Nefes alışın kesik kesik, sesin hırıltılı çıkıyor; gözyaşlarını elinin tersiyle silip, dağı seyre dalıyorsun. Uzun zamandır gökyüzüne yüzünü çevirmemiştin. Hiçbir rengin gücü, mavinin şaşkınlığı kadar sana sonsuzluğu anlatamıyordu.
Taştan yayılan sıcaklık içini ısıtıyor. Güneş, göğüs kafesine doğmuş gibi. Sırtını incecik gövdesine yasladığın ağaç, duygularından etkilenmiş gibi sarsılıyor. Kızılcık taneleri düştükçe, bağdaş kurup oturduğun taş, sanki kanıyor. Uzun gölgeler boyu dağa bakıyorsun. Bakışlarından süzülen ateş, eteklerinden zirvesine kadar dört bir yanını sarıyor, sarsıyor, yakıyor, anımsatıyor.
Gencecik yaşında hayatını kâbusa çeviren o gece, ilçedeki erkekler atlara binip dağa gitmişlerdi. Tan ağarıncaya değin gidenlerden dönen olmamıştı. Bastığı toprağı titreten Bergüzar, öfke içindeydi. Kırmızı ipek elbisesi, adımlarının hızından rüzgâra tutulmuş gibi sağa sola savruluyordu. Gidenlerin ölüm getireceğinden emindi. Şarap karası gözlerinden nefret akıyordu. Kin dolu bakışlarını güneşe çevirse güneş kararırdı.
“Bu iş bugün bitecek! Ve sen!.. Kustuğun kanda boğulacaksın!” diye haykırıyordu.
Sesinin şiddeti mideni bulandırdı. Yüzüne bakmasan da varlığından tiksiniyordun. Bir zamanlar dünya onun çevresinde dönüyordu. Başını göğsüne yaslar yaslamaz bedenini güven ve huzur kaplardı. Saçlarına dokunan parmaklarından yayılan sıcaklık ruhunu düşten düşe uçururdu.
Hayatta başka mutlulukların, coşkunun, acının yaşanacağını henüz tatmamıştın. Kimi duyguların insanı delirttiğini, kanayan yaranın asla iyileşmeyeceğini daha bilmiyordun. Seni doğuranın sevgisinin, şefkâtinin, merhametinin içinde kaybolmuştun. Tâ ki o gizemli, o şaşkın, o uçarı, rüzgâr olup yüreğini estiren duyguyla tanışıncaya değin. Fırtınaya yakalanan balıkçı kayığı gibi her şey alabora olmuştu. Ne yapacağını, nasıl davranacağını, hangi sözcüklerle konuşacağını unutmuştun.
Bedenin yenilenmiş, hafiflemiştin. Teninin, duygunun, düşüncenin bir kokusu olduğunu keşfetmiştin. Ruhun ve bedenin bilmediğin bu duygunun etkisiyle tomurcuklanmıştı.
14 Nisan, belediyenin düzenlediği törenle her yıl coşkuyla kutlanırdı. İlçenin düşmandan kurtuluş günü olarak tarihe geçmişti. Belediye başkanı, yöneticileri, ilçenin zenginleri, üst düzey devlet memurları için uzun bir protokol masası hazırlanmıştı. Takım elbiseli, kravatlı insanların arasında oturmaktan sıkılmıştın. Hepsi babanın gözüne girmek için yarış halindeydiler. Annenden izin alıp, şenlik alanında aylak aylak dolaşmaya başladın. Tören alanının dışına çıkınca, kendini daha rahat hissettin. Çimenlerin üzerine gelişi güzel bırakılan sırt çantasının yakınındaki kitabın adı dikkatini çekti. “Araratın Karanlık Yazı.” Çanta sahipsizdi. Etrafına bakındın, kimseyi göremedin. Birazcık bekledin. Gelen-giden olmayınca kendine engel olamadın ve eğilip kitabı aldın. Sayfaları arasında dura dura kendi kitabınmış gibi göz gezdirdin.
Kitabın satırları arasında kaybolmuştun. Öylesine dalmıştın ki seni merakla izleyen çağla yeşili gözlerin farkına dahi varamamıştın. Dal gibi incecik bedeniyle karşında duruyordu. Lüle lüle siyah saçları, yeni uzamaya başlamış sakalına karışmıştı. Adını söyleyerek elini uzattı. Şaşkınlıktan kitabı elinden düşürdün. Kitabın sayfaları arasındaki fotoğraflar etrafa saçılınca, iyice utandın. Telaşla fotoğrafları toplamaya çalıştın. Kitabı ve fotoğrafları usulca çantanın üzerine bıraktın. Kendini tanıtmak için elini uzatan Arar, gülümsüyordu. Elini elinden çekemedin. Sanki zaman donmuştu. Konuşamıyordun. Yalnızca çağla yeşili gözlerine bakıyordun. Söylediklerini işitmiyordun. Dünya susmuştu. Sen susmuştun. Yanına yaklaştı. Adını sordu. Susuyordun. Saçına dokunduğunda sırtından beline doğru ılık ılık ter indi. Pembeye çalan yanakların kızardı. Kalbinden yayılan ses, toprağa bir tohum gibi düştü. Yer gök birbirine karışmıştı. Suna’nın sesiyle kendine geldin. “Zeynep! Zeynep! Bir saattir seni arıyorum. Ne yapıyorsun orada? Annen seni soruyor.” “Nereye kayboldu bu kız? Çabuk gelsin!” diyor. Çekinerek “Adım Zeynep.” Arar gülümsedi. “Lise son…” tümceni tamamlamadan koşarak Suna’nın yanına gittin. Suna’nın sorularına aldırmadan birlikte şenlik alanına girdiniz. Annenin soru dolu bakışlarını avucunla boşluğa bıraktığın öpücükle savuşturdun. Bergüzar’ın gerili yüz kasları birden bire yumuşadı. Resmi Törenin ardından eğlence de bitince babanın makam arabasıyla eve doğru yol almaya başladınız. Annen sendeki değişikliği fark etmişti. Nedeni üzerinde fazla düşünmedi. Açık havanın sana iyi geldiği, coşkunu artırdığı kanısına vardı.
İlçeye yeni atanan savcıyla ilgili topladığı dedikoduları ve gözlemini şehvetle anlatıyordu. “Jandarma komutanın dışında kimseyle konuşmadı. Mağrur mağrur oturdu. Sen, telaşından fark etmedin.” Babandan ses çıkmayınca “Reis! Reis! sana söylüyorum” diyerek sesini yükseltti. “Bismillahhhhhh! dün bir, bugün iki… Adam geleli daha bir hafta oldu hanım! Maşallah şeceresini çıkarmışsınız. Hem solcuymuş, hem alevi, bunlar yetmezmiş gibi bir de kürt. Vay babam vay. İstemediğimiz her şey var maşallah. Sen kafanı takma sultanım! Yaşayamaz o buralarda. Kök salamaz bu topraklara. Dinimiz, dilimiz, örfümüz âdetimiz var. Kutsalımıza laf söyleyene, sabote edene dünyayı dar ederiz. Allahsızları dize getiririz evvel Allah. Daha öncekilerin akıbetini biliyordur inşallah, değil mi kızım?…” Babanın sesiyle irkildin.
“Duymadım babacığım.” “Oooo biz kime anlatıyoruz hanım! Zeynep bizi dinlemiyor. Dalmış hülyalara” Utanıp sıkıldın. Yüzün kızardı. Suçüstü yakalanmıştın. Arar’ı düşünüyordun. “Erivan’dan Ağrı’yı görmeye gelmiş” İç sesinle konuşuyordun. Şaşkınlık ve hayranlık içindeydin. Parmaklarının saçına değdiği anı unutamıyordun. Yüreğini rüzgâra çeviren o sahne gözünün önünden gitmiyordu. “Yok, babacığım ben…” Annen imdadına yetişti. “Bahar çarptı güzel kızımı babası. Baksana yanakları pembe pembe.”
Arabadan iner inmez odana koştun. Yatağına sırt üstü uzanıp göz kapaklarını yumdun. Karşılaşma anınızı yeniden yeniden hayal edip yaşadığın an’a taşıdın. Kalbin, yumurtadan yeni çıkmış civcivin nefes alışı gibi çarpıyordu. Farkındalık duygusunu keşfedip, yüreğine sığındın. Onun duygularla yaşayan tek organ olduğunu düşünerek gülümsedin. Ne güneş, ne gökkuşağı, kalbinin sıcaklığını ve ışıltısını anlatamazdı. Annenin gür sesi, seni hayallerinden kopardı. “Zeynep! Yemek hazır! ” Yüzüne su serpip, masadaki yerini aldın. Birkaç kaşık çorbayı zoraki içtikten sonra, çatalla didiklediğin hindi etini yemeden masadan kalktın. Annen de baban da telaşlanmıştı. “Ne oldu kızım hastalandın mı? Hiçbir şey yemedin.” “Yok yok iyiyim. Şenlikte fazla yemişim herhalde. Canım istemiyor. Gidip ders çalışacağım. Yarına yazılım var.” Diyerek yeniden odana kapandın.
Tek çocuk olmanın olumlu ve olumsuz evrelerinde kulaç atarak hayatı öğrenmeye çabalıyordun. Zorlu bir yıl olacaktı. Üniversite sınavlarına girecektin. Özel hocalar, kurslar, dersler, önünde Ağrı gibi geçilmez duruyordu.
Duygularının dışındaki her şey gerçekliğini yitirmişti. Üniversite, sınav, ders, kurs, annen, baban, arkadaşların hepsi silinip gitmişlerdi. Zaman, Arar’la başlasın, Arar’la bitsin istiyordun. Derslere girmemeye başladın. İlk ve son derse giriyordun. Arada kalan zamanın tümünü Arar’la geçiriyordun. Gözlerden uzak, birbirinize yakındınız.
Anılarınızın bohçası zaman, tanığı ise Ararat’tı. Gölgesi, kimi gün yüzünüze, kimi gün sırtınıza düşerdi.
Aynı kalple konuşup, aynı kalple susuyordunuz. Senin için ulu bir dağ olan Ağrı, onun için köklerinin tarihiydi. Zirvesine birgün tırmanacağınızın hayaliyle merakla incelediğiniz Dağın eteklerinde dolaşıyordunuz. Doruğundaki kar’a dokunma düşünüz, Kürtçe’deki adı gibi sönmeyen ateşti.
Suna’larda ders çalışacağını söyleyerek cumartesi günü evden erkenden çıktın. Annenin altın günü vardı. Evin temizlik ve yemek işini yapan Zilan’la Annen hummalı bir çalışma içindeydi. Eee başkanın karısına yaraşır bir sofra kurulması gerekiyordu. Bu kargaşada kolaylıkla izin aldın. Altın günlerinde Suna’lara gitmene ses çıkarmazdı. Babanın makam arabasıyla Suna’lara gittin. Sürücü, annenin akrabasıydı. Suna seni sahanlıkta karşıladı. Arkadaşına sarılıp teşekkür ettin. Yanağına minicik bir öpücük bıraktığında; neşe içindeydin. Suna olacaklardan haberdar gibi tedirgin ve huzursuzdu. Yüreğin ağzında, buluşma yerine gittin. Arar’ın elini tutar tutmaz Ağrı’ya doğru yola koyuldunuz.
Ararat’ın ikinize şemsiye olan o sihirli gölgesi altında göz göze gelişinizi anımsayıp neşeyle birbirinize sarıldınız. Efsaneye göre; Ağrı Dağının gölgesi altında karşılaşan kişilerin aşkları da ölümsüz olurmuş. Bakışlarınızda güneşin izleri, yüzünüzde; baharın şamatası, nisanın yağmuru, mayısın çiçekleri, teninizde toprağın kokusu vardı. Zaman, kendi yolunda su gibi akıp gidiyordu. Güneş yüzünüzde, parmaklarınız birbirine kenetli, Dağın bir parçası gibiydiniz.
Adının çağrıldığını duyunca irkildin. Bir küfür gibi karşında duruyorlardı. Seni nasıl bulduklarını anlamaya çalışıyordun.
Sürücü, Suna’yı kırtasiyede görmüştü, sonra da takip etmişti. Suna eve gitmeyince…
Çiçek bozuğu yüzü öfkeden mi, yoksa utançtan mı morarmıştı, kestiremiyordun?..
Her sabah seni okula bırakırdı. Göz göze geldiniz. Başını annene doğru çevirdi. Babanın bir adım uzağında makam arabasının anahtarını tespih çevirir sağa sola sallıyordu. “Suna!..” diye mırıldandın.
Baban, annenin kolundan sıkıca tutmuştu. Adım atmasını engelliyordu. Bergüzar’ın kulakları sağır eden sesi, Dağı delip ilçenin sokaklarına ulaştığında, fısıltı gazetesi çoktan evlere girmişti.
“Sen bizi canlı canlı mezara soktun. Rezil! Utanmaz! Seni doğuracağıma taş doğursaydım. El içine hangi yüzle çıkacağız? Söyle bana! Kaldır başını! Gözüme bak! Bir Ermeni dölünün elini tutan o parmakları tek tek kırmazsam, dünya alem yüzüme tükürsün!..”
İlçede yaşayan kadın, erkek, yaşlı, genç, bütün halk, çocuklar bile sokağa dökülmüştü. Kalabalık alev almaya hazır çıra gibi tetikte bekliyordu. Saçlarından sürüklüyorlardı. Eve nasıl gelmiştin, kim getirmişti? Anımsamıyorsun. Annenin sesinin dışındaki her şey susmuştu. Küskün, kırgın, kırık ve döküktün. Tepkisizdin. Burnundan ağzına dolan sıcak kanın dışında hiçbir şey hissetmiyordun. Dudaklarından sürekli Arar’ın adı duyuluyordu. Eski eşyaların yığıldığı karanlık depoda ne kadar zaman geçirdiğinin farkında değildin. Demir kapı yüzüne öfkeyle kapatılmıştı. Ölüden farksızdın. Başın, dizlerinin üzerinde; depoya atılmış kanlı bir yastığa benziyordun.
Gecenin kör karanlığında atlara binip Dağa giden erkekler, Türklüğün şan ve şerefle süslü tarihini yeniden yazıyorlardı!
Ağrı’dan bir Ermeni’yi öldürmenin onur ve gururunu taşıyarak döndüler. Söz birliği etmişçesine hepsinin ağzından kahramanlık hikâyeleri dökülüyordu. Kahve, sokak, park ve bahçeler şenlenmişti. İlçenin her köşesi bayram havası içindeydi. Bergüzar: “Leşini kurtlara bırakmışlar. Kanı bozuk Ermeni’nin leşini kurtlar da yemez ya!… Murdar Gâvur! Murdar Gâvur! Başımıza nasıl musallat oldun?… Ölseydim de görmeseydim bu günleri.” diye haykırıyordu.
Doğduğun coğrafya, gencecik çağında sana da kirli yüzünü göstermişti. Yaşamın bir çember içinde döndüğünü, çemberin dışına çıkanların, vurulacağını bilmiyordun. Çemberin dışında yaşanan aşkın, ölüme eşdeğer olduğundan habersizdin.
Vatanın, dinin, dilin, ırkın, rengin, milliyetin, cinsiyetin, etnisitenin aşktan daha üstün olduğunu, tanıdığın tanımadığın bütün insanlar karşına dikilerek, yerlerde sürüyerek, yüzüne tükürerek öğretmişlerdi.
Yüreğin, çığlık çığlığa içine kapanmış, iyice kararmıştı. Hayattan soyutlanıp yaşayan bir ölüye dönüşmüştün. Kurduğunuz, kurmaya çalıştığınız ve de kuramadığımız bütün hayallerin renklerini soldurmuşlardı. Arar’ın elini tutarken, bambaşka bir yaşamın rüyasını, bambaşka bir yaşamın varlığını görmüştün. Birlikte gülüşünüz, geçmişin karanlığını silmişti. Umutlu gözleriniz; Ağrı’nın kuzey yüzünü maviye boyamıştı.
Yaşadıkların ölümden daha gerçekti. Artık hayatın içinde değildin. Seni yok etmişlerdi. Şimdi zalimlerin dünyayı nasıl gördüğünü görebiliyordun. Hayatları sahte, yalan ve yanlıştı. Sessizce çarpan kalbindeki duygular, onların sahteliğine, yalanına karşı duruyordu. Ruhunu teslim alan acı, değişip yenilenmene neden oldu. Aşk ayrılığının ölümden daha beter olduğunu söyleyenlere; ya ikisini birden yaşasaydınız, nasıl bir ateşin içinde kavrulduğunuzu anlatabilir miydiniz? Diyemedin.
Hayattan soğumuştun. Gittikçe derinleşen yalnızlığın kıyısında bekliyordun. Zorla içirdikleri ilaçları boğazını deşerek kusuyordun. Yapayalnızdın. Uyku ile uyanıklık arasında ruhunun uçurumlarında kayboluyordun.
Arar’ın nasıl öldürüldüğünü bilmiyordun. Ta ki kanlı gömleğine sarılı kesik parmaklarını Bergüzar suratına fırlatıncaya değin. Parmaklarına baktın. Öfkeden, korkudan, acıdan nefesin kesildi. Parmaklarından utanıp iğrendin. Bedenini parçalara ayırıp, Dağın eteklerine savurduklarını çok sonra öğrendin.
Baban, başından beri sessizliğini koruyordu. Annenin öfkesi bir türlü dinmiyordu. Yüzyıl da geçse dinmeyecekti. Geçmişin karanlığını devam ettiriyordu.
14 Haziran gecesi, Belgüzar’ın uçları dantelli beyaz yastığı kırmızıya boyandı. Doktorun uyuman için verdiği ilacı, bakır havanda parçalayıp toz haline getirdin. Çorba dolu kâsenin üzerine serpip karıştırdın. Babanın toplantısı vardı. Geç gelecekti. Zilan da izinliydi. Yemek masasında her zamankinden daha fazla kaldın. Oyalanıyordun. Annen şaşırdı. “Hayırdır!…” Başını sağa sola salladın. Bergüzar esnemeye başladı. “Bir ağırlık çöktü üstüme, biraz uzanayım. Sofrayı sonra toplarım” diyerek odasına gitti.
Balkondaki dolabın çekmecesine sakladığın keseri alıp sesiz adımlarla yatak odasına doğru yürüdün. Kapıya kulağını yaslayıp bir süre dinledikten sonra tokmağı yavaşça çevirip kapıyı araladın. Uyuyordu. Seslendin duymadı. Sarstın tepki vermedi. Nefes alışını izledin. Kesik kesikti. Keserle, başına, alnına vurmaya başladın. Yorganı üzerinden hışımla çekip, öfkeyle yere attın. Geceliğini giymemişti. Sütyen ve donla uyuyordu.
Ezilmiş kafasındaki siyah saçlarıyla tezat oluşturan süt beyazı bedeninin yanına sırt üstü uzandın. Hiçbir şey hissetmiyorsun. Ne acı, ne öfke, ne pişmanlık. Kollarını tavana doğru uzattın. Pembe lambanın ölgün ışığında parmaklarından damlayan kana bakıyordun.
Babanın gürültüyle dış kapıyı kapattığını duydun. Yataktan yavaşça kalkıp pencereye doğru yürüdün. Perdeyi yana çektin. Gözlerindeki karanlık, geceyi daha da karartmıştı. Güneş yarın kanlı bir güne doğacaktı.
Baban her zamanki alışkanlığıyla elini yüzünü yıkamak için banyoya gitti. Hızlıca odadan çıktın, banyo kapısını üzerine kilitledin. Suyun sesinden kilidin sesini duymadı. Elini telefona uzatıp ahizeyi kaldırdın. Kanlı parmaklarınla numarayı tuşladın. Telefon ilk çalışta açıldı. “Polis memuru…” Öfkeden arınmış bir sesle, anneni öldürdüğünü söyledin. Anlamadı. Yineledin. “Belediye Başkanının kızı Zeynep!. Annemi öldürdüm. Annemin başını keserle… ”
Zifiri karanlıkta ilçe yangın yerine dönmüştü. Koşan, bağıran, ağlayan, küfür eden, taş atan güruh bahçeye toplanmıştı. Savcı Hasan olmasaydı, seni de parçalara ayıracaklardı. Polis kıyafetiyle evden kaçırırcasına çıkardılar.
Hayat, artık üzerine kapanabilir; hiç varolmamışsın gibi yok sayabilirdi. Arar’dan ödünç alıp ürpererek okuduğun “Araratın Karanlık Yazı” kitabının kırmızı kalemle çizilmiş satırları vicdanındaki isyanı körüklemişti.
Acıyla, öfkeyle, ölümle ve hayatla el ele haykırmaya başladın.
“Anneler, yaşama karşı bir ihanettir. İncitip yok etmek için ak sütlerine ve vajinalarına sığınırlar.”
“Onlar, Meksika tanrıları gibi yaşam ve ölümle el ele yürürler.”
Emine AYDOĞDU