Kanser kadar bilinmeyen ama belki de kanserden daha kötü bir hastalık: Alzheimer. Çünkü hiçbir tedavisi olmayan bu hastalık, bilişsel bozukluk ve beynin küçülmesi ile kendini gösterir. Alzheimer, ilerledikçe belirtileri ciddi boyutlarda artan bir bela olarak tanımlanabilir.
Beyin hücrelerinin zamanla ölümüne bağlı olarak gelişen hafıza kaybı, bunama (demans) ve genel anlamda bilişsel fonksiyonların azalması durumu, Alzheimer hastalığı olarak adlandırılmaktadır. Sosyal sınıf, cinsiyet, etnik grup ya da coğrafi bölge ile ilgili olmayan demans, tüm dünyada benzer sıklıklarda görülmekte ve toplumun bütün gruplarını etkilemektedir. İlk evrelerde yalnızca basit unutkanlıklarla kendini belli eden hastalık, zamanla hastanın yakın geçmişte yaşadığı olayları unutmasına ve aile fertleri ile yakın çevresini tanıyamamasına kadar ilerleyebilmektedir.
Her insanın bu hastalığa yakalanma riski vardır. Uzmanlar, sağlıklı beslenmenin ve uykunun bu hastalık açısından önemli olduğunu belirtmektedirler. En önemlisi ise fiziksel ve zihinsel egzersizler yapmaktır. Satranç, bu konuda beyin için önemli bir egzersiz olarak öne çıkmaktadır; çünkü insanı analitik düşünme becerisi kazandırmaktadır.
Ben bir Alzheimer yakını olarak ayakta Alzheimer’dan bahsetmek istiyorum. Bakan açısından belki de en zor evre, ayakta hasta evresidir. Bu evrede, hastanın beyin fonksiyonları normal olmadığı için kendilerini sürekli huzursuz hissederler; bulundukları ortamı tanımadıklarından oradan uzaklaşmak isterler ve sürekli olarak eve gitmek arzusu taşırlar. Eğer evde biri yoksa bu durum oldukça sıkıntılı hale gelebilir; hasta dışarı çıkıp kaybolabilir. Böyle durumlarda “sevgili izi” adı verilen bir dövme ya da takip cihazı (telefon, saat) ile hastayı kaybolduğu durumlarda bulmak mümkün olabilmektedir.
Benim annem bir ara beni tanıyamadı ve fotoğraflarımı alarak karakola gidiyordu. Karakolda durumu bildiklerinden onu eve getiriyorlardı. Sürekli etrafında olmak, yalnız bırakmamak gerekir; bu da yakınına bakan kişi için hayatı zorlaştırmaktadır. Kişinin bütün sosyal hayatı bitmektedir. Bakıcı da bu hastalar için her zaman yararlı olamayabiliyor; çünkü hastanın bulunduğu yerle ilgili sürekli kaygıları olduğundan, peşinde sürekli dolaşmak gerekiyor. Bu durumda bakıcı, genellikle yatan ileri evre hastalarında daha faydalı olmaktadır. Tabii bir de bakımevi meselesi var; bu, tartışmaya oldukça açık bir konu. Elbette zor, yıllarca bize bakan anne babalarımızı bakımevine bırakmak. Allah kimseyi bu çaresizlikle bırakmasın. Gerçi bazen hastanın sağlığı ve bakımı açısından bu zorunlu olabiliyor.
Bir de bu tip hastalarda yakınlarını tanımama sorunu vardır. Sürekli yanında olan oğlu, kızı gibi yakınlarını tanımıyor; bazen onları kovalıyor, bazen de onlardan kaçmaya çalışıyor. İletişim kurmak neredeyse imkânsızlaşmaktadır. Öfke ve sinir nöbetleri geçiriyorlar. Böyle zamanlarda bakan kişinin sakinliğini koruması ve hastaya şefkatli, güven verici davranması gerekmektedir.
Alzheimer’ın her evresi, özellikle bakan kişi açısından çok zorlayıcıdır. En önemlisi sakinliğini korumaktır. Bakan kişinin sosyal yaşamı alt üst olur; duygusal ve fiziksel sıkıntılar baş göstermeye başlar. Oldukça yıpratıcı bir süreçtir. Bu durumlarda bakan kişi tek olmamalıdır. Bakım verenler arada kendine bir yaşam alanı oluşturmalıdır ki sinirleri sağlam kalsın ve hastaya bakım daha kolay hale gelsin. Hem bu hastalığa dayanmak hem de sevdiğiniz kişinin önünüzde eridiğine tanıklık etmek, özellikle ileriki evrelerde oldukça üzücü bir süreçtir.
Hangi tür demans olursa olsun, yavaş yavaş sizin tanıdığınız kişi olmaktan uzaklaşan sevdiğiniz birine bakmak oldukça zordur. Hayata onun penceresinden bakmayı öğrenmeliyiz. Aksi takdirde yaşamı hem onun hem de kendimiz için zor bir duruma sokmuş oluruz.
Çözümü olmayan bir durum olmasına karşın yine de umut her zaman vardır diyerek umudumuzu yitirmeyelim.