Korkut Akın
Mesut Kara anısına
George Orwell’in, “Gazetecilik, birilerinin yayınlanmasını istemediği haberleri yazmaktır. Gerisi halkla ilişkilerdir” sözü, en tam da bizim ülkemiz için geçerli. Siyaset ve siyasetçiler, -hemen her gün izliyorsunuz- bir cümle önce söylediğini bir sonrakinde yalanlıyor ya da reddediyor, yüzüne vurulduğundaysa ya tehdit ediliyorsunuz ya da tutuklanmayla karşı karşıya kalıyorsunuz. İşin ilginci, o kendini açığa düşüren kişinin peşinden gidenler öyle çok ki, tapıyorlar neredeyse; kimse o “yanardöner”liğini sorgulamıyor bile. İhanet ettiğini, hata yaptığını, yanlışlığını itiraf etmesine rağmen yine de el üstünde tutuluyor. Bu, kuşkusuz bizim ülkemiz için geçerli. Dünyanın birçok ülkesinde, diktatörlükler dışında, kimsenin gözünün yaşına bakılmıyor; ihanet eden siliniyor siyaset dünyasından.
“Vatan bölünmez bayrak inmez”
19 Nisan’da gösterime girecek (Amerika’da en çok gişe yapan film unvanını ele geçiren) “İç Savaş” filmi, iki yönlü ele alınması gereken, gündemle de örtüşen önemli bir film. Alex Garland’ın yazıp yönettiği distopik (tam tersi ütopik, ütopya mükemmeli anlatırken distopya baskıcı toplumu ifade eder) film, çok uzak bir dünyayı değil, hemen burnumuzun dibinde, her gün karşılaşabileceğimiz bir durumu anlatıyor. ABD’de 19 eyalet arasında çıkan iç savaş sırasında üç gazetecinin zorlu yolculuğu anlatılan filmde, isimleri değiştirin bizde yaşananlarla pek fark olmadığını göreceksiniz.
ABD Başkanı, tıpkı bizdeki “Bayrak inmez, ezan susmaz” benzeri bir sözle sesleniyor halkına: “Vatan bölünmez, bayrak inmez”. Aynı ülkenin insanları, düne kadar birbirleriyle iç içe yaşamışlar, hiçbir sorun yaşamamışlar, ama bugün düşman kesilip kurşun atıyorlar karşılıklı…
Irkçılık da dorukta…
Filmde eline silah geçiren herkes hem asker hem yargıç hem de savcı; mahkemeye de gerek duymuyor, basıyor tetiğe. Ne, neden, niye, kim, sonuç gibi hiçbir şeyi sormuyor, sorgulamıyor. Haksızlıklara uğrayanları görüyoruz: Afroamerikalılar. Savaşla birlikte göçmenler de katılıyor onlara. (Sahi, yerel seçim sonrası belediye başkanlıklarına gelenlerin göçmen/sığınmacı/mülteci düşmanlığını iyiden iyiye arttırdığını hatırlatıyor bu…) Sırf yabancı diye öldürülen gazeteciler, yalvardığı halde acımasızca katledilenler, haksız (kişisel husumetleri unutmamalı) yere işkence görenleri izledikçe içiniz burkuluyor.
Savaş kötüdür.
Üç fotoğrafçı ve iki muhabir, haber atlatmak niyetini de barındıran bir zorlu yolculuğa çıkıyor. Savaş fotoğrafçısı Lee, (Kirsten Dunst), savaş muhabiri Joel (Wagner Moura), yaşlı muhabir Sammy (Stephen Henderson) ile savaş fotoğrafçısı olmak isteyen Jessie (Cailee Spaeny) hem birbirlerini korurlar hem de yıllarca benzer cephelerde benzer olaylar içinden geçtiklerinden duygularını yitirmiş gibi gözükseler de içten içe savaşa lanet okurlar. Savaş muhabirlerine iki göz yetmez, iki el de, iki ayak da, hatta iki beden bile… Her an olağanüstü bir şey olabilir ve o “olağanüstü” artık sıradanlaşmıştır. Kendilerini korumalılardır muhakkak, işleri “birilerinin yayınlanmasını istemediği haberleri” yapmaktır ve hedef kitlelerini uyarmalıdırlar. Tabii, bir de gazeteciliğin kendine özgü o “haber atlatma” arzusu da öne çıkıyor. Başarıyı atlatma haber belirliyorsa, onların da içlerindeki heves büyüyor ister istemez.
Aklıma iki arkadaşım Emre Aygen ile Ali Öz geliyor; ikisi de iç savaş gazisi. Biri, Yugoslavya’nın parçalanması sırasında gözünden yaralandı, göğsünde kocaman “PRESS” yazdığı halde, keskin nişancı hedef gözeterek ateşledi silahını ve arkadaşını öldürdü. Diğeri, bir Nevruz’da yanı başında yine fotoğrafçı bir arkadaşının -bu kez, asker ve polisin gizli örgütü eliyle ve yine keskin nişancı silahıyla- yaşamının elinden alındığını gördü. İkisi de gazeteciydi, ikisinin de amacı haber vermekti (tabii, o kadar çok örnek gösterilebilir ki). Elinde silah olanların öyle bir derdi yoktu, onlar haber alınıp verilmesine karşıydı, parmaklarının ucundaydı karar mekanizması.
İşte böyle bir şey…
Savaş insanlık suçudur, her ne nedenle olursa olsun. Egemenlerin pazar genişletme amacıyla, siyaset sahnesine sundukları bir yöntemdir. İster iç savaş olsun isterse yerel veya genel hepsinde olan insanlara oluyor. Analar ağlıyor, çocuklar anne babasız kalıyor, yaşam alanı bırakılmıyor kimseye.
Birkaç gün önce, doğanın kucağına yatıya giden gazeteci, dergici, grafiker, yönetmen, senarist (on parmağında yirmi marifet) Mesut Kara’yı düşündüm “İç Savaş”ı izlerken. Hem Mesut’un ölümüne üzüldüm hem siyasetçilerin savaş çığırtkanlığı yapmasının önüne nasıl geçilebileceğini hem de bu filmi Mesut nasıl yorumlardı diye düşündüm. Bu bir film yazısı değil, bir değerlendirme de değil aslında, iç döküş diyebiliriz belki.
İç Savaş Fragman