Mazlum Çetinkaya
Senin bencil ve benim kendime yakın yanlarım kanıyordu, gökyüzüne baktım, unuttuğum yüzüne bir ilmek attım. Sen sevmeyi ne bilirsin ki dedin, hep böyle derdin akşam olunca … Keşke öğreten biri olsaydı dedim, sevmeyi öğreten biri olmadı bana, keşke olsaydı, senin kadar şanslı değildim.
“Benim doğduğum köyleri
Akşamları eşkıyalar basardı.
Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
Konuş biraz!” dedim.*
Hasta, ateşler içindeyken bile ellerini tutacak biri olsun istiyorsun. Kendinin olmayan rüyalara uyanıyorsun, kalbinde hep bir optik yanılma, kırılma, bir serap oluyor her şey sanki.
Bakıyorsun aşkın hanesinde sıfır kalmışsın, tekrara düşmüşsün. Kulağıma eğilip, “üşüme” dedi gece, incecik sesiyle, bazı sesler çok uzaktan bile o kadar yakındır ki!
Hayatın elinde kötü bir oyuncak gibi duruyorsun sonra, hangi yana savursalar oraya düşüp doğruluyorsun bir hacıyatmaz gibi, peki koşturmak ama nereye kadar, toprağın teninde solacak olan bu ömür için mi?
Sonra zaman, ağzımın eşiğinde çürüyen zaman, ne diyeyim ben sana. Kent kent kendimden kaçar gibi kaçıyorum, geceye konuştuğum her söz boğazımda düğüm oluyor. Düşmemelisin dedi gece, düşmemelisin!
Karanlıkta memesi yırtılan bir kadın kendine bir şarkı seçti.
Bir tren kalkar eski bir gözyaşının üzerinde yol alırken seni bekledim.
Dünyanın hafifliğine dayanamayıp ortasından kırılan bir ağacın sesiyle irkildim. Sende bir hasret vardı seni ve beni aynı kâğıda soran bir hasret. Sende bir hasret vardı, saat beş dediğinde beni yatağımdan uyandıran bir hasret, düşler sokağına baktığım, yağmurun beni bir haritaya doğru sessizce sürüklediği bir hasret.
Bir biblo düşüyor yere, parçaları ayağıma korku gibi saçılıyor, kandan taşmış bu terliği çıkarıyorum ayağından, konuşmuyoruz, burada kimse konuşmuyor, terlik kandan kırılmış, terlik kanla yorulmuş…
Hayallerimi süsleyen eski çirkin bir ayağın üzerinde duruyor gözlerim, tanımadığın kedilerin annesi oluyorsun tanımadığım bir sokağın köşesinde.
Ekranlardan ve uçaklardan yeryüzüne doğru nokta düşüşü yapan Afgan halk türküleri, karanlığın yüzü talebeler, Taliban’lar, yüzüyle utancın aynasını kıran dünya liderleri, geç kalınmış bir yeryüzü, geç kalınmış adalet adet olup bir türlü kendine gelmiyor.
Sessiz bir Afgan kızının çığlığı göç yollarında çiçek açıyor. Aynı saatte bizim acı çektiğimiz bu coğrafyada yaşlı bir adam başı önde toprağı eşeliyor eline aldığı bir taş parçasıyla, duvar dibinde derin bir düşüncenin sensizliğine sırtını vermiş…
Milli güvenlik telaşı yaşayan aşklar, uluslar, duvarlar, sınırlar, ihanetler, yeminler bir bir dökülüyor sanki yeryüzünden her şey.
Kendime doğru yaktığım bir kibrit kokusuna irkiliyorum, bir anons yapılıyor sonra, uzun bir yola çıkıyoruz diyor kimse sevdiklerini unutmasın geride. Bir uçak havalanıyor yeryüzünden sahipsiz gökyüzüne doğru, kuşlar eşlik ediyor bize, rüzgârdan bir sevinç ellerimize vuruyor, otomatik pilot devreye girip kanatlar kapansın diyor, önce ellerim üşüyor sonra gövdem ağırlaşıyor, yeryüzü yakınlaşıyor, bizi tanımayan kanatlardan ayrılıyoruz, aşağıdaki Taliban çığlıklarına doğru düşüyoruz, yeryüzünün adaletine doğru kimimiz düşüyoruz kimimizi atıyorlar.
Bedenim kaç parça bilmiyorum, ağıtlarımız besteleniyordur şimdi piyano tuşlarında, Afganlı bir garson elinde pirinçten bir tepsiyle şarap ikram ediyor size.
*Cahit Külebi’nin Hikâye adlı şiirinden