aldırma önerisinde bulunuyor.(21)
Buna karşılık Bekir Sami Bey, “Türkiye’yi Rusya’dan korumak için bütün Kafkasya’da askeri bir set olarak müstakil bir federasyon kurulmalıdır.” diyerek Kafkas federasyonu öneriyor. Lloyd George ise cevap olarak bu öneriyi “Mahir bir devlet adamının sözü” şeklinde değerlendiriyor, Daha sonraları, “Bolşeviklerden ziyade, emperyalist Rusya’nın tekrar hortlamasından korkuyorum” diye yazıyor.(22)
Bu sırada ülkesi üzerinde denetimini yitiren Menşevik Gürcü Hükümeti ülkenin Bolşevikleşmesinden korkarak Gürcistan katındaki Türk temsilcisi Kazım Bey’den, Türk ordusunun Ahıska, Ahılkelek ve Batum’u işgal etmesini istiyor. Batum dışında Ahıska ve Ahılkelek, Elviye-i Selase’nin ötesinde ve dolayısıyla Misak-ı Milli’nin dışında olduğundan bunu gerçekleştirmek Anadolu direnme hareketinin amaçlarına ters düşmektedir. Ancak, Batı ile Londra Konferansı zemininde kurulmaya çalışılan diyalogun etkisi altında kalan Ankara Hükümeti, Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey’in Lloyd George’a önerdiği Kafkas Seddi projesi çerçevesinde Bolşeviklere karşı bir hat çekebilmek için, Menşeviklerin tutunamadıkları yerlerin bekçiliğini, Türk ordusuna yaptırmak isteklerini, Londra’dan gelen seslere uyarak kabul ediyor. 6 Mart’ta Kazım Bey, Menşeviklerin Ahıska, Ahılkelek ve Batum’un işgal edilmesi isteklerini Ankara’ya ilettikten sonra, 8 Mart’ta Simeon Mdivani bu öneriyi bir kere daha tekrarlıyor. Bunun üzerine Bakanlar Kurulu 8 Mart’ta Ahıska, Ahılkelek ve Gürcülerin boşaltacağı Batum’un işgal edilmesine karar veriyor. Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa bu kararı 9 Mart’ta Kazım Karabekir Paşa’ya yazarken gerekçe olarak Misak’ı Milli’yi ve iki kasabanın eskiden Kars vilayetine bağlı olmalarını gösteriyor. Verilen emirde özellikle Kızıl Ordu birliklerinin Acara vadisi boyunca Batum’a girmelerine, silahlı bir çatışmaya meydan vermemek koşuluyla engel olunması isteniyor. Dışişleri Bakan Vekili Ahmet Muhtar Bey de şifre ile Kazım Karabekir Paşa’ya Londra’dan gelen haberlere göre bir Kafkas Federasyonu kurulacağını anlatıyor. İngiltere Hükümeti ile olan ilişkilerin düzelmesi açısından bu önerinin önemi üzerinde duruluyor. Kazım Karabekir Paşa da bu durumda gerekli önlemleri alıyor.(23)
Yine 9 Mart’ta Bekir Sami Bey, Londra’da, ekonomik ayrıcalıklar tanıyan Türk-Fransız anlaşmasının imzalanacağını, ayrıca Türk-Polonya-Romanya bağlaşmasının kurulmasından mutlu olacağını Fransız basınına açıklıyor. Sovyet Dışişleri Bakanı Çiçerin bu durumu, Ankara’nın Sovyetler’deki Büyükelçisi Ali Fuat Paşa önünde kınıyor.(24)
Yine 9 Mart’ta, Londra’daki gelişmelerden haberi olmayan Moskova’daki Türk delegasyonu Stalin ile yaptığı görüşmede Batum, Ahıska ve Ahılkelek’in Sovyetler’e bırakılmasını kabul ediyor. Moskova’daki heyet, B.M.M.’nin “Şark Siyaseti”ne uygun davranmaktadır ve Mustafa Kemal ve Bekir Sami Bey gibi yakın çevresinin emperyalizmle uzlaşma hevesinin Londra’daki sonuçlarından habersizdir. Moskova’daki mutabakat üzerine Sovyet Birliklerine Batum’a girmeleri için emir veriliyor. Tiflis’teki Bolşevik lideri Orjonikidze 10 Mart 1921’de Kazım Karabekir Paşa’ya Moskova delegasyonumuzla varılan anlaşmayı bildirerek, Batum, Ahıska ve Ahılkelek’in işgalinden vazgeçmesini istiyor. Durum acele olarak Ankara’ya bildiriliyor. Ama Ankara Hükümeti hala ümidini kesmediği Londra Konferansı’nın neticesini beklediği için, İngiltere’ye hoş görünmek amacıyla Batum ve çevresinin işgalinde direniyor. Türk birlikleri 11 Mart’ta Batum’u işgal ediyorlar. Kemalist Ankara Hükümeti’nin anti-emperyalizm iddialarının kofluğu ve Sovyetler Birliği’nin kendisine uzattığı dost elini sıkarken sahip olduğu samimiyetin güvenilirliği sadece belgelerle değil; gerçekleşmiş askeri harekatla da, tarih önünde tescil oluyor.
Bu sırada devam eden Londra Konferansı’nda önemli olaylar oluyor. Lloyd George, asıl amacı olan Ankara Hükümeti-Sovyetler Birliği ilişkilerini bozmak ve aralarını açmak için, Bekir Sami Bey’le yaptığı özel görüşmelerin tutanaklarını Moskova’ya gönderiyor. Çiçerin bu durumu öğrenir öğrenmez Türkiye’ye bir nota gönderiyor.(25) Mustafa Kemal Paşa Moskova’ya, Londra’daki Türk delegasyonunun diğer üyelerinin bu görüşmeden kesinlikle habersiz olduğunu bildiriyor. Ama görüşme sırasında Lloyd George’un ve Bekir Sami Bey’in sözleri stenoyla kaydedilmiş bulunuyor. Tutanağın bir kopyası da öbür evraklar arasında Türk delegasyonuna gönderiliyor. Konferans sırasında, eldeki bütün belgeleri bir de delege arkadaşlarıyla gözden geçirme alışkanlığında olan Türk Baş delegesi Bekir Sami Bey, İngilizce metni görünce, Konferansa ilişkin belgelerden biri sanarak tercümanına dönüp metni hemen çevirmesini emrediyor. Tercüman da, herkesin ortasında belgeyi yüksek sesle okumaya koyuluyor. Sonuç korkunç oluyor: Basında büyük manşetler altında haber bütün çıplaklığıyla okuyucuya ulaşıyor. Bu durumda Türk hükümeti bir bildiri yayımlayarak Bekir Sami Bey’in İngiliz Başbakanı’yla yaptığı bu görüşmeyi Ankara’nın resmi direktifiyle değil, doğrudan doğruya kendi insiyatifiyle yapmış olduğunu açıklamak zorunda kalıyor.(26)
(Türk hariciyesinde emperyalizmle uzlaşma, emperyalizme yedeklenme politikalarının kurucularından dönemin Dışişleri Bakanı Bekir Sami bey)
Burada, Türkiye burjuvazisinin daha iktidara tırmanma sürecinde ortaya çıkan ve hiçbir zaman değişmeyen iki karakteristik özelliğinin altını çizmek gerekir: 1. Ulusal ve uluslararası düzeyde antikomünizm her koşulda temel yaklaşımdır. 2. Emperyalizmin güvenini ve dostluğunu kazanmak; bunun için en muhtaç olunduğu zamanda bile, antiemperyalizm zemininde kendisine dostluk elini uzatanların veya dostluk bekleyenlerin aleyhine emperyalizmle ortak planlar yapma tutumu esastır. Türkiye Cumhuriyeti’nin Süveyş’in işgalinde İngiltere ve Fransa’nın, Cezayir direnişi esnasında Fransa’nın, Filistin sorununda İsrail’in, Kore savaşında ABD ve müttefiklerinin, Vietnam savaşında önce Fransa’nın sonra ABD’nin yanında saf tutması, demek tesadüf olmadığı gibi, Demokrat Parti’nin iktidarda olmasının sonucu da değildir. 3. Emperyalizmin dostluk ve ittifak vaatleri karşısında, o gün de, bugün de, ayağını sağlam basmayan, saflık ölçüsünde bir inanmaya hazır olma ve güven duyma hali söz konusudur. 4. Resmi politikanın esas yaklaşımlarından kaynaklanan yanlışlıkları, o günlerde de, şimdi olduğu gibi, “münferit” ve kişisel hatalar olarak tanımlanmakta, yanlışlardan görüntüde “kelle” vererek kurtulacağını sanma yaklaşımı geçerli olmaktadır. 5. Türkiye burjuvazisinin en devrimci kadroları; temsilcisi oldukları sınıfın en devrimci olması gereken bir dönemde bile, devrimci bir kadrodan ve devrime önderlik eden bir sınıftan beklenebilecek tutumların en uzağında tutumlar sergiliyor.
Bu arada İtalyanlar ve Fransızlarla da gizlice müzakerelere giren Türk delegasyonu, aralarındaki savaşa son verme ve ekonomik sorunları ikili müzakereler yoluyla çözüme ulaştırma kararına varıyorlar. Nitekim Londra Konferansı sonunda taraflara Müttefiklerin kararlarının bildirildiği gün, Fransa Başbakanı Briand ile Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey arasında yapılan görüşmeler sonunda 11 Mart günü bir Türk-Fransız anlaşması imzalanıyor. Anlaşmada yer alan maddelerin bazıları şöyle:
a- Savaşa son verilecek ve karşılıklı olarak esirler serbest bırakılacak.
b- Kilikya’da Fransız subaylarının da katılacağı bir güvenlik kuvveti kurulacak.
c- Savaşa son verildikten bir ay sonra Sevr anlaşması ile çizilmiş olan sınırın kuzeyinde bulunan Fransız kuvvetleri geri çekilmiş olacak.
d- Kilikya’da Fransız işgali sırasında görev alanlar yerlerinde bırakılacak ve genel af ilan edilecek.
e- Azınlıkların her türlü hakları eşitlik dairesinde sağlanacak ve halkın karışık olduğu yerlerde Belediye ve Jandarma teşkilatı, azınlıklar da göz önünde bulundurularak düzenlenecek.
Anlaşmanın bir maddesi ile Suriye-Türkiye sınırı tespit olunuyor. Buna göre Fransa’nın Urfa ve Antep’i, Türkiye’ye bırakması öngörülüyor. Bu madde Sevr anlaşmasından farklı olduğundan, Sevr anlaşmasına büyük bir darbe indirilmesi anlamına geliyor. Sevr anlaşması ilk yarayı bu anlaşma ile alıyor. Asıl önemli olan husus ise, anlaşmanın ekonomik hükümleridir. Bu anlaşma ile Fransa’ya bir takım imtiyazlar tanınıyor; böylece kapitülasyonlar tarihini yeniden başlatacak bir anlayışın zihinlerde işgal ettiği yeri koruduğu görülüyor:
“Yabancılara verilecek tüm imtiyazlarda Fransızlar tercih edilecek ve Türk-Fransız işbirliği kurulacak. Bu inhisar yalnızca Kilikya’ya mahsus olmayıp, Elazığ’ı, Diyarbakır ve Sivas vilayetlerini de içine alıyor. Başka bir deyişle buralarda Fransız sermayesine öncelik tanınıyor. Ergani madenlerini, Kilikya limanlarını ve Suriye sınırı arasındaki Bağdat demiryolu kısmının işletilmesinin Fransız sermaye gruplarına verilmesi ve bu nedenle Türk kanunlarına göre kurulacak şirketlerde Türk-Fransız sermayeleri yarı yarıya işbirliği yapacak.”
Anlaşmanın başka bir maddesi ile de Fransızlar, İskenderun bölgesinde Türklere kültür gelişmesi bakımından kolaylıklar göstermeyi, Fransızca ile Arapça gibi Türkçeyi de resmi dil olarak kabul etmeyi taahhüt ediyorlar. Fakat bu tavize karşılık Türkiye’deki Fransız kültür ve sosyal yardım kuruluşlarının devamını sağlıyorlar.27
11 Mart’ta imzalanan bu anlaşma, derhal Suriye Kumandanlığına bildiriliyor. Cepheye derhal bir mütareke havası hakim oluyor. Fakat bu ve öteki iki anlaşmayı (İngilizlerle ve İtalyanlarla) Ankara Hükümeti, “Milli Hükümetin ilkeleriyle bağdaşmaması gerekçesiyle” reddediyor. Ama gerçek neden Moskova’nın İngiliz-Türk görüşmelerini haber alması ile B.M.M.’nin ekonomik tavizlere karşı çıkması oluyor. Bunun günahı Bekir Sami Bey’in sırtına yıkılıyor ve istifa etmek zorunda kalıyor. Buna rağmen Güney cephesinde Fransızlar’ın hareketsiz kalmaları nedeniyle Ankara Anlaşmasına kadar sükunet bozulmuyor.28
Londra Konferansı’na katılan heyetin Fransızlarla imzaladığı anlaşma 17 Mart 1337 (1921) tarihli B.M.M. gizli celsesinde gündem maddesidir. Tartışma, sadece anlaşmayı ve onu imzalayan heyeti değil, hükümeti de içine alacak ölçüde kapsamlı ve sert geçmektedir. Tartışmalardan bazı bölümleri Meclis’in havasının anlaşılması bakımından aktarırken; okuyucudan sabır ve dikkatini esirgememesini diliyoruz. Dil eskidir ama, araya parantez içinde bugünkü karşılıklarını koyarak dikkatleri iyice dağıtmak istemedik. Maksat ve ifadelerin kuvveti anlaşılıyor.
Rasih Efendi (Antalya): (…) Bizim içimizden giden arkadaşlarımız bu mücahedeye ne için atıldık, neye azmettik, bunu tamamen hazmetmeden gitmişler. Çünkü gerek istiklal-i milli, iktisadi, siyasi tamamen temin edilmedikten sonra bu azimden dönmemeye azmeden bu meclis, arkadaşların buraya, konferanstaki müzakerata dair ihtisaslarını havi telgraf bu azmi, bu imanı sarsacak şekilde tabirat ve elfaz kullanmaları, ya esasen gidişlerinde o azim ve iman sarsılmış olarak gitmişlerdir, yahut orada sarsılmış. Yoksa bu memleket milli istiklalini, mali ve askeri istiklalini muhafaza etmeyerek İngilizlerin onurunu, haysiyetini düşünerek bu kadar fedakarlığı ne için ihtiyar etsin? Bunu giden arkadaşlarımımızın takdir etmesi icabeder. Fransızlarla aktedilen ahidname o suretle yazılmıştır ki, eğer hakikaten bizim aramızdan giden arkadaşlar ona vaz’ı imza etmişlerse oraya kadar gitmeye hacet yoktu, onu kabul ederlerdi…”
“Yahya Galip Bey (Kırşehir): Efendim, bendeniz öyle görüyorum ki bizim en büyük hatamız, en kabil-i tamir olmayan bir hatamız vardır, o da düşmanlarımızı tanımamak ve düşmanlarımızın bizim biraz yüzümüze gülüvermeleri onların dostluğunu temin etmek için kafi olmaktan ibarettir. Bizim buradan murahhaslarımız giderken iyice düşünmelidirler ki gittikleri mahal bizim canımıza, varımıza, mülkümüze, dinimize, hulasa tekmil mevcudiyetimize kastetmiş bir hükümettir. Bunu iyi bilmeli ve bu iman ile gitmeli idi. Onların gönlü bize
muhabbet değil, bizi parçalamak için dişlerini bilediklerini bilmeli idiler. Bizim murahhaslarımız gider gitmez kendilerini, ta eskiden beri mutat olan tabasbusata (dalkavukluğa) başladılar, hürmeti biraz ziyade gösterdiler. Murahhaslarımız da kendilerini şaşırdı. Şimdiye kadar bu devlet ne kadar murahhas göndermiş ise hiçbir faide temin ederek avdet etmemiştir. Düşmanların cali olarak gösterdikleri etvara aldanarak, onlar da bundan evvel giden murahhaslarımız gibi, kendilerini selahiyet-i fevkalade sahibi olmak üzere adeta millete hakim bir vaziyette görmüşler ve kendi zihin ve fikirlerinin kabul ettiğini, hiç buradan sormadan, kabul etmek haksızlığını irtikap etmişlerdir.”
“(…) Böyle gayet hafif iman ile giden zevat bundan fazla cesaret göstermişlerse hakları vardır. Bu ana kadar murahhas olarak gitmiş de milletin kanaatına muhalif olarak, milletin zararına karar vermiş olanların tecziye (cezalandırılmış) edildiği vaki değildir. Biz bu hale hiçbir zamanda mecbur değiliz. Mütareke midir, muahede midir, her ne ise benim noktainazarımda, bu hiçbir kıymeti haiz olmayan bir surettir ki bu sureti gönderdiğimiz murahhasların yüzüne vurmak bizim için bir vecibe-i zimmettir.”
“Beyefendiler; bu millet ila maşaallah yaşayacak. Rica ederim, garp gibi ebediyyen muzlim olan mahalden bu millet için hiçbir vakit hayır gelmez. Garp kendi mezarını kendisi kazıyor, kendisi kazacaktır. Binaenaleyh (bununla birlikte) garptan en ufak bir hayır bekliyorsak aldanıyoruz, yanılıyoruz. Garp (Batı) bizim imhamızı göze aldırmıştır. Çünkü bizi imha etmedikçe alem-i medeniyet üzerinde haiz olduğu redaeti (kötülüğü) icra edemez. Binaenaleyh (bununla beraber) bugün devletimiz garbin bize tahakküm ettiği devletlerden çok eskidir. Milletimiz en yüksek, en büyük zaferlere nail olmuştur. Binaenaleyh (bununla beraber) bu gönderdiklerini yırtıp yüzlerine çarpmayı ve o heyet-i murahhasanın bu işlerinin yüzlerine vurulmasını teklif ediyorum.”
“Müfid Efendi (Kırşehir): ….Bizim gayemizle, emelimizle meşbu (dolu) olan arkadaşlarımızı ayırdık, gönderdik ki, bu arkadaşlarımız hakkında şimdi söz söylemek caiz değildir, ancak arkadaşlarımıza, bugün bu heyet-i muhteremenin kendi içerisinden çıkarmış olduğu vekiller ki hükümetimizi idare eden o zatlardır- o vekillerin vermiş olduğu talimat dairesinde hareket ve haricinde bir teklif vuku bulduğu zaman bu zatın fikrini alarak söz vermek lazım gelirken, kendilerine karşı ufak bir söz vermek lazım gelirken buradan verilen talimatı unutmaları sebebiyle veyahut böyle bir imza için hasıl olan mecburiyeti muhakeme etmeye lüzum hissetmeden öyle bir harekette bulunmuşlardır.”
“İsmail Safa Bey: …heyetin geri çağrılması lazımdır. (…) Bu hususta Hariciye Vekaletinin de bir kusuru olmuştur. Heyet zihniyet itibariyle sarsıldığından bu davayı layık olduğu kadar müdafaa edemeyeceklerini şubat içerisinde göstermişlerdir.”
“Reis: Beyefendi müsaade buyurur musunuz? Zatıaliniz Hariciye Vekaleti hakkında değil, Londra Konferansı hakkında söylemelisiniz.”(29)
Oturum boyunca, Londra Konferansı’na gönderilen heyetin ortaya koyduğu tutumu ve heyetin kendisini savunan bir tek konuşmacı olmamıştır. Çünkü T.B.M.M.’nin belirlediği dış politika ile, heyetin ve asıl olarak Bekir Sami Bey’in sözcülüğünü yaptığı politika taban tabana zıttır. Bekir Sami Bey’in politikasının ise hükümet politikası olduğu, Batum’un işgaline ilişkin telgrafların muhtevasından ve askeri harekattan kesin olarak anlaşılmaktadır. Peki Kemalist Hükümet, Londra Konferansı’ndan ders aldı mı? Evet almış oldukları anlaşılıyor. Çünkü aldıkları dersin sonucu olarak, gerek Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşmasında, gerekse Lozan’da gizli ek anlaşmalar yaparak her şeyi açıklama yoluna gitmiyorlar. Tekrar Londra Konferansına dönelim. Gizli ikili müzakereler devam ederken, Türklerin Sovyetlerle aralarının bozulduğuna ve Yunanistan’ın hala güçlü olduğuna inanan Lloyd George, Türklerin istedikleri tavizleri vermemek için Fransızların tazminatlar konusundaki taleplerinin İngiliz Hükümeti tarafından destekleneceğini vaat ederek, onları da yanına çekmeyi başarıyor. Fransızlar bir defa daha yanılıp Türklere verdikleri sözü unutuyorlar. Böylece Müttefikler arasında uzun pazarlıklardan sonra tam bir görüş birliği oluşuyor. Müttefik önerileri, bir yandan Fransız-Türk anlaşması imzalanırken, öbür tarafta Briand ve İtalyan baş delegesi Kont Sforza tarafından Türk delegasyonuna; Lloyd George ve Lord Curzon tarafından Yunan delegelerine bildiriliyor. Kararlar kısaca şöyle:
a- İstanbul’u işgal altında tutan bütün yabancı kuvvetler, başkenti boşaltacaklar.
b- Türkiye’deki Müttefikler arası Mali Kontrol Komitesi’ne Türk temsilcileri katılabilecek.
c- İzmir kenti ve dolayları Türk egemenliği altında kalacak, ama kentte gene de bir Yunan garnizonu bulunacak.
d- Bütün bunlara karşılık Türkiye devleti de Ermenistan’ın bağımsızlığını tanıyacak.(30)
Bu öneriler ne Yunanistan’ı, ne Türkler’i doyuracak şeyler değildi. Çünkü müttefiklerin teklifleri, Sevr anlaşmasında küçük değişikliklerden ibaretti. Böylece Londra Konferansı’nın tam bir başarısızlıkla sona erdiğini söylemek mümkün olmaktadır. Bu durumda emperyalistlerin güvenini kazanmak için, kendisine kendisi de zorluklar içindeyken, en zor zamanında dost elini uzatan komşusu SSCB’ye savaş ilan etmeye hazırlanan ve başlangıç olarak Batum’u işgal eden Ankara Hükümeti şaşkına dönmüş ve ne yapacağını bilemez duruma düşmüştür.
14 Mart’ta Türk birlikleri Ahılkelek’e girerek Kafkas Seddi hattını tutmaya çalışıyorlar. Ankara Hükümeti için yapılacak tek şey kalıyor: Tutumunu keskin bir dönüşle değiştirmek. Çaresiz öyle yapılıyor ve Ankara Hükümeti keskin bir yön değişikliğiyle tekrar Sovyetlere dönüyor. Emperyalistlere verdiği tüm tavizlerin boşa gittiğini görünce sürüncemede bıraktığı Türk-Sovyet görüşmelerini hemen bitiriyor. 16 Mart’ta Türk-Sovyet dostluk ve kardeşlik anlaşması Moskova’da imzalandığında Batum’da Türk birlikleri karşısında Gürcü Kızıl Ordu’su ve Sovyet Kızıl Ordusu konumlanmış durumdadır. Çatışma Londra Konferansının başarısızlıkla sona ermesiyle yerini dostluğa bırakıyor. Moskova anlaşmasının 12. maddesine göre Batum Gürcistan topraklarına dahil oluyor.(31) 23 mart’ta Türk ordusu birlikleri Batum’u boşaltıyorlar. Aynı gün İngiliz-Sovyet ve Türk-Sovyet anlaşmaları imzalanırken, Türkiye İngilizlerle Bekir Sami Bey vasıtasıyla tutsaklar konusunda bir anlaşma yapmaktan çekinmiyor.(32)
Dostluk ve kardeşlik anlaşması olarak tarihe geçen Moskova’da imzalanan Türk-Sovyet anlaşmasıyla Sovyet Hükümeti: “Türkiye’yi ilgilendiren ve Büyük Millet Meclisi tarafından temsil edilen Milli Türk Hükümeti tarafından kabul edilmeyen hiçbir Uluslar arası kararı tanımayacağını”, taahhüt ediyor. Bunun Anadolu hareketi açısından çok değerli bir taahhüt olduğuna kuşku yok.(33) Sovyet Hükümeti’nin taahhütleri karşısındaki tutumunun, Ankara Hükümeti’nin kendi taahhütleri konusundaki tutumlarından çok farklı olduğu da kuşku götürmüyor.
Türk-Sovyet anlaşması üzerine Sovyet yazarı Porshveri’nin çok mükemmel bir yorumunu burada aktarmakta yarar var: “…Rusya ve Türkiye’nin çok ağır koşullar içinde olduğu bir zamanda, iki ülkenin silahlı müdahale ve ekonomik ambargoya karşı koyma zorunda olduğu bir dönemde ilişkilerinin böyle bir gelişme göstermesinin, nesnel olarak, bilimsel yasaların bir zorunluluğu ve kaçınılmaz olduğu vurgulanmalıdır. ANKARA DESTEĞE MUHTAÇ İDİ. MOSKOVA İÇİN DE TÜRKİYE’NİN BİR ANTİ-SOVYET GÜVENLİK KORDONU İÇİNE SOKULMASINA MÜSAADE ETMEMEK GEREKLİYDİ.”(34)
Ankara Hükümeti Londra Konferansı’nda İngiliz emperyalizminden yüz bulamadığı için, yüzünü tekrar Sovyetler’e dönüyor. Eğer Batı, Ankara Hükümeti’nin istediklerini kabul etmiş olsaydı, Ankara Hükümeti Sovyetler Birliği’ne saldırmakta, hiç kuşkusuz tereddüt etmeyecekti. Nitekim Batum’un işgali, Batı hesabına Sovyetler Birliği’ne savaş açmanın bilinçli bir başlangıç adımıdır. Londra Konferansı’nda Bekir Sami Bey, İngiliz Başbakanı Lloyd George’a saldırı teklifini açıkça yapıyor. Üstelik Ankara Hükümeti Kazım Karabekir Paşa’ya bu yönde tedbirlerin alınması için direktif vermekte gecikmiyor. Sovyetler Birliği ise etrafını saran çemberden kurtulabilmek, yeni kurulan rejimi yaşatabilmek için bir güvenlik kordonu yaratmaya çalışıyor. Türlü tavizler vermek zorunda kalıyor. Sonuçta emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerden yararlanarak istediklerini büyük ölçüde elde edebiliyor. Aynı yazar, seneler sonra 17 Aralık 1925’te aynı güvenlik kordonu için yapılan yeni bir anlaşmayı çok güzel anlatmakta devam ediyor:
“ 1925 yılında Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında dostluk ve tarafsızlık anlaşması imzalandı. Bir örneği Locarno Antlaşmasında görülen Batılı güçlerin Sovyetler Birliği’ne karşı düşmanca politikalarının ortaya çıktığı bir zamanda, genel barışı ve Sovyet sınırlarında güvenliğini sağlama mücadelesinde önemli bir unsur olarak SSCB için zorunlu idi.”(35)
Bir defa daha geriye dönüyoruz. Sovyetler Birliği’nde kuşku uyandıran ve imzalandıktan sonra B.M.M tarafından reddolunan Türk-Fransız anlaşması ve Gürcistan’daki Türk ileri hareketi dolayısıyla ortaya çıkan olumsuz durum, yavaş yavaş yerini bir suskunluğa bırakıyor. Bu Cumhuriyet’e ait toprakların bir kısmının Türk birliklerince işgalinin devam etmesi yeni bir huzursuzluk yaratıyor. Çünkü Türk-Sovyet anlaşmasına göre bu yerlerin hemen boşaltılması gerekiyorken, işgalin devamı kuşkuların çoğalmasına neden oluyor. Ne var ki, yapılan tüm uyarılara rağmen Genelkurmay’dan aldığı direktifler çerçevesinde hareket eden Kazım Karabekir Paşa Gümrü ve Arpaçay’ın Doğu’sundan çekilmekte acele etmiyor. İngiliz ve Fransız hükümetlerinden hala bir beklenti uman Ankara Hükümeti bu yörelerin boşaltılması için Kazım Karabekir Paşa’ya gerekli emri bir türlü vermiyor.
Yapılan Türk-Sovyet anlaşmasına rağmen, Kafkaslar’daki karışıklık içinde Türk ordusunun varlığının Müttefiklere duyurulması ön plana geliyor. Bu sırada Azerbaycan’da ve Ermenistan’da olaylar birbiri arkasına patlıyor. 4 Nisan’da Bakü’de Ermeniler’in çoğunluğunu teşkil ettiği bir karşı devrim patlak veriyor. Hemen bastırılıyor. 18 Şubat 1921’de Erivan’da kurulan Taşnak Hükümeti 2/3 Nisan gecesi Kızıl Ordu’nun Erivan’a girmesi üzerine silah, top ve cephaneleriyle birlikte Zenzegor’a çekiliyor. Taşnaklar, Gerus’da, General Dro’nun yönetiminde Ermeni Taşnak Hükümetini kuruyorlar. İngilizlerin desteğiyle Bolşeviklere karşı savaşmaya devam ediyorlar. Taşnaklar, Türkiye’den bile yardım bekliyorlar. Bu duruma artık tahammülü kalmayan Onbirinci Kızılordu komutanı, Kazım Karabekir Paşa’dan 16 Mart 1921 anlaşmasının sınırlarına çekilmesini ısrarla istiyor. Aksi taktirde, verdiği 13 Nisan tarihli notayla, bölgenin zorla boşaltılacağını bildiriyor. 23 Nisan’da Kazım Karabekir Paşa Gümrü’yü boşaltıyor.(36)
C. İngiliz-Sovyet Anlaşması
İngiliz-Sovyet anlaşmasından önce Moskova’ya gelen İngiliz Ticaret Kurul Başkanı Hudson’la Ankara Hükümeti’nin Moskova Büyükelçisi Ali Fuat Paşa arasında geçen çok ilginç görüşmeye değinmekte büyük yarar var. Ali Fuat Paşa’nın, Moskova’da Büyükelçi iken İngiliz ve Polonyalılarla çok sıkı ilişkiler kurmasının bu konuşmanın yapılmasında büyük rolü olduğunu söyleyebiliriz. Taraflar, bu konuşmanın İngiltere Hükümeti’ne duyurulması da kararlaştırıyorlar.
“Hudson: Son derece milliyetperver bir Türkiye ile Bolşevik Rusya anlaşabilmiş ve dost olabilmiştir?
A. F. Cebesoy: Garplıların ve bilhassa İngiltere’nin Lloyd George-Lord Curzon Hükümeti Türkiye’yi parçalayarak ona istiklal vermemek için Türkler aleyhine kullanmadıkları vasıtalar kalmamıştır. Türkiye güç olan bu vaziyet karşısında Sovyetler’le anlaşmaya mecbur olmuştur. Emperyalistlerin Şark milletleri üzerindeki baskılarından kurtarmak, komünistlerin gaye ve hedeflerinden biri olduğu için, Türkiye bu noktada onlarla birleşmiştir ve dost olmuştur. Bolşevik bayrağının Kremlin üzerinde dalgalanmasında en mühim amil olan Rus müslümanlarını da memnun edebilmek için Rusya, Türkiye’ye dostluk ve yardım elini uzatmıştır.
Hudson: Benim suallerim bitmiştir. Sizin diyecekleriniz varsa memnuniyetle dinler ve eğer müsaade ederseniz, onları da aynen Foreign Office’e arzederim.
A. F. Cebesoy: Söyleyeceklerin hem pek çok ve hem de sizce malum olmayan şeyler değildir. Müsaade ederseniz, kısaca hülasa edeyim. (özetleyeyim) Lloyd George ve Lord Curzon gözlükleriyle Türklere bakarak bizleri çok zayıf görmek İngiliz milletinden hakikati gizlemek demektir. TÜRKLERİN ORTA ŞARKTA ASIRLARCA ÜZERLERİNE ALMIŞ OLDUKLARI MÜHİM VAZİFELERİN YUNANLILAR VE ERMENİLER TARAFINDAN BAŞARILACAĞINI SANMAK İngiliz siyasetinin kaydetmediği büyük bir gaflet olacaktır. Türkler, Osmanlı camiası içinde asırlarca hakim olmuş bir unsurdur. Türkiye bütün İslam aleminin ümit kalesidir. Asırlardan beri bu kudret ve kuvvet olmasaydı, sıcak denizler ve okyanuslar şimal müstevlilerin eline geçmeyecek miydi? O zaman İngiliz müstemlekelerinin (sömürgelerinin) hali ne olacaktı? Şimdi bu tehlike eskisinden daha çok büyüyebilir. Bu tehlike karşısında Yunanlılar ve Ermeniler hangi kuvvetle karşı durabileceklerdir? Zannederim, karşı durmak şöyle dursun, evvela onlar, Şimal müstevlilerin (işgalcilerin) ilerlemesini kolaylaştıracaklardır. Bilmem arzedebiliyor muyum?
Hudson: Sizi dinliyorum generalim.
A. F. Cebesoy: İngiliz milletinin aklıselimi bir gün bunları muhakkak surette idrak edeceğinden emin bulunuyorum. İşte bunun için İngilizlerle düşman olmayı hatırımızdan geçirmiyoruz. Ve sabrediyoruz. Hatta bundan dolayı aramızda akdedilmiş itilaf mücibince, Fransız esirlerini bırakırken, İngiliz esirlerine de aynı muameleyi yapmakta Hükümetim tereddüt etmemiştir. Ruslar, bize yaptıkları yardımları İngiltere’de çok mübalağalı işaa ediyorlar. Türk ordusunda kullanılan Rus silah ve teçhizatı vaktiyle bize Almanlar tarafından gönderilmişti. Son Ermeni mağlubiyetinde de aynı cinsten silah istihdam edilmişti. Paraca yapılmış muavenete gelince, bunun da miktarı hiçbir vakit Bolşeviklerin alacaklı olan tebaamızın istedikleri miktardan fazla değildir.(37)
Kurtuluş Savaşını “küçümseyenlere”, haklı olarak “düşmanımız Yunanistan değil, İngiltere’ydi” diyen Toktamış Ateş Hocamız, Ali Fuat Cebesoy Paşa’nın sözlerinin ışığında bizim sorduğumuz soru üzerine düşünmelidir: “Peki Kemalistler İngiliz emperyalizmine düşman mıydılar?”
Ali Fuad Cebesoy’un 1921’de dile getirdiği bu görüşlerle Süleyman Demirel’in 1999 yılında İstanbul’da toplanan AGİT Zirvesi esnasında dile getirdikleri, birbirini müthiş bir tutarlılıkla izlemektedir. Aradaki dönem boyunca emperyalizmin ilgi, yardım ve güvenini; başka bir deyişle Türkiye’ye tasallutunu sağlayabilmek ve böylece ülkenin işçi ve emekçi yığınlarına duydukları sınıfsal korkularından kurtulabilmek için “Türkiye’nin jeopolitiğinden kaynaklanan stratejik önemini” ve Kore’de, Somali’de, Bosna’da, Kosova’da olduğu gibi, “Mehmetçiğin kanını” pazarlayan Türkiye burjuvazisi, emperyalistlerin teveccühünü kazanmak için “sabretmeyi” bugün de sürdürmektedir. İşte Demirel’in sözleri: “Türkiye’siz bir Avrupa düşünülemez. Çünkü dün Türkiye Avrupa değerlerini savunmanın bir kalesiydi. Bugün Türkiye bir köprüdür. Atlas Okyanusu’ndan başlayıp Çin Seddine kadar bir dünyayı kucaklamışsınız, bu Türkiye’siz olur mu? Olmaz. Avrupa değerlerini, oralara kadar götürecek olan Türkiye’dir.”(38)
Aynı tutarlı devamlılığı bir de emekli orgeneralin sözlerinden, Çevik Bir Paşa’dan izleyelim: “Türkiye, Cumhuriyeti’nin 76. yılını kutluyor. Bu, laik demokratik karakterdeki Cumhuriyetimiz NATO’nun içerisindeki ikinci öncelikli güç olarak, yıllarca batının değerlerini doğunun değerlerinden üstün kılmıştır. Dolayısıyla, batı değerlerinin doğuya karşı tek bir kursun atılmadan kazanılmasında Türkiye’deki cumhuriyetin ve laik yapının da katkısı olmuştur.”(39)
İngiliz-Sovyet Ticaret anlaşması 16 Mart 1921’de, tek metin olarak ve İngilizce imzalanıyor. Bu metinde şöyle bir bölüm var:
“Her iki taraf, karşı tarafa karşı düşmanca hareket veya teşebbüslerden ve kendi sınırları dışında, sırasıyla İngiliz İmparatorluğu veya Rus Sovyet Cumhuriyeti kurumlarına karşı, doğrudan veya dolaylı resmi propaganda yapmaktan kaçınır ve daha özel olarak Rus Sovyet Hükümeti başta Hindistan ve Afganistan bağımsız devleti olmak üzere Asya halklarının hiçbir askeri, diplomatik veya herhangi bir eylem veya İngiliz İmparatorluğuna karşı düşmanca eylemlere teşvik etme girişimlerinden imtina eder. İngiliz Hükümeti Rus Sovyet Hükümeti’ne eski Rus İmparatorluğu’nu meydana getiren ve bugün bağımsızlığını sağlamış ülkeler için benzer ve özel bir taahhütte bulunur.”(40)
Sovyet Hükümeti Bakü Doğu Halkları Kurultayı’ndan sonra, İngiltere aleyhine açıktan eylem ve propagandadan “imtina” etmiştir. Ama Türkiye’ye yardım gizlice sürdürülmüştür. Lord Curzon Eylül 1921 ve Mayıs 1923’te iki sert notayla Bolşeviklerin Doğu’da propaganda yasağı yükümlülüğünü tutmadığını ileri sürmüştür.
16 Mart anlaşmasının temel hükümleri, sadece bu maddeyi kapsamıyor. Daha başka önemli maddeleri de var. Anlaşmaya göre taraflar;
a- Ülkelerinde yaşayan İngiliz ya da Rus uyruklarının geri dönme hakkını sağlamaya,
b- İki ülke arasındaki siyasal ve ticari ilişkileri yeniden kurmayı ve bu amaçla birbirlerine ticaret ataşeleri yollamayı, karşılıklı olarak yükümlenmektedirler.
Ayrıca, Büyük Britanya Hükümeti Sovyet Rusya’ya ait altın, senet ve emtiayı ele geçirmeye yönelik hiçbir girişimde bulunmamayı taahhüt ediyor. Kendi yönünden Sovyet Hükümeti de, anlaşmaya konulan bir ek madde gereğince, Rusya’ya mal vermiş ya da başka hizmetlerde bulunmuş tüzel kişileri ileride ödüllendirmeye hazır olduğunu bildiriyor.(41)
D. Londra Konferansı’ndan Sonra
16 Mart 1921’de, Konferans’ın kapanışından 4 gün sonra “The Daily Herald” gazetesi muhabiri Sevr anlaşması taslağı hakkında düşüncesini sorduğunda Mahatma Gandi:
“İslam’ın itibarı, İzmir ve Trakya’nın Türkiye’ye bırakılmasını ve İstanbul’un İtilaf Devletleri’nce boşaltılmasını gerektirmektedir. Fakat İslam’ın varlığı, İngiliz ve Fransızlarca kurulmuş bütün manda yönetimlerinin kaldırılmasını zorunlu kılmaktadır. İslam’ın kutsal yerleri üzerinde dolaylı ya da dolaysız hiçbir etki Hint Müslümanlarınca hoş görülmeyecektir.” şeklindeki cevap veriyor.(42)
Hindistan’daki Türkiye lehine olan kıpırdanışlar İstanbul’un işgalinden beri gittikçe artan bir tempoyla güçlü bir akım haline gelmektedir. Özellikle Müslümanlar, Anadolu direnişi için para topluyorlar, İngiliz makamlarına dilekçeler, muhtıralar sunuyorlar; toplantılar, mitingler düzenliyorlar. Kurdukları Komitelerle geniş kampanyalar yürütüyorlar. Bu durumda, Hindistan’daki İngiliz makamlarını sıkıştırmakla kalmıyorlar, seslerini Londra’ya kadar da duyurmayı başarıyorlar. İnönü Savaşları sırasında Hindistan’dan gelen bir heyet, Londra’da görüşmeler yapıyor. Hindistan Heyeti 24 Mart günü İngiltere Başbakanı Lloyd George ile görüşerek Türkiye lehinde isteklerini anlatıyor. Görüşmede en önemli konu İngilizlerin İstanbul’dan çekilmeleri oluyor.(43) Londra’da yapılan bu görüşmelerin en önemli bir yorumu ise Konferans sonuçları ile ilgili Fransız basınında çıkan Raymond Poincarre’nin oluyor. Poincarre, Revue des Deux Mondes Dergisinde, İran, Mezopotamya, Mısır ve Hindistan işlerinin ve özellikle Hindistan’da sükunetin sağlanması sorununun İngiltere’yi düşündürdüğünü ve bu nedenle Venizelos’un yarı resmi müdahalesine rağmen, İngiltere Hükümetinin DOĞU SORUNU’nu artık Yunanistan’ın gözüyle görmediğini yazıyor. Konferans’tan sonra Londra’daki Hint cemaatinin Ankara Hükümeti’nin delegelerine bir yemek verdiğini, yemekte İngiliz Hükümeti’nce Sevr anlaşmasının tadili konusunda fikri alınmak için çağrılan Hint delegasyonundan bir üyenin yaptığı konuşmada; “Eğer Trakya Türklere verilmezse, Hindistan Müslümanlarının Britanya İmparatorluğu’ndan ayrılacaklarını” söylediğini kaydediyor.(44)
(Hintli Müslümanlar Kurtuluş Savaşı için yardım toplarken)
Böylece Londra Konferansı başarısızlıkla sona ermesine rağmen, çok ilginç olayların gelişmesi sürüyor. Müttefikler arasındaki çelişkilerin gün yüzüne yavaş yavaş; ancak çözümsüz biçimde ortaya çıkışı; gene Londra Konferansı’ndan sonra gerçekleşiyor.
Örneğin İngiliz Başbakanı Lloyd George’un Londra Konferansı sırasında Fransızlara yönelik ağır eleştirisine bir göz atmakta yarar var: “Geçen Eylül’e kadar Maraş bölgesi İngiliz işgali altında idi. Ve o zaman bölgede düzen sağlanmış idi. Bundan sonra toprakların himayesi Fransızlara bırakılınca, Türk milliyetçi hareketi yayıldıkça yayıldı ve daha çok tehdit edici bir durum aldı. Bunun nedeni olarak işgal birliklerinin üçte ikisinden çoğunun Cezayirliler’den ve Ermenilerden kurulu olması gösterilebilir.”(45) Londra Konferansı hakkında çeşitli yorum ve
değerlendirmeler arasında, tarih sayfalarına en isabetli değerlendirme olarak geçmeyi hak eden Kazım Karabekir Paşa’nın bu Konferansla ilgili görüşleridir.
Karabekir Paşa’nın görüşlerini, Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgraftan öğrenelim:
“Londra Konferansı’nın içyüzünün, Rus ve Gürcü savaşında Türkleri Kafkas emelleri peşine saldırıp, Gürcülerle bağlaşık olarak Ruslara karşı savaş açmak ve böylece Türkiye’yi hareketten alıkoymak için bir oyun olduğu artık gün gibi ortaya çıktı. İtilafın Kafkas oyunu çoktan beri açık…iken can çekişen Menşevik Gürcü Hükümetiyle anlaşmasına ve hatta Kafkas Konfederasyonu yapmaya kadar varılmasına ve Batum işgalinin de Millet Meclisince o denli alkışlanmasına, Doğu durumunu ve Rusya’nın hayati çıkarlarını bilenlerimizin az olmasına karşı, bizi her taraftan saran İtilaf propagandasının dehşetine bağlıyorum.”(46)
Sonuç: Buraya kadar anlatılan gelişmeler; aktarılan görüşler ve belgeler, giriş bölümünde yer alan soruları, açık ve net olarak cevaplandırmak için yeterlidir.
Kemalizmin Kurtuluş Savaşı içinde izlediği dış politikanın anti-emperyalist olduğunu söyleyebilmek; tarihi gerçekler ışığında imkansızdır. Kemalizmin Kurtuluş Savaşı esnasında Sovyetlere karşı dostluk politikası izlediği iddiasını ileri sürmek de, eğer iflah olmaz yalancılarla karşı karşıya değilsek; mümkün değildir.
Her iki iddiayı da, büyük bir fütursuzlukla dile getirenlerin gerçek yüzünü sergilemeyi sürdüreceğiz. Daha sırada Lozan var. İşimiz yalancıları ıslah etmek değil; yalancıların üfürük tarih bilgileri bombardımanı karşısında, komünistlerin ve ilerici gençliğin bağışıklık sistemini güçlendirmektir. Yazı bitti. Ama Kurtuluş Savaşı gibi, çetin ve Türk milletinin tarihte eşine az rastlanır zorluklar altında bulunduğu bir devrim sürecinde, bu süreci yönetenlerin “devrimciliklerine” ışık tutacak bir örnekle vedalaşalım; Aynı günlerde T.B.M.M.’nde çetin tartışmalar sürüp gitmektedir. Tartışma gündemlerinden birisi, İstanbul’dan gelen kişilerin vasıfları üzerinedir. Kütahya mebusu Besim Atalay Bey 24 Mart 1921 tarihli B.M.M. oturumunda şunları söylüyor:
“Şahıs değil, İstanbul’dan her postada tümen tümen şair, alay alay muharrir geliyor. Kaç sanatkar, kaç demirci geldi? Kaç terzi geldi? Hep yiyici, hep iltimas, hep sarf edici.. Bu külfet, bu milletin omuzuna yüklenmiştir. Artık tahammül kalmadı…Yeni ihdas olunan müsteşarlıklar, sahipleri daha İnebolu’ya çıkmadan vaadediliyor, harcırahlar oraya gönderiliyor. (Sürekli alkışlar) Rica ederim. Bugün müsteşarlıklar ihdas ediliyor, yarın nazırlıklar ihdas edilecektir.
Efendiler, İstanbul zihniyeti, Babıali zihniyeti aynen tatbik edilecektir. Eğer burada bağırmayacak olursanız, burada her geleni tasdik edecek olursanız, bu masrafların altında ezileceğiz efendiler.”(47)
(*) Bu yazının ana malzemesi, yayımlanmamış kapsamlı bir tarih çalışmasının, bir bölümü olarak, 1980’lerde kaleme alınmıştı. Yazı Fabrika’da olduğu gibi yayımlanmak üzere değil; üzerinde çalışılarak yayımlanmak üzere geldi. Ancak yazarının zamanı yeniden çalışmak bakımından uygun değildi. Yazar, yeniden çalışma işini bana emanet etti ve sanırım sonuçta ilk halinden oldukça farklı bir metin haline geldi. Ancak üzerine imzamı koymamın nedeni bu “katkı”yı önemsemem değildir. Yazarının isteği ve izniyle, yazı her türden “polemik” ve “ilgi” karşısında sahipsiz kalmasın ve sorumluluğu benim üzerimde olsun diye başlığın altına adımı yazmış bulunuyorum. Yazıdan faydalanacak olanların teşekkürlerini bana değil; adını tevazu göstererek yazmama da izin vermeyen arkadaşıma, şüphesiz benim üzerimden iletmelerini diliyorum.
Dip Notlar
1David Walder, Çanakkale Olayı, s. 131-132
2Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, Cilt II, s.51
3Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, Cilt II. s. 21-22
4Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, Cilt II. s. 21-22
5Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, Cilt II. s. 77
6T.B.M.M. Gizli Celse Zabıtları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Cilt II, s.44, Üçüncü Baskı, İstanbul 1999
7Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Cilt II, s.607
10Atilla İlhan, “Türkiye/Rusya, İki Avrasya Devi!”, Cumhuriyet, 8 Kasım 2000
11 Doğu Ergil, Milli Mücadelenin Sosyal Tarihi, s.329 (??)
12Doğu Ergil. Milli Mücadelenin Sosyal Tarihi, s.328
13T.B.M.M Gizli Celse Zabıtları, c.I, s.353, İşbankası Kültür Yayınları, 3.Basım, İstanbul 1999
14Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu, s.171
15Gothard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı Kronolojisi
16Gothard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı Kronolojisi
17Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu, s.172
18Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu, s. 174
19Uluslararası İlişkiler Tarihi, C. III. s. 221
20Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu, s.175
21Uluslararası İlişkiler Tarihi, C. III. s.221
22Gothard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı Kronolojisi
23Doğu Ergil, Milli Mücadelenin Sosyal Tarihi, s.32
Stefanos Yerasimos, Türk-Sovyet İlişkileri, s.221
24Doğu Ergil, Milli Mücadelenin Sosyal Tarihi, s.32.
25Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Cilt I, s.239
26Uluslararası İlişkiler Tarihi, Cilt III. s.221
27Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, Cilt II, s.213-214
28Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, Cilt II, s.21-22
29T.B.M.M. Gizli Celse Zabıtları, C.II, s.4-8, İş Bankası Kültür yayınları, 3. Baskı, İstanbul 1999
30Uluslararası İlişkiler Tarihi, Cilt III, s.221-222
31Doğu Ergil, Milli Mücadelenin Sosyal Tarihi, s.239
32Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri, s.159
33Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler, Cilt II, s.135
34Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler, Cilt II, s.239
35Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler, Cilt II, s.239-240
36Doğan Avcıoğlu, Milli Mücadele Tarihi, Cilt II, s. 834
38Süleyman Demirel, Hürriyet Gazetesi, 24 Kasım 1999
39Em.Org. Çevik Bir, Hürriyet Gazetesi, 3 Kasım 1999
40Trade Agrement between his Britannic Majesty’s Governement and the Governement of the Russian Socials
Federal Sovyiet Republic 1921’den aktaran Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler Cilt II, s.47
41Uluslararası İlişkiler Tarihi, Cilt III, s.241
42Dr. R.K. Sinha, Mustafa Kemal ve Mahatma Gandi, s.114
43Bilal Şimşir, Sakarya’dan İzmir’e, s.21
44Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu, s.177
45Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Cilt I, s.7
46Stefanos Yerasimos, Türk-Sovyet İlişkileri, s.37