Çukurova’nın sarı sıcağında, bereketli topraklar göğün mavisiyle buluşurken, buraların bir parçası olmuş insanları düşündüm. Yüzlerinde doğanın izleri, sırtlarında ise tarih yatıyordu. Ben de onların bir parçasıyım, bir zamanlar Urfalı ırgat, şimdi ise Şehr-i İstanbul’da sinema emekçisi… Kameram elimde, her karede çocukluğumun ayak izlerini arıyor, bu toprakların unutulmuş öyküsünü bir araya getirmeye çalışıyordum. Çukurova’nın her bir köşesi, geçmişin derinliklerinden kopup gelen bir yankıyla çınlıyordu. Toprağa ayak basar basmaz, eski günlerin kokusu sarıyordu ruhumu.
Bizler, mevsimlerin ritmine göre yaşamaya alışmış, esmer bir ailenin çocuklarıydık. Her mevsim yeni bir mücadeleyi, yeni bir acıyı getirirdi. Göç, sadece bir yer değiştirme değildi; ruhumuzun köklerinden sökülmesi, anılarımızın silikleşmesi, kimliğimizin belirsizleşmesi demekti. Bizleri buraya, bu topraklara sürüklediklerinde, soylu atalarımızın gölgeleri hâlâ üzerimizdeydi. Onlar, büyük sofralarını herkese açar, geniş ovalarında at koştururlardı. Ama geldikleri büyük Çukurova’sında, sivrisinekli, yılanlı, çıyanlı tarlalarda çalışıyorlardı. Çadırların ardında yükselen duman, yüzyılların suskunluğunu barındırıyordu.
O yıllar, güneş doğmadan uyanan insanları hatırlıyorum. Irgatlar… Sessizce, omuzlarına yüklenen acılarla tarlalara doğru yürürlerdi. Yorgun, ama dirençli adımlar… Yüzleri güneşin kavurduğu, elleri nasır tutmuş, yürekleri ise Mezopotamya’nın tarihini taşıyan kadınlar… Onlar ki, her sabah aynı umutsuzluğu toprağa eker, akşam yine aynı umutla dönüp ekmeğini çıkarırlardı. Kadınların gözyaşları, dövmeli yüzlerinden süzülür, toprağa karışırdı. Her bir damla, bir fidana can olurdu. Omuzlarında bebekler, geleceği inşa ediyorlardı farkında olmadan belki de. O bebekler, bu topraklarda büyüyüp birer destana dönüşecekti.
Gözlerimin önünde o zamandan önce yaşlanan adamlar canlanıyor şimdi. Esmer tenleri, ak düşmüş sakalları… Yüreklerinden yükselen stranlar, rüzgârla birlikte yayılırdı tarlaların üzerine. Her bir ezgide, kaybolmuş bir halkın acısı, yüzyılların özlemi, umutların kırıklığı saklıydı. O stranlar, Mezopotamya’nın kadim yankısıydı; zamanla göçmenlerin ağıtlarına, sonra da umuda dönüşen hikâyelerine…
İşte o çocuklar büyüdü. O bebeler, acıyla efsunlanmış bir öfkeyle serpildiler. Yıllar onları bilenmiş bir bir öfkeye dönüştürdü. Farkına vardılar; kendilerini kimlerin köksüz bırakmaya çalıştığını, kimlerin onlardan geçmişlerini çaldığını… Ve en erken değişim onlarda, köksüz bırakılmak istenenlerde başladı. Bir ülkenin insanlarını bir başka diyara sürüklediğinde, düşünce onların özünden doğar, direniş onların ellerinden filizlenir. Sürgün edilen, zamanla kendisini sürgüne yollayanın kaderini değiştirir. İnsan, topraktan sökülse de toprak ruhundan sökülmez. En güçlü umut, en derin yaralardan doğar.
Artık biliyorum; bu insanlar, bu unutulmuş hayatlar, yarınların umudu olacak. Sessizce göç eden, kökleriyle vedalaşan bu insanlar, geleceğin sahipleriydi. Onların öyküsü, karanlık geçmişin içinde filizlenen bir aydınlık gibi, geleceğe uzanıyordu. Bu toprakların öyküsü onların öyküsüydü; Çukurova’nın sarı sıcağında yankılanan, sessiz bir çığlık gibi yüzyıllardır devam eden bir mirastı bu.
Kameramı onlara doğrultuyorum. Kadrajımda sadece bir an değil, geçmişin tüm ağırlığı, geleceğin umudu duruyor. Irgatların alın teri, kadınların gözyaşı, bebelerin masum gülüşleri… Hepsi, birbirine karışarak, tarihin sessiz çığlığına dönüşüyor. Çukurova’nın toprağı, her adımımda bu öyküyü anlatmaya devam ediyor; her karede, her detayda, her nefeste.
Bu topraklarda, her karışında çocukluğumun izleri var. Göçlerle gelen acılar, çadırlarda doğan umutlar, güneşin altında kavrulan hayaller… Hiçbir şey unutulmadı, hiçbir şey kaybolmadı. Çünkü biz, köklerimizi hiçbir zaman toprağın derinliklerinde bırakmadık. Ne kadar sürülsek de, ne kadar uzaklara gitsek de, ruhumuz burada, Çukurova’nın her karışında yaşamaya devam ediyor.
Ve bir gün, bu topraklardan doğan öyküler tüm dünyaya ulaşacak. Irgatların alın teriyle sulanan umutlar, geleceğin tohumlarını atacak. Ötekiler, yarınların umudu olacak.
Ötekiler yarınların umudu olacak… Kalemine sağlık Mustafa hoca