Üniversite, bir Orta Çağ deyimi olan Latince universitas magistrorum et scolarum’un kısatlması olan Universitas’dan türeme, profesörler (eğitimciler) ve öğrenciler topluluğu anlamına geliyor…
Bugünün modern üniversitelerinin ataları, Orta Çağda, Avrupa’da XI’inci yüzyıldan itibaren ortaya çıktı… İdeolojik meşrulaştırma referansları teolojiye (dine) dayanıyordu. Kurulmaları- açılmaları-kapanmaları, işleyişleri doğrudan Kilise dahilindeki tartışmalara bağlı bir seyir izledi…
Batı Avrupa’da ilk üniversite İtalya’nın kuzeyinde, 1088 yılında Bolonya’da kuruluyor, onu 1215’de Fransa’da Sorbonne izliyor. İngiltere’de 1243.’de Cambridge, 1248’de Oxford, Almanya’da, Heidelberg üniversitesi 1386’da Tubingen 1388’de kuruluyor ve giderek sayıları artıyor…
Müslüman coğrafyada ve Osmanlı İmparatorluğunda da Medreseler, Tekkeler ve Zaviyeler var…
Üniversiteler kapitalizmin egemen üretim tarzı haline geldiği XVIII’inci yüzyıldan itibaren dönüşüme uğruyorlar. Yeni egemen sınıf olan kapitalist sınıfın, bir bütün olarak burjuvazinin çıkarlarıyla uyumlandırılıyorlar…
Modernite ve Aydınlanmanın düşünsel-ideolojik alanda yarattığı devrim, eğitim alanındaki değişimi de tetikliyor…
O tarihten sonra dine (teolojiye) dayalı eğitimin yerini rasyonalizme (akılcılığa) dayalı eğitim sistemi almaya başlıyor… Gerçi “akılcılığa” dayanıyor, ama “kimin aklına dayandığı” pek sorun edilmemek kaydıyla… Alfabetizasyon da denilen zorunlu temel eğitim, insanlar ‘aydınlansın’, şeylerin gerçeğine nüfuz etsin, “bilinçlensin” diye gündeme gelmedi… Asla öylesi halisane amaçlar söz konusu değildi… Yeni egemen sınıf katına terfi eden kapitalist sınıfın, burjuva devletin, ‘alfabetizasyondan’, temel eğitimden iki beklentisi vardı: ‘işçilerin beceri yeteneğini geliştirmek, sanayinin ihtiyacı olan yetiştin işgücünü sağlamak ve çocukların/ gençlerin egemen ideolojiyi (bizde resmî ideolojiyi) içselleştirmesini sağlamak… Aslında büyük bir ilerleme sayılan zorunlu temel eğitim, çocukların düşünme yeteneğini dumura uğratıyor, sömürü düzenine uygun kafalar yetiştiriyor…
Osmanlı İmparatorluğunda Batı modelinde ilk üniversite olan Darülfünûn 1863’de kuruluyor… Sık sık açılıp-kapatılıyor… Kapalı olduğu dönem açık olduğu dönemden daha çok… 1933’de Üniversite reformuyla yerini İstanbul Üniversitesi alıyor… Ankara Üniversitesi de 1943 yılında kuruluyor, ama yüksek öğretim kurumları vardı… Mesela, Ankara Hukuk Mektebi 1925’de açılıyor… Benim Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde öğrenci olduğum 1960’lı yılların başında Türkiye’de 6 üniversite vardı. Bugün 65 özel, 123 Devlet olmak üzere 188 üniversite var…
Üniversitelere dair retorikle realite arasında her zaman büyük bir uçurum vardı… Başka türlü söylersek, gerçekte var olan reel üniversite, tevatür edilenden farklıydı… Üniversitelerin her türlü düşüncenin özgürce/sınırsızca tartışılabildiği, yeni ve orijinal fikirlerin filizlenip-yeşerdiği, evrensel bilginin-bilimin üretildiği, paradigma yıkan-paradigma kuran kurumlar oldukları, her dönemde toplumun birkaç adım önünde olan, ‘bilim yuvaları’, özgür tartışma odakları oldukları şeklinde yaygın bir tevatür üretilmiş durumdadır… Oysa, gerçek dünyada var olan üniversite, hiçbir zaman tevatür edildiği gibi değildi…
Eğer gerçekten tevatür edildiği olsaydı, dünya bugün halde olur muydu? Büyük İnsanlık, açlıkla, yoksullukla, sefaletle, anlam kaybıyla, ekolojik yıkım ve iklim kriziyle cebelleşir miydi? İnsanlığın, tüm canlıların geleceği riske girer miydi?
Tarih sahnesine çıktıkları dönemden bu yana üniversiteler hiçbir zaman ilerici düşünce odakları, paradigma yıkıcı- paradigma kurucu kurumlar olmadılar… Her zaman ve genel bir çerçevede sınıfsal çıkarların bekçiliğini yaptılar…, Sermayenin ihtiyacı olan ‘yetişkin işgücünü’ ve kapitalist devlet çarkını döndürecek kadroları yetiştirdiler, burjuva devleti meşrulaştıran, bu amaçla da egemen ideoloji üreten (bizde resmî ideoloji) kurumlar olmanın ötesine geçemediler…
Türkiye’deki üniversiteler de Batı’dakilerin kötü kopyasıdır…
Üniversiteler uzman yetiştiren kurumlardır. Üniversite üyesi de bir uzmandır… Uzman maddi-sosyal gerçekliğin çok dar bir alanında derinlemesine bilgi sahibidir, ama bütünden habersizdir… Ağacı görür de ormanı görmez…Oysa, gerçek bütünledir, hakikat bütündedir… Kapitalist toplumda sosyal düşünce parçalanmış, dar uzmanlık alanlarına, küçük küçük kompartımanlara hapsedilmiş durumdadır…
Üniversite (akademi) bilgiyi kapıyor, üniversitenin duvarlarının arkasına saklıyor, bilimsel bilginin, eleştirel düşüncenin toplumla buluşmasını engelliyor… Esasen üniversite, ölü bilgilerin depolandığı yerlerdir… Dili ve retoriği de zaten anlaşılmamak üzerinedir… Anlaşılmayacak ki, uzmanın uzmanlığı, farkındalığı ortaya çıksın…
Kişisel bir anektot şöyle: Bir konferanstan bir izleyici avukat, “hocam, Paradigmanın İflası bilimsel değil” dedi… Nasıl yani dedim, “anlaşılıyor” dedi… Ben de “iyi ki bilimsel değil …” dediğimi hatırlıyorum…
Şeyler, sosyal olgular ve süreçler sürekli değişiyor. Oysa, onları tanımlamak, adlandırmak, bilince çıkarmak, anlamak üzere kullandığımız kelimeler, kavaramlar, söylemler zamanla eskiyor, hatta ölüyor; zira onların da bir ömrü var, bir tarihi var… Kullanmaya devam ettiğimiz kelimeler ve kavramlarla maddi sosyal gerçeklik arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkıyor…
Ölü bilgilerle dışımızdaki gerçekliği düşündüğümüzü, anladığımızı sanıyoruz… Güneşli bir havada güneş gözlüğü takmak daha iyi bir görüş sağlar, ama güneş battıktan sonra da gözlük takmaya devam edilirse, gözlük artık işe yaramamakla kalmaz, görüşü daha da zorlaştırır…
Belirli bir eşik aşıldığında, belirli toplumsal olgular ve süreçler için kullandığımız kelimeler ve kavramlar eskiyor, karşı geldikleri gerçekliği artık ifade edemez duruma geliyorlar… Nitekim, Spinoza “gözlüğünü parlat”, Marx, “her şeyden şüphe et”, Lenin de “her şeyi gözden geçir” derken, bizi ölü bilgiler hususunda uyarıyorlardı…
Bir kurumun üniversite adını hak edebilmesi sermayeden ve burjuva devletten bağımsız olmayı, özerkliği varsayar… Özerklik, ifade özgürlüğünün, düşünce özgürlüğünün, araştırma özgürlüğünün güvencesi/garantisi/ olduğu için son derecede önemlidir… Zira, bilimsel- entelektüel-estetik etkinlik ifade özgürlüğünün, düşünce özgürlüğünün olmadığı yerde mümkün değildir…
İkincisi, üniversite’nin kendine mahsus bir tarzı-üslubu olması gerekir… Üniversite herhangi bir devlet kurumu değildir, olmamalıdır… Üniversite üyesi de herhangi bir “memur” değildir ve olmaması gerekir… Üniversite diğerleri gibi sadece ekmek parası kazanılan, meslek edindiren bir kurum olamaz… Bilimsel/entelektüel/estetik kaygıları olanların topluluğu olması gerekir…
Türkiye’de üniversiteler hiçbir zaman üniversite tanımına uygun kurumlar olmadılar… Esasen kutsal devlet anlayışı ve bağnaz, boğucu-köşeli bir resmî ideoloji geçerliyken, özerk kafaların, özerk kurumların yaşamasına izin verilmezdi ve verilmedi… Bizde üniversite denilen kurumlar resmî ideolojiyi en çok içselleştirmiş kurumların başında geliyor… Özgür düşünce ve radikal eleştiri en büyük tehlike sayılıyor ve gereği yapılıyor… Rejimi sorgulamaya teşebbüs eden mayınlı alana girmiş sayılır…
Paradigmanın İflası adlı kitabım yayınlandıktan 15 gün sonra ‘İstanbul 3 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’ tarafından soruşturma açıldı. Yayınevinin avukatı (doğru hatırlıyorsam Eren Keskin olacak…) savcıya: “Bu kitabın yazarı üniversite üyesi, bir akademisyen, kitap Türkiye’nin 70-80 yıllık döneminin bilimsel tahlili, dolayısıyla kitabı bölücü örgüt propagandasıyla ilişkilendirmek uygun olmaz” diyor. Savcı: “Hem devletin ekmeğini yiyeceksin hem de onu yıkmaya çalışacaksın, yağma yok” diyor… Uzun bir yargılamadan sonra ceza verildi. Davayı Yargıtay’a taşıdık… Master tezi hazırlar gibi bir savunma hazırladım. Duruşmayı Ankara’nın ünlü avukatlarında Şenal Saruhan’da izliyordu… Çıkışta: “Bu savunmadan sonra hala ceza verirler mi” dedim, “Hocam senin cezan dava açıldığı gün verilmişti” dedi….
Üçüncüsü de üniversitenin kendini savunabilmesi gerekir. Tabii kendine mahsus yöntem ve araçlarla… Topla, tüfekle, kalaşnikofla, tankla, füzeyle değil… Mesela Amerikancı-NATO’cu askerî cunta YÖK’ü dayatmak üzere harekete geçtiğinde, üniversite üyeleri, öğrenciler, üniversite personeli, kamuoyunun da desteğini alarak, saldırıya karşı çıkabilseydi ki, bu mümkündü: “Biz, üniversite üyeleri olarak, varlığımıza yönelik bu dayatmayı, bu düzenlemeyi reddediyoruz, akademinin birer askerî kışla haline getirilmesini asla kabul etmiyoruz” deselerdi, bilim namusunun, entelektüel dürüstlüğün gereği olan tavrı ortaya koyabilselerdi, YÖK saldırısı püskürtülebilirdi… Her şeye rağmen dayatılsa bile bu kadar uzun ömürlü olmazdı…
Üniversite’nin (Akademinin) bu tavrı karşısında askerî cunta iki şey yapabilirdi: Üniversiteyi kapatmak veya geri adım atmak… Üniversiteyi kapatmak sadece birkaç yüz bin öğrenciyi angaje etmez… Onların anaları, babaları, kardeşleri, akrabaları, yakınları var. Üniversiteyi kapatmak toplumun önemli bir bölümünü, milyonlarca insanı karşısına almak, cezalandırmaktır…
Üniversite rektörleri, dönemin akademi başkanları YÖK’e karşı çıkmak bir yana, Cunta şefinin huzurunda esas duruşa geçtiler… Anlı-şanlı İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi cunta şefi Kenan Evren’e hukuk alanında fahri doktora (docteur honoris causa) unvanı bile verdi… Tabii unvanın hukuk alanında verilmesi de ayıbı daha da büyütmek demekti… Bir kısım üniversite üyesi de meslektaşlarını cuntaya ihbar ettiler… Ve YÖK’ten bugüne 42 yıl geride kaldı, nerdeyse yarım yüzyıl…
Gerçi Türkiye’de hiçbir zaman kelimenin gerçek anlamında üniversite olmadı, ama her zaman sayıları çok az da olsa gerçek bir üniversiteye yakışan üniversite üyeleri vardı. Bugün de var… Bu salonda da var… Bilim namusuna, entelektüel dürüstlüğe sahip, söylediklerinin arkasında sonuna kadar duran üniversite üyelerinin başına nasıl çorap örüldüğü de ilgili herkesin malûmudur… Tabii özgür düşüncenin, özgür yaratıcılığın, eleştirel düşüncenin iflah olmaz düşmanı olan bu rejimin en önemli düşünürlerine, yazarlarına, şairlerine, sanatçılarına, bilim insanlarına, üniversite üyelerine neyi reva gördüğü de bir sır değil…
Bizde ortalama üniversite üyesi kafası memur kafasıdır…
Paradigmanın İflası’ndan açılan dava sonuçlanıp, cezası kesinleşince, asistanlarımızdan ikisi kısa bir protesto metni yazıp imzaya açıyorlar… Hocalardan biri, “ ben bu bildiriyi imzalamam” diyor… “Neden imzalamıyorsun” dediklerinde, “devlet ceza verdiğine göre demek ki bir bildiği vardır “ diyor. Aslında bu bir istisna değil… Üniversite üyelerinin kahir ekseriyeti kutsal devletin bekçisidir… Türkiye’de üç çeşit uzman var: konunu azmanları, her konunun uzmanları, bir de AKP döneminde zuhur eden “yerli ve milli uzmanlar’… ‘Uzmanlar’ her akşam neden öbek öbek televizyon kanallarında boy gösteriyor sanıyorsunuz…
Bir şey daha: Eğer üniversite gerçek üniversite olsaydı, misyonunun ve varlık nedeninin gereğini yapabilseydi, Türkiye bu günkü bu sefil duruma düşer miydi…
Bidayette üniversitelerin misyonu ideolojikti, egemenlik sistemini meşrulaştırıyorlardı. Kapitalizm çağında ekonomik işleve de koşuldular… Şimdilerde, neoliberal küreselleşme çağında da diploma ticareti yapılan, ticarethanelere, kapitalist işletmelere dönüşmekteler… Esasen her şeyin metalaştığı, şeyleştiği, paralılaştığı, soysuzlaştığı bir çağda başta türlü olmaları mümkün değildir…
Şimdilerde teknik bilim kâr etmenin ve savaşın hizmetinde… Sosyal bilim denilen de burjuva egemenlik sistemini meşrulaştırıp-dayatmanın hizmetinde…
Özgür Üniversite, bir üniversite nasıl olabilir- olmalıdır sorusuyla ilgilidir… Özerk değil, tam bağımsızdır… Gönüllülük temelinde faaliyet gösteriyor… Bilinen anlamda bir özel üniversite değildir… Öğrencilerin çok küçük katkılarıyla varlığını sürdürüyor… Hocalar gönüllü ders veriyor… Gönüllülük temelinde 32 yıldır faaliyetini sürdürüyor… Hiçbir odağa bağlı değildir… Hiçbir kurumdan destek görmüyor, nemalanmıyor…
Kuruluş Bildirgesinde şöyle deniyor:
İşte Türkiye ve Ortadoğu Forumu böyle bir tespitten yola çıkıyor ve eleştirel bilgiyi emekçi kitlelerin hizmetine sunmanın gerekli ve mümkün olduğunu ilan ediyor. Emekçilerin devletten ve sermayeden bağımsız, eğitim kurumları ve ideolojik müdahale araçları oluşturmaları gerçek bilimin ve eleştirel düşüncenin de bir gereğidir. Zira, gerçeğe ihtiyacı olanlar da bilime ihtiyacı olanlar da onlardır ve “devrimci olan da sadece gerçeğin kendisidir”. Sermayenin küresel saldırısından zarar görenler aynı zamanda bilimsel bilgiye ihtiyacı olanlardır. Ve bu coğrafyada ezilen halkların özgürleşme çabası ve onların anti-emperyalist mücadelesi, dayatılan karanlığı ve gericiliği püskürtebilecek potansiyele sahiptir. Geriye potansiyeli bilince çıkarmak, olanaklarını araştırmak kalıyor. Zaten Türkiye ve Ortadoğu Forumu ve Özgür Üniversite’nin varlık nedeni de budur.
Forum ve Özgür Üniversite, eleştirel bilimsel bilginin, (zira eleştirel değilse bilim de değildir) yönetilenler, sömürülenler ve ezilen halklar yararına yeniden üretebileceğini kanıtlama iddiasıyla ortaya çıkıyor. Ve işçilerin, işsizlerin, yoksulların, sermaye düzeni tarafından dışlanmışların, kimlikleri bastırılmış halkların, onurlu aydınların ortak çabalarıyla, kendi bilim kurumlarını, kendi “organik aydınlarını” eğitim süreçlerini, kendi dillerini, bilimsel yöntem ve araçlarını, üniversitelerini, tartışma kültürlerini, enstitülerini, yazar ve araştırmacılarını, düşünürlerini yaratabilecek potansiyele fazlasıyla sahip oldukları inancıyla yola çıkıyor.
Velhasıl bize dayatılan sefil sürece müdahale etmek, bizim irademizi aşan bir şey değil…
*(Özgür Üniversite’nin “Üniversite’ye (Akademiye) Dair Tevatür ve Gerçek” temalı güz dönemi açılış sempozyumu açılış konuşmasıdır. (5 Ekim 2024’)…